Makale

Edep ve hayat

Edep ve hayat


Prof. Dr. Celalettin Vatandaş

Dil, en temel işlevleri arasında yer alan iletişim aracı olma özelliğinin gereğine uygun olarak mevcut yeni şartlara kendisini adapte etme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle de değişir; değişmiştir ve değişecektir. Zira dinamik bir yapıya sahiptir. Çoğu zaman, işlevini kaybetmiş bazı sözcüklerini ileride tekrar kullanıma sürme ihtimali dahilinde kültürün kırkambar niteliğindeki deposuna atarken, yenilerini ise güncel listesine ekleyiverir. Dil değiştiği ve değişeceği için pek tabii olarak dilimiz de değişiyor ve değişecek de; bunda bir gariplik yok. Fakat ne var ki mevcut duruma bakıldığında dilimizdeki değişim sürecinin bilinen ve beklenen şartların dışında gerçekleştiği kanaati uyanıyor. Yoksa dilimiz üzerinden bir toplum mühendisliğinin nesnesi mi kılınıyoruz diye sorulmadan edilemiyor. Zira her yeni günle birlikte, dilimizde konuyla birazcık olsun ilgili olanları bile şaşkınlığa sürükleyen bir daralma ve sığlaşma yaşandığı gözleniyor. Hayatın, dinin, inancın, duyguların, düşüncelerin, umutların... ifade ve aktarım aracı olan birçok sözcük son sürat bir şekilde sözcük mezarlığına sürüklenirken, sığ ve anlamının sınırları belirsiz yenileri ise gündelik hayatın diline ekleniveriyor. Mevcutlardan bazıları ise sözcük mezarlığına gitmiş olanların da anlam ve işlevlerini sırtlanarak durumu kurtarmaya çalışıyor. Örneğin sadakat, hayâ, nezaket, zarafet, bereket... gibileri hızla bireysel ve toplumsal anlamda hayatın dışına itilirken; dostluğu, sırdaşlığı, samimiyeti, yakınlığı, hemhal olmayı ifade eden arkadaş sözcüğü ise tam bir anlam çarpımına uğrayarak flörtü, cinsel serbestliği, karşı cinsle olan yakınlaşmayı ve hatta metresi, evlilik dışı beraberliği vs. ifade edecek bir boyutta hayatın içerisinde savrulup duruyor.

Dilin önemi sadece iletişim aracı olmasından kaynaklanmıyor. Elbette ki iletişim aracı olarak son derece önemli bir işlev yerine getiriyor ama bunun yanı sıra, hatta daha da önemli bir işlev olarak, kültürü, inancı, dini, geleneği, toplumun tecrübelerini, ahlak sistemini de muhafaza ediyor. Zira tüm toplumsal değerler ve ölçüler dil ile toplumun hafızasında varlığını sürdürüyor. Yine dil aracılığıyla topluma yeni katılmış bireyler aşama aşama topluma uygun üyeler haline getiriliyor; düşünce ve tavırlarıyla, inanç ve eylemleriyle toplumun temsilcileri oluyorlar. Dil bu işleviyle de toplumsallaşma sürecinin en önemli aracı olma özelliğini kazanıyor. Zira hiçbir birey kimlik ve kişiliği, hal ve davranışları, tutum ve tavırlarıyla bir toplumun üyesi olma sürecini bilinçli ve sistemli bir eğitim ve öğretim programının sonucunda kazanmıyor. Tüm bunlar günlük dilde çoğu zaman üstü örtük bir eğitim ve öğretim süreci ile gerçekleşiyor. Örneğin Müslüman toplumunda doğan bir bireye Allah’ın varlık ve sıfatlarını öğretmek için özel bir program uygulamaya hiç gerek yoktur. O birey, dua ve hatta beddualarla donanmış günlük dilde Allah’ı birçok sıfatıyla bilir ve öğrenir. Allah yolunu/bahtını açık etsin, Allah yardımcın olsun, Allah’a emanet ol, Allah’tan kork, Allah belanı versin, Allah canını alsın gibi ifadeler tüm bu sürecin bilgi araçlarını temsil ederler. Birey öğrenir ki Allah, yolları ve bahtları açan, işleri hayra çeviren, affeden, cezalandıran, kahredendir. Dolayısıyla bu birey için Allah, varlığından ve hatta pek çok sıfatından bahsedilmesi gereken bir irade/varlık değil, inancın ve hayatın isteğine/hükmüne göre tanzim edilmesi gerekendir. Benzer şey ahlak sistemini bireylere kazandırmada da yaşanır. Birey toplumunun ahlak sistemini okuldan, kitaplardan çok, gündelik hayatta ve gündelik dil aracılığıyla öğrenir. Ama ne var ki gün geçtikçe daralan ve sığlaşan dilimiz hızla bu en temel işlevlerini kaybediyor. Bireyin toplumsallaşmasına hiçbir katkı sağlamayan, zira toplumsal kimliği yansıtmayan bay bay, kendine iyi bak, lanet olsun, kahrolsun gibi sözcük ve ifadeler hızla gündelik hayatı kuşatıyor. Argo bir dil hayatın temel unsuru haline dönüşüyor. Üniversite öğrencileri bile 300-500 sözcük ile gündelik hayatlarını sürdürür hale geliyorlar. Böyle giderse Müslüman bir toplumun çocuklarına çok da uzak olmayan bir zamanda örneğin Allah’ın varlığını ve sıfatlarını öğreten özel ders programları uygulamaya koymak gerekecek. Bu derslerde bireylerin Allah diye bir iradenin/varlığın varlığını ve sıfatlarını dışarıdan öğrenmeleri sağlanmaya çalışılacağı gibi, bireyler ahlak sistemini de benzer şekilde dışarıdan öğrenmek zorunda kalacaklar: Kitaplardan öğrenilen ve çoğu zaman hayattan kopuk konularda gibi.

Bu gidişat nasıl durdurulabilir? Toplumsal değerlerin hızla sığlaşıp daraldığı, yozlaşmanın âdeta erdemli bir değişim gibi algılanmaya başlandığı günümüz dünyasındaki bu olumsuz gidişatı öncelikle durdurabilmenin ilk adımını nasıl atmak gerekiyor? Edep, bu zor ve sorunlu süreçte can simidi gibi devreye girebilecek bir temel özellik olarak anlam kazanıyor. Bugün özellikle genç kuşakların dilinde yabancı/iğreti bir şekilde duran ve hatta hiç yer almayan edep sözcüğü, yaşanan olumsuz süreci tersine çevirebilmenin birçok imkânını bünyesinde barındırıyor.

Sözlüklerde çoğu zaman terbiyeli olmak gibi son derece dar ve sığ bir anlamla karşılanan edebin önemini, gerek bireysel ve gerekse toplumsal hayatta inşa ve muhafaza ettiği şeylerin kapsamını ve önemini anlamak için toplumsal hafızanın birazcık derinlerine bakmak fazlasıyla yetecek ve artacaktır. Edebi hiç bilmeyen veya sadece terbiye ile karşılayan bugünün insanı örneğin Yunus Emre’nin ilim meclislerinde “Aradım kıldım talep / ilim geride kaldı illa edep, illa edep” tespitini hiç anlayamayacaklardır. Atasözlerinde yer alan anlamıyla “Dinin üçte ikisi edeptir.” tespiti ise oldukça büyük bir abartma olarak nitelik kazanacaktır. Hz Ömer’den nakledilen “Edep, ilimden önce gelir” ifadesi ise sanırım hiç anlaşılmayacaktır. Tüm bunlar da ifade ediyor ki edep, bugün algılanan ve anlamlandırılanın çok ötesinde bir derinliğe ve kapsama sahiptir. Böyle olduğu içindir ki Yunus “illa edep, illa edep” diye yakarmaktadır. Peki nedir edep? Toplumsal hafıza ilginç ve muhteşem bir terkiple edep/b’i (E)le-(D)ile-(B)ele (EDB) sahip olma durumu olarak formüle etmiştir. Zaten kötülükler ya elden, ya dilden ya da belden gelmiyor mu; ya da bir diğer ifadeyle eli-dili ve beli olması gereken şekli ve işleviyle kullanmak hayatı anlamlı, sahibini de şerefli ve değerli kılmıyor mu?

Artık bugünün dilinde, gündelik hayatın dilinde maalesef edep yok; çünkü popüler kültürün bilgisiz ve bilinçsiz taraftarları haline gelmiş, insani değerleri daha çok görünüme aktarmış kuşakların zihin dünyalarında el-dil-bel bağlantısını kurabilme kabiliyeti yok. El-dil-bel ile hayat arasındaki bağlar kopmuş veya zayıflamış durumda. Bilmek gerekiyor ki bireyin adam olması da, toplumun adam olması da el-dil-bel denklemini sapasağlam tesis etmekten geçiyor. Dil ise tüm bu üçleme de çok özel bir yerde duruyor. Zira o, sadece el ve bel olgusunu dışa vuran bir araç değil, aynı zamanda el ve bel olgusunu inşa eden bir özne olarak değer kazanıyor. O halde bugün gerek bireysel ve gerek toplumsal açıdan dilimize, ama bizi biz yapan dilimize sahip çıkma sorumluluğumuzu en üst düzeyde tutmak durumundayız. Toplumsal dilimizi (lisanımızı) muhafaza etmeliyiz ki bünyesinde barındırdığı değerleri yaşayalım ve yaşatalım; bereket, hayâ, onur, izzet, sadakat, sabır... tekrar hayatın temel dinamikleri haline dönsün. Bireysel dilimizi muhafaza etmeliyiz ki; kişiliğimizi, onurumuzu lekeleyen boşboğazlık, saçma-sapan konuşmak, dedikodu, birilerini çekiştirme gibi tüm kötü ve aşağılık şeyler yok olsun ve sözün namus olduğu, söz ile hayatın anlam ve değer kazandığı durumlar tekrar inşa olunabilsin. Eğer bu yapılırsa edep/b’in diğer iki unsuru olan el ve bel süreci tamamlama adına, adam olmamızın veya adam olarak kalabilmemizin unsurları olarak devreye girecektir/girmesi mümkün olabilecektir.