Makale

Din eğitimi yaşı

Din eğitimi yaşı


Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
msaydin@diyanet.gov.tr

Din eğitimine hangi yaşta başlanmalı?

Ülkemizde din eğitimine ilişkin her meselede olduğu gibi bu meselede de genelde bilimsel yaklaşım yerine politik/ideolojik karşıtlıklar üzerinden tartışmalar yapılmaktadır. Soğukkanlı, makul ve gerçekçi değerlendirmelerin önü tıkandığı için de mesele, polemik konusu olmaya, çözümsüzlüğe mahkum edilmektedir.

Bizde öteden beri kimileri, çocukların özellikle belli bir yaşa kadar din eğitiminden uzak tutulması gerektiğini ileri sürerken J.J. Rousseau’ya atıfta bulunurlar. O, Emille adlı eserinde hayali bir çocuk yetiştirmeye çalışmaktadır. Temiz doğan çocuğu toplumun bozduğunu düşündüğü için onu toplumdan uzakta güya tabiatın bağrında yetiştirmeye çalışmaktadır. On beş yaşına gelen Emille’e hiç Tanrı’dan, ruhtan bahsetmediğini dile getirmektedir.

Rousseau’nun söylediklerine katılmak mümkün değildir. Her şeyden önce toplumdan uzak tutularak hiçbir birey yetiştirilemez. Çünkü toplumdan uzak tutulan birey, yeteneklerini geliştiremez, toplumsallaşamaz. Yıllar önce basına yansıyan habere göre, ormanda hayvanların arasında büyüyen iki kardeşin, bulunduklarında yedi ve on bir yaşlarında olmalarına rağmen konuşamadıkları, hayvanlar gibi sesler çıkardıkları, dik değil dört ayaklı hayvanlar gibi yürüdükleri vs. tespit edilmişti.

Toplumun zararlı etkilerinden çocuğu korumanın çaresi, onu toplumdan uzaklaştırmak değildir; bunun başka önlemlerini almak gerekmektedir. Kaldı ki, Rousseau’nun kendisi aynı kitabında, çocukların ruh dünyasını tanıyan birilerinin onlara özgü ilmihal yazmasını tavsiye etmekten kendini alamamaktadır. Bu da, onun kendi içinde nasıl çeliştiğini göstermektedir.

Toplum içinde büyüyen bir çocuğun, dinle ilgili kavramları duymaması, dinî tutum ve davranışlarla karşılaşmaması mümkün değildir. Kaldı ki, dinden hiç söz etmeyen bir aile içinde büyüyen çocukta bile, Rousseau’nun iddiasının aksine durumların ortaya çıktığı somut örneklerle ortaya konmaktadır. (Bk.Bilgin, 1998: 98-99.) Çünkü, insanın yaratılıştan sahip olduğu inanma eğilimi, şöyle veya böyle mutlaka kendisini, etkisini göstermektedir. Hz. İbrahim’in (a.s.) arayışı da, bunun tipik bir örneğidir. (En’am, 76-79.)

Din eğitimine on bir yaşında başlama

Din eğitimine olumsuz yaklaşımın bir uzantısı olarak çocukların eğitiminden din öğretimi olabildiğince uzak tutulmaktadır. Okullarda 1949’dan beri din öğretimine ancak ilköğretim dördüncü sınıftan itibaren yer verilmektedir. Bu uygulama, kaziyye-i muhkeme haline getirilmiş olup Anayasa’da yerini alan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine de aynen transfer edilmiştir. Gerçekte bu uygulama, Anayasa’nın 24. maddesindeki ifadelerle bağdaşmamaktadır.

Meselenin tuhaf bir tarafı da, ülkemizde böyle bir uygulamaya yer veren Milli Eğitim Bakanlığının, Almanya Kuzey Ren Westfalya eyaleti yetkililerinin isteği üzerine ilköğretim 1., 2. ve 3. sınıflar için de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi programı hazırlatmış ve kitaplarını yazdırtıp göndermiş olmasıdır. Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızın çocuklarına bu imkânı sağlayan iradenin, ülkemizdeki çocuklarımızdan bunu niçin esirgediğini anlam(landırm)ak pek mümkün gözükmemektedir. Eğer Almanya’daki din eğitimi anlayış ve uygulamalarına uygun hareket etmek düşünüldüyse, bu ona da uymamaktadır. Çünkü, onlarda din eğitimi, kurumsal olarak ilköğretim 1. sınıfta değil, ana okulunda başlamaktadır.

Bu yaklaşımın uzantısı bir başka trajikomik uygulama, Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği Yaz Kur’an kurslarında görülmektedir. Tamamen velilerin isteğine bağlı bir din eğitimi faaliyeti olan bu yaz Kur’an kurslarına katılım konusunda daha rahatlatıcı, özgürlükçü bir yaklaşım sergilenmesi gerekirken, tam aksine bir uygulama öngörülmüştür: Bu kurslara ancak ilköğretim beşinci sınıfı bitiren öğrenciler katılabilmektedir.

Dayanak

Bu uygulamaların bilimsel, pedagojik bir dayanağı da yoktur. Sıkça dile getirilen tek bir gerekçe söz konusudur: Çocuklar soyut kavramları anlayamazlar. Dinle ilgili kavramlar da soyuttur. Onun için soyut kavramları anlamaya başladıkları yaşta din öğretimine yer verilmelidir.

Çocuğu din(ler)den tamamen habersiz kılmak mümkün mü?

Oysa çocuğu on bir yaşına kadar din eğitiminden mahrum bırakmak, gerçekte onun dinden, dinle ilişkili kavramlardan uzak tutulduğu, onlardan habersiz bırakıldığı anlamına gelmemektedir. Aile bireyleri hiç dinden bahsetmese bile, çocuğun kendi çevresinden, kitle iletişim araçlarından dinle ilişkili kavramları duymaması imkânsızdır. Kaldı ki, din sadece kavramlardan ibaret değildir. Onun sembolleri vardır, mabetleri vardır, kurumları oluşmuştur, hayatın içinde somut gelenekleri vardır, öğretisinin yönlendirdiği tutumlar, davranışlar, yapıp etmeler vs. vardır.

Dinle ilgili kavramlar, semboller, sözler, eserler, tutum ve davranışlarla çocuğun şöyle veya böyle mutlaka karşılaşması söz konusudur. Günlük dili konuşurken ve dinlerken mutlaka dinle ilgili kelimelerle, günlük hayatını sürdürürken hayatın içinde yerini alan dinle ilgili eserlerle ve uygulamalarla iç içedir. Özellikle küreselleşen dünyada istense bile bunu önlemek mümkün değildir.

Yaratılıştan çevresini, çevresinde olup bitenleri ilgiyle izleme ve onları anlamaya çalışma merakına sahip olan çocuk, karşılaştığı dinle ilgili unsurlarla da ister istemez ilgilenmektedir. Bu ilişki, mutlaka onu şu veya bu yönde etkileyecek ve onun kafasında dinle ilgili birtakım kanaatlerin, soruların ve hatta sorunların oluşmasına yol açacaktır.

Asıl tehlike

Öyleyse, on bir yaşına kadar çocuğu din eğitim/öğretiminden mahrum bırakanlar, aslında onu dinden, dinle ilgili unsurlardan ve din eğitiminden uzak tutmuş ol(a)mıyorlar. Tam aksine, onları rastgele, gelişigüzel, kendiliğinden yürüyen bir din eğitimine mahkum etmiş oluyorlar. Bir başka ifadeyle, din gibi son derece hayatî öneme sahip ve hassas bir olguyla/gerçekle ilişkide onu yardımsız, kılavuzsuz bırakıyorlar. Hatta küreselleşen günümüz dünyasının şartları göz önünde bulundurulursa, donanımsız çocuğu, âdeta her türlü canavarın kol gezdiği bir ormana terk ediyorlar, denebilir.

Belli bir yaşa kadar çocuğun din eğitiminden uzak tutulmasını isteyenler, belki böylece dinin olumsuz etkilerinden onu kurtarmayı sanıyor/düşünüyor olabilirler. Oysa Baltacıoğlu’nun dediği gibi, “Dinin kutluluğu gibi korkunçluğu da kuvvetinden ileri gelir. Din, gücünü insan benliğinin gayrişuuri tabakalarından alır. Din teknik gibi insanın yalnız aklını, sanat gibi yalnız gönlünü saran bir şuur değildir. Din insanın bütün benliğini saran bir şuurdur…” (Baltacıoğlu, 1957.) Din iki ağzı keskin bıçak gibidir. İhmal edilen, cahilliğe bırakılan din yok olmaz; aksine keskin iki ağzından zararlı olanı kesmeye başlar. Aslında iyilik kaynağı olan din, kötülüklerin fideliği haline getirilir. Dinle olumlu anlamda ilgilenmeyen, dolayısıyla etkin ve verimli bir din eğitiminin yolunu tıkayanlar, bu defa dinle olumsuz anlamda ilgilenmeye başlarlar. Tarihte ve günümüzde, hem ülkemizde hem de dünyada bunun somut acı örnekleri çoktur. Hatta, dinle bir güvenlik meselesi olarak ilgilenmek zorunda kalınacak kadar mesele vahim noktalara taşınmıştır. Onun için, çocuğu din eğitiminden mahrum etmek, aslında çocuğu korumak değil, ona en büyük kötülüğü yapmaktır.

İşte asıl korkulacak durum budur. Böyle bir durumda, çocuğun din konusunda ne yapacağını, nereye demir atacağını, inanma ihtiyacını nelerle ve nasıl karşılamaya çalışacağını, kimlerin/hangi odakların elinde din/inanç adına (inkâr ederek veya inanarak) nasıl kullanılan oyuncak hâline geleceğini tahmin etmek adeta imkânsızdır.

Din eğitiminden mahrum bırakmak, her şeyden önce bireyi bir bütün olarak ele alıp bütün yeteneklerini bu bütünlük içinde geliştirmesine yardımcı olması gereken eğitimle bağdaşmamaktadır. Bireyin yaratılıştan sahip olduğu inanma yeteneğini geliştirmeyi ihmal eden, onu görmezlikten gelen bir eğitim, insanın en önemli ihtiyaçlarından birini görmezlikten geldiği için başarısız kalmaya mahkumdur. Hele de bireyin en kritik gelişim evrelerinin yer aldığı ve daha sonraki hayatının belirleyici unsuru olan ilk on bir yaş döneminde din alanında onu kılavuzsuz, yardımsız bırakmanın doğuracağı pedagojik sakıncalar çok vahim olacaktır.

Kısacası, dini ihmal etmek, dolayısıyla çocukları din eğitiminden mahrum bırakmak çare değil; tam aksine çaresizliktir, bireysel ve toplumsal sorunların yolunu açmaktır. Bu anlayış, gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, bilimsel hiçbir dayanağa da sahip değildir.
Din eğitimi olsun da nasıl olursa olsun

Öbür tarafta bu yanlış yaklaşımın tam karşıtı denebilecek bir başka yanlış anlayışa da işaret etmek gerekir. Din eğitimi olsun da nasıl olursa olsun; önemli olan din eğitiminin olmasıdır, diye düşünmek de alabildiğine sorunludur. Değil mi ki adı din eğitimi, artık o ne olursa olsun, din eğitimi adına ne, nasıl yapılırsa yapılsın, mutlaka savunulmaya değerdir, yaklaşımı savunulamaz.

Bu yaklaşım da, özellikle İslam açısından birinci yaklaşım kadar yanlıştır. Zira, insan gerçeğiyle , bireyin gelişim özellikleriyle uyum içinde olmayan, bireyin kapasitesine/hazırbulunuşluğuna, ihtiyaçlarına göre düzenlenmeyen ve sahih dinî bilgilere dayanmayan bir din eğitimi, kaş yapalım derken göz çıkarır. (Aydın, Mart-2010.) Merhum Mehmet Akif’e hak vermemek mümkün mü? Hani o, II. Meşrutiyet döneminde mekteplerde din dersi okutan ve gerekli donanımdan yoksun medreseli hocaların, öğrencilerde dine karşı sempati uyandıracak yerde nasıl antipati oluşturduklarını fark edince şöyle der: Bu muallimlerle mekteplerde din dersi okutmaktansa hiç okutmamak daha az zararlıdır. Çünkü böyle bir din eğitimi, başta İslam’a zarar verir, dolayısıyla da insanımıza.

Din eğitiminin varlığına olumsuz bakanların böyle bir kanaate sahip olmalarında, yanlış din eğitimlerinin olumsuz ürünlerinin etkisinden de söz etmek mümkündür. Dinin ne olduğunu bilmeyenler, kendi çevrelerinde gördükleri din eğitiminin olumsuz sonuçlarını, din eğitimine ilişkin olumsuz kanaatlerini dine de taşıyabilmektedirler. Elbette, yanlış din eğitiminin ürettiği olumsuz sonuçları önlemenin yolu, insanları dinden ve din eğitiminden uzak tutmak değil, sağlıklı din eğitimi sayesinde dinin hakikatıyla onun buluşmasına imkân hazırlamaktır. Ama, herkes bunu farkedemiyor.

Bu iki karşıt anlayışın esasen mantık itibarıyla birbirinden farkları yoktur. Tek farkları, konuşlandıkları köşelerin farklılığıdır. Birincisi, niteliğine, nasıl yürütüldüğüne bakmaya ihtiyaç duymaksızın din eğitimine karşı çıkarken, ikincisi de aynı şekilde niteliğini sorgulamaya hiç ihtiyaç duymaksızın din eğitimini savunmayı şiar edinmiştir. Karşı çıkış da, savunma da gerçeklere, sağlam bilimsel zemine dayanmamaktadır. Bu iki karşıt anlayış, din eğitiminin varlığına kafayı taktığından dolayı bir türlü din eğitiminin niteliği, nasıllığı üzerine düşünmeye yanaşmamaktadır.

İhsan üzre din eğitim

Bu iki anlayış da, Kur’an’ın ruhuyla çelişmektedir. Kur’an, her yapılan işin ihsanla (sağlam ve güzel) yapılmasını öngörmektedir. Bu konuda çokça ayet bulunmakta ve bunlardan biri, her cuma hutbesinin sonunda okunmaktadır. (Nahl, 90.) İhsanı gerçekleştirmek için de, yapılan her işin bilimle, bilgiyle, bilinçle yapılması gerekmektedir. (Zümer, 9.) Öyleyse Kur’an’a kulak veren müminler olarak din eğitimini de bilimsel bir zemine oturtmak zorundayız. Bilimsel bir yaklaşımla yapılan din eğitimi, insan gerçeğine, bireyin gelişim özelliklerine, ihtiyaçlarına, kapasitesine göre düzenlenir. Böyle bir din eğitimi, öğrenciyi merkeze alır; din eğitimi sürecine ilişkin her şeyi, öğrenenin kapasitesine ve ihtiyaçlarına göre belirlemeye çalışır.

Bunun için böyle bir din eğitimi, öncelikle öğrencinin kişiliğini tanımaya ve ona nasıl yardımcı olunacağına yönelik beşerî bilimlerin, eğitim bilimlerinin verilerinden yararlanır. Muhteva olarak da, sahih ve güncel dinî bilgiyi öğretime konu etmeye çalışır. Bu konuda da dinî ilimlerden yararlanır.

Bu yaklaşımla düzenlenen din eğitimi, vahyi, insanın gelişim özelliklerine uygun yöntem ve tekniklerle, muhteva ve araç-gereçlerle planlayıp öğretmeye özen gösterir. Ancak bu sayede o, çocuğun/insanın vahyi olabildiğince doğru anlama, içselleştirme, özümseme ve onunla yaşantısını yönlendirmesine katkı sağlayabilir.

Din eğitimine başlama zamanı

Bu anlayışla meseleye yaklaşınca bireyin din eğitiminin, esasen onun bir canlı olarak çevreyle etkileşim içine girdiği andan itibaren yönlendirilebilirliğinden söz edilebilir. (Anne rahminden başlayarak bebeğin eğilimlerini etkileme/yönlendirme çalışmalarına burada girmek istemiyorum.) Ancak, cevabı dinden gelen, dinle ilgili soruları çocuk sormaya başladığı zaman, ister istemez onun din eğitimi ihtiyacı kendini dayatmaya başlamış demektir. Bu tür soruları sorma zamanı, çocuktan çocuğa farklılaşabilir. Sorunca, artık bu ihtiyaç görmezlikten gelinemez/gelinmemelidir.

Bu din eğitimi ihtiyacını karşılamaya çalışırken izlenecek yol, çocuğun bedensel beslenmesinde izlenen yol gibi olmalıdır. Onun bedensel beslenmesinde gelişim özelliklerine göre ayarlama yapılarak önce anne sütü ile beslenir. Sonra, mama, giderek yemeklerin sularından, yemeklerin içindekilerinden rendelenmiş olanları ve derken büyüklerin yedikleri yemekler yedirilir. Din eğitiminin de, aynen bunun gibi yapılması gerekmektedir. “İnsanlara zihinsel gelişimlerini ölçü alarak konuşunuz.” hadis-i şerifinin işaret ettiği üzre, din eğitimi, çocuğun gelişim özellikleri gözetilerek onun alabileceği kadarıyla ve onun ihtiyacını karşılayacak nitelikte yapılmalıdır. Tam bir çocukça/çocuğa özgü din eğitimi düzenlenebilmelidir.

Bu çerçevede, anlam arayışı ve araştırma merakının uzantısı olarak çocuğun sorduğu sorular din eğitimi açısından tetikleyici unsurlardır/fırsatlardır. “Allah işini rast getirsin, Allah korusun” gibi ifadeleri duyan, oruç tutanları, namaz kılanları gören vs. çocuk elbette Allah’ı orucu, namazı ve bunlara ilişkin hususları vs. merak edip soracaktır. Bu soruları görmezden gelmek ne kadar tehlikeli ise, onları rastgele, gelişigüzel, bilmeden, bilinçsizce, pasif tecrübelerden hareketle cevaplamaya kalkışmak da en az o kadar tahrip edici olabilir. Yapılması gereken, bu soruların cevaplarının, tamamen çocuğa göre, onun ihtiyaçlarını karşılayacak muhteva, dil ve uslupla verilmesini sağlamaktır. Söz gelimi, soru sorduğunda bunu fırsat bilip çocuğu bilgi bombardımına tutmak, Allah ne verdiyse aktarmaya kalkışmak, onun diliyle konuş(a)mamak yahut yanlış bilgi vermek, en hafifinden onun sorularıyla ilgilenmemek veya olumsuz tutum takınmak kadar tehlikeli olabilir.

Kısacası, din eğitimi olsun da nasıl olursa olsun mantığıyla hareket etmek, çocuğu din eğitiminden mahrum etmek kadar risklidir. Çocuğa yönelik sağlıklı bir din eğitimi düzenleyebilmenin ilk şartı, çocuğun gelişim özelliklerini, farklı gelişim basamaklarındaki ihtiyaçlarını tanımaktır. Sonra onun bu özellik ve ihtiyaçlarına denk düşecek dinî bilgileri belirlemek ve bu bilgilerden hangilerinin ne kadarıyla, ne zaman, ne ile, nasıl öğretilebileceğini doğru tespit etmek gerekmektedir. Bütün bunlar, sahih ve güncel dinî bilgi yanında, bireyin tanınması ve eğitimine ilişkin yeterince bilimsel bilgi ve beceri donanımı olmadan bugün başarılacak işler değildir. Üstelik bu dönemde taklit eğilimleri çok öne çıkan çocuklara büyüklerin tutum ve davranışlarıyla güzel örnek olmaları, sözlü iletişimden daha da etkilidir, son derece eğitsel öneme sahiptir.

Bu gerçekler karşısında artık, din eğitimi olsun-olmasın tartışmalarını bırakıp nasıl yaptığımızı konuşalım ve nasıl yapılması gerektiği sorununa çözüm üretelim. Çocuğun din eğitimi konusunda anne-balarımızın ne kadar yeterli bilgi ve beceri donanımına sahip olduğu malum. Gelişmiş ülkeler, anne babaların eksiklerini giderme ve yanlışlarını düzeltme amacıyla kurumsal eğitimi daha önlere çekmiş durumdalar. Kreşler ve ana okulları bu işlevi üstlenmişler. Bizim hem böylesi kurumlarımız yaygın değil, hem bunların programlarında din eğitimine ilişkin unsurlara yer verilmemiş, hem de buralarda din eğitimi yapacak uzman elemanlarımızı yetiştirmiş değiliz. Bırakınız bu kurumlarda ve İlköğretim 1. 2. ve 3. sınıflarda din eğitimini, 4. ve 5. sınıflardaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi bile yakın zamana kadar, din eğitimi formasyonu olmayan sınıf öğretmenleri tarafından yürütülüyordu. Özel formasyona sahip öğretmenlerce okutulamayacak din derslerini programa koymak, evdeki bulgurdan da edebilir.

Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı, sorumluluğunu taşıdığı bütün din eğitimi faaliyetlerini, bilimsel bir yaklaşımla ve yeterli formasyona sahip elemanlar eliyle yürütebilmek için çalışmaktadır.

Kaynaklar
AYDIN M, Şevki, “Kaş Yaparken Göz Çıkarmak”, Diyanet Aylık Dergi, Mart 2010.
BALTACIOĞLU İsmayıl Hakkı, “Dine Doğru”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1957.
BİLGİN Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, 1998, Ankara.