Makale

Tuna'nın Hasreti

Tuna’nın Hasreti
Muammer Yılmaz

Sadece canlı olan insan mıdır? Cansızların bile bir ağzı, dili, bir gönlü olduğuna göre sular ve nehirler de her zaman canlıdır. Aslında her damlası (katresi) gözyaşı olan, bir an önce sevgiliye (Yaradan’a) kavuşmanın heyecanı ve aceleciliği içinde başını taştan taşa vuran sular; kimi yerde durgun, kimi yerde kızgın, bir küheylan gibi durmadan akarlar.

Hiçbir millet bizim gibi deniz ve nehirler ile haşır neşir olmadı. Medeniyetlerini ağaç ve su üzerinde kurmadı. Onların koynunda yatıp her damlasını kana kana içmedi, gönlünden, dilinden anlamadı. Onunla birlikte sevinip, hüzünlenip ağlamadı.

Daha çok deniz, daha çok su ve nehir diyerek kıtalardan kıtalara koştuk, onlarla birlikte doğduk, yürüdük, çağladık.

Nehirler de insanlara benzer. Bahtlısı vardır, bahtsızı vardır. Bazıları ise insanlar gibi garip, kimsesiz ve öksüz doğmuşlardır. Bunlar vatanlarından ayrı düşenlerdir. Asya kadar büyük, Arif Nihat Asya hocamızın diliyle “Bizden doğup da bize dökülmeyen”, bizi istemeyerek terk eden Fırat, Dicle ve Aras gibi.

Beş bin yıllık muhteşem bir maziye sahip Türk Milletinin dilinden ve gönlünden düşürmediği nehir(lerimizin) başında içeride kan gibi damarlarımızda akan, makus talihimizin döndüğü Sakarya. Bizi hazin hazin terk eden Fırat ve Dicle. Veyselimizin diliyle; ”Zara Dağlarında toplaşan, Sivas’ı, Kayseri’yi, Nevşehir’i, Ankara’yı dolaşan, Yeşilırmak ve Sakarya ile koklaşan” Yunusumuzun aşkı ile çağlayıp coşan Kızılırmak.

Dışarıda Osmanlı’nın zaferini doya doya tadamayıp, için için ağlayan Prut. Türk’ün haşmeti ile doğrulan Yayık (Ural), İdil (Volga), Selenga ile Kürşad’ın bağrında uçurduğu Göktürk Kitabeleri’nin tapusu ve kapısı olan Orhun.
Türk’ün asırlarca yanında bulunduğu Tuna, Yahya Kemal “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkandır, nehir varsa Tunadır.” derken, Doğu’da Ötüken, Orhun, Tanrı ve Altay Dağları, Batı’da Balkanlar, Tuna ikiz kardeştirler. Birisi Doğu, diğeri Batı Türklüğü’nün mihenk taşlarıdırlar.

Nehirlerin gönlünden ve dilinden en çok anlayanlar çelik bilekli, mangal yürekli yiğitler yanında şair ve yazarlardır. Onların nesir ve manzumelerinde başka bir renge bürünürler; âdeta canlanıp, dillenip, sizlerle tatlı tatlı konuşurlar ve bu halleriyle daha da güzelleşirler.

Türk’ün tarihi ile yaşıt olan ve hatta onları da geçen Tuna’nın gönlümüzde apayrı yeri vardır. Tuna, Türk’ün Avrupa’daki tarihe damgasını asırlarca vuran mührü, remzi ve mirası olmuştu. Tarih, Tuna’nın o masmavi deryayı andıran sularında yıkanır, dinlenir, şahlanır, sükût eder; yüreğimizde bir hüzün, gözlerimizde bir yaş olarak ayrı bir kişilik kazanır.

Tuna her Türk’ün kalbinde kökleşmiş, gürbüzleşmiş, bizi asırlardır madden ve manen besleyen ruhumuzla mayalaşmış, benliğimiz ile sevdalanmış bir bütün olmuştur. Çınar ve söğütlerinin nazlı bir gelin gibi sallanışının, sularında oynaşan yayın ve sazanların, bendini yıkan selinin ve dalgalarının ihtişamından açılan, sönen ve kapanan bir devrin sembolik izleri görülür. Kıyı, köprü ve yollarında tarih olmuş devirlerin menkıbeleri duyulur, hikâyeleri okunur.

Küheylanlar sırtında Bora (Gazi Giray) olup esen, aslan olup kükreyen, kıtalara otağ kuran nice sultan ve cengaverlerimiz; suyundan içmiş, yıkanmış, abdest alıp huşu ile namazını kılmıştır.

Tuna’nın gümüş raksında, mehtapla yıkanan bedeninde Türk’ün türküleri, hasretlikleri, kahramanlıkları duyulur. Tuna; Mohaç’da, Niğbolu’da varak, Estergon’da subaşı duraktır. Zaferlerimizle coşan, yüce Yaradan’ına koşan Tuna; Plevne’nin yarası, Viyana’nın yası, hezimeti ile karalar bağlar. Osmanlı’nın buradan, buralardan çekilmesiyle garip ve kimsesiz kalan nazlı Tuna; yalıları, kıyıları, çınarları, salkım söğütleri, üzerinde raks eden kuşlarıyla yıllarca ağlamış, sararıp solmuş, garip ve yalnızlığını mısralara dökmüştür:

Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış.
Gül bahçesinde baykuşlar öter,
Şu viranelik eski bağlarmış.
Söğüt dallarında hasta serçeler,
Eski akın destanını heceler.
Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
Göğsünde kefensiz şehitler varmış.
1877-1878 Osmanlı-Rus, 1912 Balkan Savaşları, sonrası Tuna tamamıyla yetim kalır.

Şair Ahmet Pekşen Tuna’nın hicranını, gerginliğini, yalnızlığını paylaşırken kurumamasını, metin olmasını, esir edilemeyeceğini, hiçbir kuvvetin kendisini ezemeyeceğini söyler. Bulanık akan mahzun Tuna’yı mısralarıyla teselli edip gözyaşlarını kalbine akıtır:

Tuna yurdunda garip, çırpınıyor boş yere
İvan’ a alışmamış, hasrete Ahmetlere.
Matemin yeri bugün, yaş dök, ağlayan Tuna,
Bir gün gülersin elbet, şimdi ağlayan Tuna.
Kurumuş kaynakların, nazar değmemiş suyuna,
Esir yaşamaktansa, hür ol kahraman Tuna.
Bilirim baş koymuşsun, hak davanın uğruna,
Seni seller tutamaz, baskı ezemez Tuna.

Şanlı tarihimizin altın sayfaları arasında şiirleşen, güzelleşip ulvileşen Tuna. Sen asırlardır tarihimiz, edebiyatımız musikimiz, menkibelerimiz, örf ve âdetlerimizle ruhumuzda yaşıyor, damarlarımızda dolaşıyor, akıyorsun. Hasretini ve hasretimizi kardeşlerin olan Sakarya, Kızılırmak, Yeşilırmak, Fırat, Murat, Dicle’ye bakarak gideriyoruz.

Başı dumanlı, gönlü yaralı Tunam, sakın kuruma. Sen gönlümüzde ve ruhumuzda “Tarihleşen ve Türkleşen” bir sevdasın, kıyamete kadar da öyle kalacaksın.