Makale

İman: Huzur ve sürurun kaynağı

İman:
Huzur ve sürurun kaynağı
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi



“Allah kimi doğru yola ulaştırmak isterse, İslam’a sinesini açar, gönlüne genişlik verir; kimin de sapmasına izin verirse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, kalbini daraltır ve sıkıştırır…” (En’âm, 125.)

Muhammed Hamdi Yazır, mealen verilen ayete şu açıklamayı getirir: İman edip ilâhi emirlere teslim olanlara Allah öyle bir yetenek verir ki, bu sayede göğüsleri genişler, kalpleri ferahlar, neşe ve sürur halini yaşarlar. Allah onların kalbine bir nur koyar. İman ve İslam ile son derece sevinir ve mutlu olurlar. İlâhî sorumlulukları yerine getirmekten can sıkıntısı, zahmet ve ıstırap duymak şöyle dursun, aksine neşe ve sevinç duyarlar. Buna karşılık iman etmeyen kimsenin gönlü de daralır ve bunalır. Göğe tırmanmak nasıl yapılması mümkün olmayan bir yük ve zahmet ise, hakkı kabul ve itaat etmek de ona o derece güç gelir.

İnsanın, korkulardan, felaketlerden uzak olması en temel amacını oluşturur. Musibetlerden ve elim sonuçlardan kendini koruyarak mutluluğa erişmek, onun yegâne hedefidir. Bu anlamda mutluluk ve huzur, insan hayatında amaçların amacını oluşturur. İnsan, doğumundan ölümüne bir ömür boyu bu amacına kavuşmak için durmadan dinlenmeden koşar durur. Bütün mesele, maddî ve manevî tehlikelerden azade olmaktır. İnsanlardan kimi, maddî hazları ve bedensel zevkleri gerçekleştirerek huzur ve mutluluğa erişeceğini düşünür. Bunlar huzur ve saadeti bu dünyanın imkânları ile sınırlı görürler. Tahsil hayatını başarı ile sonlandırmak, sevdiği ile bir yuva kurmak, ticari hayatta veya kariyerinde basamakları tırmanmak, bunlar açısından âdeta hayatın amacını oluşturur. Mutluluk ve huzur arayışı, kimi zaman lükse düşkünlük ve tüketim çılgınlığı ile kimi zaman da bedensel haz ve zevkleri tatmin etmekle karşılanmaya çalışılır.

Kimi de, mutluluğa daha farklı bir anlam yükler, dünya ötesi manevi bir kurtuluşun neticesi olduğuna inanır. Bu anlamda nihai saadete ermenin yolu, Allah’a yaklaşmakla gerçekleşir. Dolayısıyla maddi anlamda mutluluğa ermekle manevi anlamda kurtuluş ve huzura ermek aynı anlamı ifade etmemektedir. Birincisi, daha ziyade bedensel hazların tatmin edilmesi ile gerçekleşirken, diğeri, insanın iç dünyası ve gönül âlemindeki manevi olgunlaşma ile ilgilidir. Yine biri, insanın bedensel hazlarının doyuma ulaşması ile diğeri ise bunların kontrol altına alınıp terbiye edilmesi ile mümkün olur.

Bu açıdan bakıldığında İslam’ın, insanı huzur ve saadete erdiren bir sistem ortaya koyduğu görülür. İnsanın hem maddi hem de manevi ihtiyaçlarını dikkate alır. Onu, ruh ve beden bütünlüğü içerisinde değerlendirir. Hayatı dünya ile sınırlı görmez, aksine asıl hayatın ve sonsuz mutluluğun bundan sonra başladığını vaat eder. Bu, insana verilen paha biçilmez bir şanstır. Çünkü insan, ihtiyaç ve beklentileri sonsuz; ancak imkân ve yetenekleri sınırlı bir varlıktır. Dolayısıyla arzularının çoğunu bu dünyada gerçekleştiremez. İşte ebedî âlem, bu anlamda mümin için sonsuz değerde bir umut kapısı haline gelir. Çünkü o, kulluk şuuru ve teslimiyet duygusu içerisinde yaşadığı takdirde, sonsuz güzellik ve nimetlere nail olacağına inanır. Ancak inanmayan insan için böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü onun, hedef ve amaçlarını gerçekleştirebileceği yegâne yer burasıdır. Dolayısıyla burada kaybetmesi, onu içsel çatışma ve gerilimlere sokar. Hedef ve amaçlarına ulaşamama çaresizliğine onu sürükler. Yine o, imanın verdiği motivasyon ve dinamizmden yoksundur. Ahirete inanmanın sağladığı hayat enerjisinden mahrumdur. Aksine hayatın sonu, onun için korku, vehim ve endişe kaynağıdır. O, yok olma, heder olma korkusunu içinden atamaz. Ancak inanan insan için, böyle bir şey söz konusu değildir. Aksine o, barış ve esenlik yurdunun özlem ve hayalleriyle yaşar. (Yûnus, 25.)

Diğer taraftan, İslam insanın hayata olumlu yönden bakmasını sağlar. İfade yerinde ise, bardağın boş tarafını değil, dolu tarafını yani Mevla’nın kendisine bahşettiği nimetleri görmesini ona telkin eder. (Fâtır, 3.) İnsan, aslında tabiat olarak içerisinde yaşadığı imkân ve nimetleri görmeye, onların değer ve önemini takdir etmeye pek yatkın değildir. Daha ziyade gelecekte gerçekleştirmeyi hayal ettiği arzu ve hedeflerine odaklanır. Bu da onu, kadir kıymet bilmez, şükretmez bir hale getirir. Ancak İslam, hırs ve tamahın bir neticesi olan bu durumu terbiye etmeye ve bu anlamda insanı dönüştürmeye çalışır. Kısaca ona, hayata pozitif yönden bakmayı ve iyimser olmayı öğretir. Bu, insanın ruhsal dünyası ve psikolojik yapısı açısından son derece önemlidir. Çünkü böylece insan, birçok güzellik ve nimete sahip olduğu hissini yaşar. Dolayısıyla doğuştan getirdiği ele geçirme ve sahip olma dürtüsünü tatmin eder. Yine içerisinde yaşadığı nimet ve güzelliklerin kadrini bilmesi, iyilik ve şükür hisleri ile dolmasını sağlar. (Fecr, 27-28.) Onun bu hoşnut hali, sadece Mevla’ya karşı olan inanç ve davranışlarında değil, kullarla olan ilişkilerinde de tezahür eder. Kısaca şükür ve iyimserlik vasfı, müminin iç dünyasında huzur ve sükûnu yaşamasını sağlar.

Yine tevekkül, müminin iç huzurunun kaynaklarından bir diğerini oluşturur. Çünkü insan, tabiatı itibarıyla muhakkak bir yerlere dayanmak ve bir yerlere sığınmak ihtiyacındadır. Hayatın zorluk, çile, meşakkat dolu yollarında birilerini yanında görmek ve yalnızlığını gidermek ister. Elem, acı, felaket ve ölüm korkusu gibi kendisini endişeye sevk eden durumları aşmaya çalışır. Üzüntü ve kederli anlarında içini dökebileceği, dert ve şikâyetlerini arz edebileceği birilerine ihtiyaç duyar. İnsan tabiatı buna meyyaldir. Nitekim kurduğu ilişkilerle birtakım varlıklara izafe ettiği tanrısal yüceliklerle bu ihtiyacını gidermeye çalışır. Ancak çoğunlukla da derdinin çaresini yanlış yerlerde aramıştır. İşte bu noktada Kur’an insanın imdadına yetişir ve “Kim Allah’a tevekkül eder, O’na dayanırsa, Allah’ın ona kâfi geleceği” vadinde bulunur. (Talak, 3.) Müminin, gereğini yerine getirdikten sonra işlerini Allah’a havale etmesi, O’na yaslanması, hiçbir beşerî vasıta veya dayanağın temin edemeyeceği bir kalp huzuruna kavuşmasına sebep olur. Çünkü bütün varlığın yoktan var edicisi ve sahibi onu sevmekte, koruyup kayırmaktadır. (Âl-i İmrân,159.) Böylece mümin, hayatın inişli çıkışlı sarp yollarında ezelî ve ebedî, mutlak kuvvet ve kudret sahibi olan Allah’ın yardım ve himayesini daima yanında hisseder.

Stresin temelinde yok olma korkusu yatar. Bu anlamda ölüm stresin temel nedenlerinden birini oluşturur. İnsan, inançlı da olsa ölüm karşısındaki ürkek ve endişesini bütünüyle atamaz. Ancak İslam’ın muhataplarına vermeyi hedeflediği ebedi hayat inancı, ölümün getirdiği yok olma korku ve karamsarlıklarını ortadan kaldırır. Mümin, ölüm sonrasında yok olup gitmeyeceği, aksine bir şekilde varlığını sürdüreceği konusunda kesin bir inanca sahip olur. Böylece ruh sağlığı açısından İslam, insanın saadetine çok önemli bir katkıda bulunur.

Yine İslam filozofları, insanın ölüm karşısındaki tedirginliğinin, bu konudaki bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ifade eder. Yani insanlar, ölüm sonrasında nelerle karşılaşacaklarını bilmediklerinden, paniğe kapılır ve huzursuz olurlar. İşte İslam, bu konuda insanı bilgilendirerek onu rahatlatır. Bu açıdan bakıldığında ahiret hayatı, Kur’an’ın en fazla yer verdiği ve muhataplarını aydınlattığı konulardan biri olarak dikkati çeker. Mümin insan bunları okuyarak kalbine ve gönlüne yerleştirir. Cehennemin azabından korunmak ve cennetin sonsuz güzelliklerine nail olmak için hayatı boyunca çalışır ve çabalar. Kısaca, ahiret inancıyla hem ölüm sonrası bir karanlık ve muamma olmaktan çıkar; hem de bu sayede mümin insanın düşünce ve eylemleri pozitif yönde değişir ve dönüşür.