Makale

Hayat SINAVDAN İBARETTİR

Hayat
SINAVDAN İBARETTİR

Prof. Dr. Sadık Kılıç
Atatürk Üniv. ilahiyat Fakültesi

Dünya hayatı, her şeyiyle bir imadır; bir ara geçittir’... Kendisiyle sınırlı olmayan, ötesindeki bir başka değerler kümesine, varoluş mertebesine açılan bir panorama... Ya da, varlık ve yokluk ritimleriyle bir imtihan alanı... İlahî ve aklî ölçütler ışığında en güzel davranışın ortaya çıkacağı bir sahne...

Biz insanlar, hem maddî varlığımızı, hem de içinde boy attığımız bu hayatı hazır bulduk. Bir başka anlatımla, hikmetli ve aynı zamanda da sırlı varoluş döngüsü içinde Yüce Yaratan bize, hem kendi bireysel varlığımızı, hem de muhtelif evreleriyle sunulmuş bir armağan olan bu hayatı...
Öyle ki, varolma ve varlığı hak etme açısından hiçbir payımız, belki de liyakatimiz olmadığı; bundandır ki, salt ihsan olarak içine var kılındığımız bu hayat, görünürdeki onca giriftliğine karşın, adeta bestelenmiş bir senfoni gibi bizi karşılamakta; her sesinde, her ışımasında, her köşesinde Allah’ın, bu yüce Bestekâr’ın adeta soluğunu ve yaratış şevkini bize hissettirmektedir. Bir kozmik ve yaratılışsal beste ki, her şeyiyle bizi kendisine cezbetmekte, kendimizden geçirmekte, bestenin her bir unsuruyla varlığımızı ele geçirmekte; kimi zaman da, bestenin bizi esas iletmek istediği düşünce, coşku ve hayranlık ufkundan uzaklaştırarak, yalnız notaların inişli çıkışlı ve sınırlı dünyasına hapsetmektedir... Ne ki, bir büyük hakikati ifşa eden, büyük bir dekorun mütemmim unsurları konumunda olan bu tek tek güzellikler; kitabî ifadesiyle ’zînetler’, ya da ’İlahî nakışlar’ hakikatte, başka değil, sadece İnsanın ontolo- jik mahiyeti ve varlık gayesi de demek olan imtihan sürecinin birer vasıtaları konumundadırlar. Kur’an bu gerçeğe işaret etmekte değil midir? "Biz yeryüzünde olan her şeyi, insanlardan hangilerinin en güzel davranışı sergileyeceklerini ortaya koyalım diye, ona
(gönül çelici) bir süs yaptık!" (Kehf, 7).
Diğer yandan, sonsuz küçüğün dünyasından, makro dünyalara varıncaya değin, bir anlam bütünlüğü içinde kavranıldığında bu hayatın, ’kendisi için’ değil, ’kendinden gayrisi için’ var kılındığı; onun nihaî bir uğrak ve tükeniş (fanîlik) mekanı değil, bir geçiş noktası, başka bir deyimle ’büyük eşik’ olduğu; simgenin diliyle, ’uhrevî boyut’a doğuş öncesinde, zaman ve mekan şartlarıyla çevrili ’zamansal rahim’ mertebesini işgal ettiği sezilir... insanın en büyük ayrıcalığını oluşturan ’akıl’ ve ’kalb’ yetileri de zaten bu aşkınlığa açık bilgi eşiğini kavrayacak istidâtta yaratılmışlardır... "Kalplerinin düşünebilmesi, kulaklarının da (tanıkları) dinleyebilmesi için, yeryüzünde dolaş- salar ya onlar!.. Zira, (kimi zaman) gözler değildir görmeyen, fakat göğüslerde yer alan kalplerdir görmeyen!.." (Hac, 46-47)
Üstelik, dünya hayatı ile onun döngüleri içinde yer alan her şey, dolaylı bir şekilde kendilerinin sonlu ve bitimli olduklarını, bu sebeple ebedî olarak kendilerine bağlanılmaya değer ve liyakatte bulunmadıklarını da haykırmaktadırlar. "Orada (yeryüzünde) olan herkes geçicidir..." (Rahman, 26); "O’nun zâtı (vech) hariç, her şey yok olacaktır." (Kasas, 88) insanın, bu sebeple, yeryüzünde ebedî bir kudret ve makam elde edeceği ümidiyle güç ve zenginlik peşinde koşması da, sonu hayal kırıklığı olacak bir çaba olarak görünmektedir. Yeryüzünde ebedî hayatın, Peygamberler de dahil, hiçbir beşere verilmediği ve verilmeyeceği ise, bir başka hakikattir: "(Ey Peygamber!). Senden önce hiçbir insana dünyada ebedî yaşam vermedik. Şimdi sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar ki?" (Enbiya, 37) Dünyayı salt kendisi için bir amaç ve ebedîlik objesi görmenin büyük araçları haline dönüşen zenginlik ve mal birikimi de bundan ötürü, özgün bir üslûp ile yadırganmıştır. "Vay haline, (bir karakteri de) insanları çekiştirip onlarla kaş göz alay etmek olan o mal yığıp da onu saydıkça sayan, malî gücünün kendisini ebedî kılacağını sanan kimsenin!..." (Hümeze, 1-3)
O halde dünya hayatı, her şeyiyle birîma- dır; bir ’ara geçittir’... Kendisiyle sınırlı olmayan, ötesindeki bir başka değerler kümesine, varoluş mertebesine açılan bir panorama... Ya da, varlık ve yokluk ritimleriyle bir imtihan alanı... İlahî ve aklî ölçütler ışığında en güzel davranışın ortaya çıkacağı bir sahne... "Hanginizin en uygun şekilde davranacağını ortaya çıkarmak, sınamak için ölümü ve hayatı yarattı (Allah)..." (Mülk, 2) Bundan dolayı denilebilir ki, bu alem içindeki mevcudiyeti ile insan bir imtihan, bir sınanış simgesidir... Varlığının her boyutu ile bir sınanış içindedir o; iradesiyle, fiilleriyle, cansız dünya ile diğer canlara karşı muamelesiyle... Alıp verdiği nefesi, iç varlığında kurup tasarladıkları, benliğinin ta derinliklerinde sakladıklarıyla bile, hücre hücre, zerre zerre sınavdadır o!.. Nitekim, insanın varoluş mebdeine atfı nazar ettiğimizde, onun, ’sonsuz oluş şelalesi’nden bir damla halinde varlık ufkuna düşerken bile, bu ’imtihan gerçeği ve haritası’nın ona bir varoluş kodu olarak işlenmiş olduğunu öğrenmekteyiz... "İnsanı Biz, evet imtihan etmek üzere onu, karışık haldeki bir ’nutfe’den var ettik! Bu sebeple de onu, (diğer canlılardan istisnaî düzeyde) işiten ve gören bir varlık haline getirdik." (İnsan, 2)
O halde, insanın hayatı kesintisiz bir imtihanda oluş iken, dünya da, bütün görüntüleriyle bu imtihanın muhtelif alanlarını teşkil etmektedir.
Bu perspektiften bakıldığında, en küçük jestten en büyük davranış biçimlerine değin, her şey, benliğimizin kendisinden sorumlu tutulacağı bir eylem, ’yükümlülük’ noktasında durur! Ve tam da bu noktada, Derrida’nın, ’ahlâkın kalbi’ diye nitelediği ’sorumluluk bilinci’ bütün yaşamımızı kuşatır. Büyük özgürlük krallığımıza ve bize sunulu evrene bedel, insan ve kul oluşumuzun Büyük Nirengi Noktası: sorumluluk! Artık, bu düzeyde ilmik ilmik adımladığımız ve derin bir sınanış bilinciyle sırladığımız bu hayat içinde, aslî-talî, büyük- küçük davranış, iş, ilişki ayrımı silinir; imtihan ve sorumluluk odağından her şey ’BÜYÜK ve ÖNEMLİ’ olur... Ya da, Bir başka şekilde söylersek, istenilen ya da istenilmeyen bütün olgular, imtihan zaviyesinden anlamlı bir kategori oluştururlar ve varlığımızı olgunlaştırıcı bir rol üstlenirler, ’sonrası’ ve ’ötesi’: Ahiret için hazırlayıcı ve kemâle erdirici koşullar olarak değer kazanırlar... "Şu muhakkak ki, gerek mallarınız konusunda, gerekse canlarınız hususunda imtihan edileceksiniz... (...) Eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız bilin ki, bunlar büyük işlerdendir!" (Âl-i Imran, 186)
O nedenle, insan olarak karşılaşacağımız bütün durumlar, iyi ya da kötü olsun, gerek bu dünya içinde, gerekse Ahiret ritmi için olgun varlıklar haline gelmenin ’olmazsa olmaz durumları’ olarak kavranılmalıdır. Hatta, tecrübe edeceğimiz korkular, canımız hususundaki acılar, malımız ve ürünlerimizdeki eksiklik ve yoksullukların dahi, bu bakımdan, büyük ’oluş şeması’ nda tamamlayıcı yerlerinin olduğu hiç unutulmamalıdır. "Biz mutlaka sizi, biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana ve ürünlere gelecek noksanlıklar ile deneyeceğiz... Sen, sabredenleri müjdele!.." (Bakara, 155). Bir başka İlahî pasajda da, hem hayatın imtihan oluş özelliğine, hem de imtihan sonrası varılacak son durağa işaret etmek üzere, şöyle denilir: "Biz, bir imtihan olmak üzere sizi, şer ve hayırlarla sınamaktayız... Ve ancak Bize döndürüleceksiniz sonunda!" (Enbiya, 35).
’insan’ ve ’imtihan’ kavram çiftlerinin alt kavramları, ’sabır’ ve ’tevekkül’ kavramlarıdır. Varlık ve benlik hakikatini özleştirmek, kemâl göğünde kayıtlı ferdiyet özü ve modelini bu yeryüzünde gerçekleştirmek uğruna ’sınav dalgaları’ arasındaki insan için, bir benlik ifşâsı ve kendini ispat; kendini var kılma cehti olarak çıkar karşımıza ’sabır’. Benliğini parlatma, iradeyi çelikleştirme, şartları dönüştürme bıçkınlığı, olumsuzluklara karşı onurlu bir direniş hâlesiyle perçinli sabrın, er işi büyük şeylerden olması bundandır Kur’ân’a göre. Lokman’ın oğluna verdiği öğütler arasında yer alır bunun için... "Başına gelen olumsuzluklara diren (sabr); kuşkusuz bu, büyük işlerdendir!" (Lokman, 17) Bireysel çapta varlık ve kimlik direncinin, İlahî teyitlerle taçlanacağı ikinci ruh ve fikir aşaması ise, bütün etkenleri sonsuz bilgi ve kudret elinde tutmakta olan Allah’a varlığını yaslama, kendini O’nun koruması ve işaretine bırakmadır. Yani, İnsanî çabaların sonucunu İlahî onay ve kabule sunma... Kur’an’ın ezelli ebedli sözcüğü ile, Tevekkül... Tevekkül, beşerî fiiller ile İlahî bilgi ve kudretin kesişme alanı, cüzîlik ile küllîliğin bütünleştiği ufuk çizgisi... Bu anlamda Kur’an ’tevekkül’e açık ya da dolaylı davetler yapar. "Bir kere azmettiğinde, artık neticeyi Allah’a bırak. Çünkü Allah, Kendisine güvenenleri (mütevekkil) sever!" (Âl-i İmran, 159) Veya, "Sen, o mutlak hayat sahibi Allah’a dayan!..." (Furkan, 58) Ve, tevekkül ile ilgili şu muhteşem dua: "Ey Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana güvendik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız!" (Mümtehme, 4) Şu halde, ’imtihan, sabır ve tevekkül’, yaratılışın taç varlığı insan için bir varoluş sac ayağıdır!..
Sonuç olarak denilebilir ki, bize sunulmuş İlahî bir lütuf olan hayatın her şeyden önce geçici ve sonlu olduğunu; içindeki bütün güzellikler ile hazların bir an mutlaka biteceğini; ’ölüm’ün, insanı bekleyen geri döndürülemez büyük kırılma anı olduğunu; bütün her şeyin varlık nedeninin ise, bakî varoluş yurdu olan Ahiret için bir sınanış olduğu hakikatini hep hatırda tutmalıyız. Bütün yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızla kayda geçtiğimizi; bunlardan sorgulanacağımızı, bu nedenle hayatımızın şehâdet ve gayb-âhiret olmak üzere, parçalı bir bütünlüğü kapsadığını aklımızdan çıkarmamalıyız. O halde, bu imtihan yurdu olan bu dünyada bize bahşedilmiş hayatı güzel düşünceler, örnek teşkil edecek eylemler ve varlık kubbesinde çınlayacak hoş sadalarla taçlandırmaya çaba sarfedelim.