Makale

Prof. Dr. Ali Köse ile Çocuklarda dinî yaşantı üzerine

SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Ali Köse ile Çocuklarda dinî yaşantı üzerine
Söyleşi: Uğur Canpolat
Hocam çocuklarda dinî algının yerleşmesi için dini duyarlılığı olan her aile çalışır. Ama tutum hataları tam tersi sonuç doğurur. Burada yapılan yanlış nedir?

Çok önemli bir husus bu… Ne yazık ki öyle. Psikolog Salzman, çocuklarınızın dinden soğumasını istiyorsanız şu üç şeyi yapın der:

1. Çocuklarınıza sure, dua vb. ezberletin, ezberleyemedikleri zaman kızın.
2. Çocuklarınız yanlış bir şey yaptığı zaman “Allah seni yakacak, taş edecek” gibi sözlerle korkutun.
3. Çocuklarınızın yanında dindarların yaptığı kötü şeylerden bahsedin.
Hepimiz için sarsıcı bir uyarı saymalı mıyız bu yaklaşımı?

Kesinlikle… Ben Salzman’ın bu uyarısını çok beğendim. Hepimizin çocukluğunda bu uyarının kapsamına giren bir hatıra mutlaka vardır. Ahmet Altan birkaç yıl önce bir yazı yazmıştı. “Cami Işıklarına Bakan Çocuk” başlığını taşıyordu bu yazı. Çocukluğunda din adına hatırladıklarını anlatıyordu. İftar sofralarını, teravih namazlarını, sahur heyecanını... Zaten yazının başlığı da iftarla alakalıydı.
Detayını hatırlıyorsanız alabilir miyiz?

Tabii. Babası, Ahmet Altan’dan bir kompozisyon yazmasını istemiş, “Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıklar yanınca, bunu bağırarak büyüklerine haber verip aferin alan çocuğun heyecanlı bekleyişini anlatabilir misin?” demiş. Ahmet Altan, “o çocuk aklımdan hiç çıkmaz” diyor. “Allah’ı çok sevmiştim. Allah’ı beni seven, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümseyen temiz yüzlü bir dede şeklinde hayal etmiştim.” diyor.
Buradaki temel espri nedir çocuk duygusuyla bakıldığında?

Bence Allah’la bir ilişki kurmak istemiş. Allah’ı dede, kendisini torun yapmış. Çocuklar her şeyi zihinlerinde somut bir resme dönüştürürler zaten. Çünkü çocuğun dünyası somuttur. Oğlumu 6-7 yaşındayken camiye götürmüştüm. Camide otururken kubbeye bakarak bana “Nerede?” diye sormuştu. Ben ne sorduğunu anlayamamıştım. Meğer Allah’ı kubbenin oralarda bir yerde zannediyormuş.
Konu aynı aslında… Soyut düşünce henüz oturmadığından somutlaştırarak mı düşünüyor çocuk?

Evet tam da bu işte. Ahmet Altan da öyle yapmış, Allah’la somut ve pozitif bir ilişki canlandırmış hayalinde. Hatta, “herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında ben bu dedeye sığınırdım” diyor. Ama aklından çıkmayan bir başka şeyi daha anlatıyor Ahmet Altan. Okulda din hocası cehennemi bütün korkunçluğuyla anlatınca çok korkmuş. Dede-torun ilişkisi sona ermiş. Sevimli dede artık gazaplı bir canavara dönüşmüş zihninde.
O zaman çocukluk dönemi nasılsa geçer denecek sadece bedensel gelişmenin öncelendiği bir dönem olmamalı, dinî algı bakımından çok öyle mi?

Çocukluk döneminin her açıdan önemli olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu dünyaya ait ilk imajlarımız bu dönemde oluşur. Eski Yunan’da ilk imaja çok önem veren ünlü bir tiyatro oyuncusunun sahneye kendisinden önce kimsenin çıkmasına izin vermediği söylenir. Yine çok ünlü bir Avrupalı ressamın bebekken ailesinin posta arabasıyla aylar süren bir tura çıktığı, onun açık havada gerçekleşen bu turda sürekli değişen imajları algıladığı, ressamlıktaki başarısının da bu değişken imajları resimlerine yansıtmasından kaynaklandığı söylenir.

Buradan nereye varabiliriz hocam?

Şuraya varabiliriz: Dinî imgeler, sembolik anlatımlar da böyledir çocuk için. Bu nedenle çok dikkatli olmak gerekir. Dinî olguları, dinî bilgileri sevdirerek, hep iyi şeylerle özdeşleştirerek aktarmalıyız.

Çocuk gündeme geldiğinde genellikle aklımıza Hz. Peygamber’in Haseneyn Efendilerimize çocukluk dönemlerindeki yaklaşımı geliyor?
Evet Peygamberimizin torunları Hasan ve Hüseyin ile sevgi ilişkisini biliyoruz. Bu ilişki çok önemli. Üzerinde dikkatle düşünülmeli. Bir keresinde Peygamberimiz hutbede. O anda torunları görünmüş mescidin kapısından. Birisi düşmüş kapıdan girerken. Ne yapmış biliyor musunuz? Peygamberimiz hutbeye ara verip torununu kucaklamış ve cemaate de “kıyamadım yavrucağa” demiş. Hafızalarda kazınması ve unutulmaması gereken bir sahne ve çok ibretli… Hepimiz için.

Burada sanırım söz eğitimde özellikle de fahr-i kâinat Efendimizin dinî algı eğitiminde sevginin yerine geldi.

Evet öyle. Din eğitiminde sevgi ve korku anahtar duygulardır. Toplum olarak sevgiden ziyade korku üzerinde yoğunlaştığımızı, Allah imajını da korku üzerine bina ettiğimizi düşünüyorum. Meselâ ekmek kırıntısını yere atan, ya da onu çiğneyen çocuğa “öyle yaparsan Allah yakar, Allah taş yapar” gibi ifadeler kullanmamız bunun bir tezahürüdür.

Neden böyle peki?
Biz maalesef tarihten gelen bir toplumsal yapıyla, kendi üzerimizde gördüğümüz gücü hep bizi cezalandırıcı bir kuvvet olarak algılamış, ona bu hakkı takdir etmiş, yahut da onun hep bu yönüne vurguda bulunmuşuzdur. Bunun en somut örneği bizdeki polis imajıdır. Arabanın ön koltuğuna oturmak isteyen çocuğumuzu bundan menetmek için “oraya oturursan polis amca kızar” deriz. Ona ön koltuğa oturmasının tehlikeli olacağını anlatmayız. Zaten toplum olarak da polisi, halka yardımcı olması gereken halkın bir memuru olarak değil, bir ceza memuru olarak algılamıyor muyuz?

Devlet imajımız da böyle bir imaj değil mi?

Aynen öyle. Bizde devlet mükâfatlandırıcı bir kurum olmaktan ziyade cezalandırıcı bir kurum olarak algılanmaz mı? İşte kendimize tahakküm etme hakkını verdiğimiz kişi ya da kurumlar hakkındaki imajımızı Allah’a da yansıtıyoruz. Zihinlerimiz Allah’ı hep cezalandırıcı yönüyle algılamaya şartlanmış vaziyette. Bu açıdan zihnimizdeki Allah imajıyla ve algısıyla polis imajı aynı kategoridedirler. Aynı klasör içerisinde yer alan farklı dosyalar gibidirler.
Korku ile aktarılan bilgi kalıcı mı oluyor olumsuz anlamda?

Sevgi ile aktarılanlar da korku ile aktarılanlar da kalıcıdır. Tabii biri pozitif, diğeri negatif iz bırakır. Bilinçaltımız uçağın kara kutusu gibidir. Biz farkında değilizdir, ama her şeyi kaydeder. Bu kayıt da genelde özdeşimle, çağrışımla gerçekleşir. Öğrenilen tüm şeylerin bir çağrışımı vardır. Bu nedenle, din dersi denilince, cami hocası denilince veya dindar bir insandan bahsedilince çocuğun hep iyi çağrışımları hatırlaması lazım.
Anne babanın dinî algı bakımından pozisyonu, etkisi nedir?

Anne-baba her zaman en iyi modeldir. Dindar anne-babaların çocukları eğer dine mesafeli iseler mutlaka ailedeki sevgi bağında bir problem var demektir. Evlat anne-babanın yolundan sapma gösteriyor ise mutlaka bir problem yaşanmıştır ailede.
Bu kadar net midir bu durum?

Bir vakayı hatırladım şimdi, daha iyi anlaşılması bakımından anlatayım. Yıllar önce BBC televizyonunda haberleri izliyordum. Haberler başladı, önce özetleri verdi. Bir haber özeti dikkatimi çekti. Uzak-Doğu dansları yapan bir İngiliz dansçının, yaptığı dansı daha iyi gerçekleştirebilmek için yedi defa yüz ameliyatı geçirdiğini söyledi spiker. Haberi merak edip bekledim. Uzunca bir haberdi. Kadınla detaylı bir röportaj da yayınladılar. Röportajda çok önemli bir detay vardı. Dansçı kadın annesinden nefret ediyordu. “Aynaya her baktığımda annemi görüyordum. Şimdi bu operasyonlardan sonra artık aynaya rahatlıkla bakabiliyorum.” diyordu. Kadın yüz ameliyatlarını dans kariyeri için yapmıştı görünüşte; ama gizli sebep annesinden nefret etmesiydi.

Ailenin din imajını çocuğun doğru alması için negatif yükleme yapmaması mı gerekiyor?

Dinden uzaklaşan insanların geçmişlerini, çocukluklarını incelesek, küçük yaştaki negatif etkilenmelerin yıllar sonra izlerini görmemiz mümkün olacaktır. Artık baskıcı ebeveyn rolü bugünün çocuklarının, gençlerinin kabulleneceği bir şey değil. Tıpkı baskıcı devlet modelinin demode olması gibi, bu ebeveyn modeli de eskidi artık. İlkokulda sosyal bilgiler kitabında okuduğum bir hikaye vardı. Rüzgâr ve Güneş paltoyla yürüyen bir adamın paltosunu çıkarmak üzere iddiaya girmişler. Rüzgâr “ben çok şiddetli eserim, adamın paltosunu çeker çıkarırım” demiş. Dediği gibi yapmış, ama ne kadar şiddetli estiyse, adam da paltoyu o kadar sıkı kavramış. Rüzgâr başarılı olamamış. Sıra güneşe gelmiş. Güneş ışınlarını artırmış, havayı ısıtmış. Hava ısınınca adam paltoyu kendisi çıkarmış.

Bir de ailelerin kendilerini çocuklarında gerçekleştirme tutkuları var. Onların da bir kişiliği ve hayatı olduğu unutuluyor. Bu duruma nasıl bakıyorsunuz?

Çok doğru, oldukça sık yaşanan bir olgu. Din eğitiminde bazı ebeveynler din alanını, kendileri küçükken yapamadıklarını çocuklarına yaptırma alanı olarak görüyorlar. “Ben küçükken Kur’an okumayı öğrenemedim, çocuğum öğrensin.” anlayışıyla şuursuzca hareket ediyorlar. Bu duygu çok güzel bir duygu. Ama bu duygu hırsa dönüşünce, anne-babalar kendilerini tatmin etmek üzere çocuğa dengesiz bir şekilde yükleniyorlar. “Zehiri yapan dozdur” diye bir söz var. Bunu unutmamak gerek. Çocukları bir kere bezdirdik mi, onların gönlüne hitap etme fırsatını kaçırmış oluruz.

Din eğitiminde sevgi ve korku anahtar kavramlar demiştiniz. Dinî algının doğru yerleşmesi bakımından burayı biraz detaylandırmanızı rica edeceğim.

Aslında din dediğimiz şey bu ikisi üzerine oturuyor. Kelam kitaplarımız imanın “korku ile sevgi arasında” olması gerektiğini söylüyor. Korku insanoğlu için gerekli bir duygu. Biz yeryüzüne imtihan edilmek üzere gönderildiğimize ve bu hayatın sonunda hesaba çekileceğimize inanıyoruz. Korku olmadan hesaba çekilme duygusunu yaşayamayız. Çocuklar karne alacaklarını bilmezlerse derslerine çalışmayabilirler. İnsanoğlu hesaba çekileceğini hesaba katmazsa her türlü kötülüğü yapmaya hazır hale gelebilir. Çocuğa Allah’ın bizi gözetleme kudretine sahip olduğunu hissettirmemiz gerek. Ona ölümden sonra hayat olduğunu hissettirmemiz gerek. Bunu yapmanın en iyi yolu, sizin de ebeveyn veya öğretmen olarak bu prensipler gereğince yaşamanız, yani çocuğun gözünde tutarlı olmanızdır.

Denge nasıl sağlanmalı peki? Korku ve sevgi anahtar kavramlar diyorsunuz.

Çocuğa ahiret hayatının mükâfatlarından daha çok bahsetmek gerek. Çocuk cezanın da var olduğunu bilmeli. Günah algısı gerçekleşmeli. Ama dozunda olmalı. Ceza olgusu sürekli gündeme gelmemeli. Günah işlemek onun zihninde lanetlenmekle eşdeğer hale gelmemeli. Her şeyi günah ve sevap ikilemi içinde açıklamamalı. “O günahtır, bu günahtır” öğretisiyle sürekli kısıtlayan bir din anlayışı empoze edilmemeli. Yani “zehiri yapan dozdur” kuralı burada da geçerli. Çocuk ancak o zaman dinî öğretileri sevimli bulur ve gönlüne nakşeder. Bütün bunları güllük gülistanlık bir din algısı olsun diye söylemiyorum. Çocuk bir ceza olacağını da hissetmeli. Zaten çocuklara hayatı da öyle algılatmamız gerekmiyor mu? Toz pembe bir hayat ortamında yetişen, her istediklerini elde eden anne-babalarından hiç azar işitmeyen çocuklar sonra hayatta hep bocalıyorlar.

Yaz ayları çocukların cami ve Kur’an ile tanışma ayları, yani bu algının oluşma zamanları. Nasıl değerlendirilmeli?

Din eğitimini her halükârda gerçekleştirmemiz gerek. Anne-babalar özellikle yaz tatillerinde biraz fedakârlık yapıp çocuklarına bu imkânları sağlamalılar. Çocuklarının, camiyle, hocayla tanışmasını sağlamalılar.

Şimdi dinî bilgileri sunan hocalar, eğitmenler sanırım daha dikkatli ve pek çok şeyin farkındalar değil mi?

Evet artık hocalar daha gayretli ve eğitim formasyonuna sahipler. Çocuklara dini sevdirmek için gayret ediyorlar. Gazetelerde okuyoruz; promosyon yapıp çocuklara bisiklet, bilgisayar dağıtan hocalar bile var. 40-50 yaşına gelmiş ama maalesef hiç camiye girmemiş insanlar var bu ülkede. Cami avlularında görüyoruz, annelerinin babalarının cenaze namazı kılınırken kenarda bekleyen insanlar var. Namaza, duaya o kadar yabancılar ki sanki Müslüman bir ülkede yaşamıyorlar. Belki anne-babaları çok dindar insanlardı, ama anne-babaları görevlerini yerine getirmemişler, çocuklarının dinî bilgileri öğrenmelerini sağlamamışlar. Kur’anla, elif-ba ile hiçbir şekilde buluşmamış bu insanlar. Bu nedenle de Kur’an’ı öğrenilmesi çok zor bir kitap gibi algılıyorlar veya namaz, yapamayacakları bir ritüel gibi geliyor onlara.

Din eğitiminde problem gibi görünen alanlardan biri de çocuğun taklitle öğrenmesi. Bakışınız nasıl bu konuda?

Bence çocukların taklitle öğrenmesinde hiçbir mahsur yok. Zaten her şeyi taklitle öğrenmiyor muyuz? Neden anne-babamızın aksanıyla ya da yöremizin aksanıyla konuşuruz? Kelimeleri taklit yoluyla öğreniyoruz da ondan. Çocuklar şarkıları türküleri nasıl taklit yoluyla, ezberleyerek öğreniyorlarsa, sureleri, duaları da taklit yoluyla, ezber yoluyla öğrenecekler. Dolayısıyla, başlangıçta taklit mecbur olduğumuz bir şey.