Makale

Avrasya'da kadim bilgi ve hikmetin temelleri

Avrasya’da kadim bilgi ve
hikmetin temelleri
Doç. Dr. Mehmet Vural
YBÜ İnsan ve Toplum Bil. Fak.

Kur’an ayetleri, insanları kendileri hakkında düşünmeye, âlem, eşya ve metafizik üzerinde akletmeye, ibret almaya ve değerlendirme yapmaya yönlendirmektedir. Kur’an “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9.); “Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı? Aklettikleri kalpleri, işittikleri kulakları yok mu? Kör olan gözleri değil, göğüslerindeki kalpleridir.” (Hacc, 22/46.) diyerek bilmeyi ve öğrenmeyi öncelemektedir.
Hz. Muhammed de “İlim müminin yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır.” ve daha birçok hadisleriyle Müslümanları ilim öğrenmeye ve öğretmeye teşvik etmiştir. Müslümanlar da ayet ve hadislerden güç alarak ilim tahsiline ve gerekiyorsa bu yolda uzun seyahatler (rihle) yapmaya tarih boyunca büyük çaba sarf etmişlerdir.
Müslümanlar ilim öğrenmede, kadîm bilgi ve hikmeti keşfetmede, hakikatin tek olduğu, vahyin ve ilmin ortaya koyduğu ilkelerin birbiriyle çelişmeyeceği düşüncesini hareket noktası olarak almışlardır. Çünkü Müslümanların nazarında hakikat, hakikate ters düşmez. (İbn Rüşd, Faslü’l-makâl, çev. Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul, 1992, s. 35.)
Batı’dan Doğu’ya etkilenmeler
İslam düşüncesinin oluşumunda, temel kaynaklar olan Kur’an, sünnet ve dinî ilimlerin yanı sıra Arap, Türk, İranlı vb. milletlerin İslam öncesi kendi kültürlerinin ve başka yabancı fikirlerin etkisi olmuştur. Müslüman düşünürler bütün bu kaynaklardan az veya çok fikirler alarak, onları kendi dünya görüşüne göre tahlil ve terkip ederek benimsemişler veya tenkit etmişlerdir. Bazen çok farklı kaynaklardan aldıkları zıt fikirleri uzlaştırmışlardır. Bütün bu fikrî faaliyetlerin yanı sıra önceki filozoflarda olmayan kendilerine özgü yeni nazariyeler ve doktrinler oluşturarak insanlığın ortak mirasına katkıda bulunmuşlardır. (Mehmet Bayrakdar, İslâm Felsefesine Giriş, Beyaz Kule Yayınları, Ankara 2008, s. 148.) Bu şekilde oluşturulan gelenek, yüzyıllar boyunca gelişerek İslam medeniyetinin canlı ve dinamik bir şekilde günümüze ulaşmasını sağlamıştır.
Müslümanların ilim ve felsefedeki çabaları sonucunda Asya, Afrika ve Avrupa’da İslam medeniyeti gelişmiş, Emevi, Abbasi, Endülüs, Selçuklu, Osmanlı gibi birçok coğrafyada dinî ilimlerden felsefeye, tabii ilimlerden müziğe, mimariden edebiyata birçok alanda önemli eserler ortaya koymuşlardır. İslam dünyasında çok hızlı gelişen ilim, felsefe ve fikir hayatı, sadece İslam dünyasını değil, bütün insanlığı aydınlatmıştır. İbn Haldun’un haklı tespitiyle, insanların bulundukları coğrafya bir bakıma onların kaderleridir. O ortam içerisinde ürettikleri bilim, teknoloji ve fikrî birikimlerin komşu coğrafyalarla iletişime geçmesi kaçınılmazdır.
İnsanlığın ortak kültürünün yaşayan dokusunun oluşumunda bütün milletler birbiriyle etkileşim ve yardımlaşma içerisinde olmuştur. Bu bağlamda hiçbir milletin ürettikleri ürünlerin özgün olduğu söylenemez. Örneğin bugün neredeyse mucizevî bir özgünlük abidesi olarak tasavvur edilen Yunan düşüncesinin de gerçekten özgün olup olmadığı meselesi derinlemesine sorgulanabilir. Nitekim Yunan düşüncesinin temelinde Hint’ten Fenike’ye, Mısır’dan Babil’e kadar uzanan fikirlerin bulunduğunu Eflatun Timaios adlı diyaloğunda “Ey Yunanlılar, siz Mısır’daki matematik karşısında çocuksunuz!” sözleriyle dile getirmiştir. O, ideler kuramını Mısır’daki rahiplerden, bazı metafizik ve ahlak ile ilgili görüşleri Yahudilerden öğrenmiştir. Bu yüzden Eflatun’a “Yunanca konuşan Musa” denilmiştir. (Mehmet Bayrakdar, “Eflâtun Yunanca Konuşan Musa mıydı?”, İslâm Düşüncesi Yazıları, Elis Yayınları, Ankara, 2004, s. 263.) Dolayısıyla dünyada özgün denilebilecek insan üretimi görüşler neredeyse yok gibidir.
Müslümanlar ilim ve fikirde, İran, Hint, Antik Yunan başta olmak üzere bütün dünyaya açık olmuşlar, İslam dini ile ters düşmeyecek ilimleri almakta, tercüme etmekte ve onlardan faydalanmakta tereddüt etmemişlerdir. Özellikle Müslümanlar Batı kültürü ve felsefesini korumada, tercüme, tahkik ve istinsah suretiyle yaşatarak büyük katkılar sağlamışlardır. Bu katkılar, söz konusu Antik Batı mirasının büyük bölümünü kaybolmaktan kurtarmıştır. Böylece Müslümanlar evrensel bilim ve fikre büyük katkı sağlamıştır. Bu katkılara bir de Batı düşünce tarihini köklü ve derin İslam kültürüyle zenginleştirme faaliyetini de ilave edersek, Müslümanların Batı kültürü üzerinde haklarının başka hiçbir millete nasip olmayacak kadar büyük olduğunu görürüz.
Doğu’dan Batı’ya etkilenmeler
Batı düşünce ve felsefesinin kaynaklarından biri, hatta en önemlisi İslam düşüncesidir. Müslümanların 635’te Suriye’yi, 652’de Sicilya’yı, 710’dan itibaren İspanya’yı fetihleri, 837-849 yılları arasında Güney İtalya şehirlerini ele geçirmeleri, IX. yüzyılda Güney Fransa’dan Alplere kadar akımları, Batı dünyası ile İslam dünyasını karşı karşıya getirmiştir. Bu karşılaşmada önceleri korku ve telaş yaşanırken; daha sonra İslam medeniyetinin üstünlüğünü tanıma imkânı olmuştur. Müslümanlar nasıl başlangıçta önceki medeniyetlerin bilim ve felsefelerine ilgi duydularsa, benzer şekilde Batılılar da X. yüzyıldan itibaren Müslümanların bilimsel ve felsefi mirasına ilgi duymaya başlamışlardır.
Müslümanların Batı düşüncesiyle ilişkisinde, Eflâtun, Aristoteles, Plotinus, Proclus gibi Antik Yunan filozoflarının taşıyıcısı olmaları, ayrıca ürettikleri ve geçirdikleri fikrî birikimle etkileyici olmaları şeklinde iki yönlü etki söz konusudur. (Abdurrahman Bedevî, Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslâm’ın Rolü, çev. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2010, s. 31.) Batı, XII. ve XIII. yüzyıllarda Yunan filozoflarını Grekçe kökenlerin kaybolması nedeniyle Müslümanlar vasıtasıyla tanımıştır. Bunda Toledo ve Sicilya’da Arapça’dan Latinceye yapılan tercümelerin etkisi çok olmuştur. Toledo gibi şehirler binlerce Arapça yazma eserin bulunduğu büyük kütüphaneleriyle tanınmaktaydı. Toledo Patriği Raimondi (1126-1152) Arapça yazılmış kitapların İbranice ve Latince’ye tercüme edilmesini teşvik etmiştir. Bu çeviri faaliyetleri, onu izleyen birçok Batılı tarafından devam etmiştir. Halife Me’mun’un Beytülhikme’de (830) Grekçe ve Süryanice’den Arapça’ya tercümeler vasıtasıyla oluşturduğu felsefi kültürel zenginlik, benzer şekilde Arapça eserlerin tercüme edilmesiyle Avrupa’ya büyük fikrî zenginlik kazandırmıştır. İber yarımadasında yaşanan bu kültürel alışveriş sonrasında Gerbert d’Aurillac gibi hikmeti arayan Avrupalılar, Endülüs’teki Kurtuba ve Gırnata gibi şehirlere akın etmiştir. Böylece Batı düşüncesinde gerçek bir Rönesans hareketi başlamıştır.
Avrupa’da bu tarihten önce (XI. yüzyıl) bilimsel çalışmalar oldukça sığ ve din adamlarının çalışmalarıyla sınırlıydı. Bu durumu değiştirecek olan Müslüman bilim adamlarının eserlerinin Arapçadan Latince gibi Batı dillerine tercüme edilmesiyle sağlanmıştır. Bu tercümeyi yapanların başında Dominicus Gundisalinus ve Juan b. Davud gibi düşünürler gelmekteydi. Kültür alışverişinin tüm canlılığı ile yaşandığı bir diğer merkez Sicilya olmuştur. Norman Kralı Ruggero II’nin İslami ilimlere olan ilgisi nedeniyle burada Müslüman, Hristiyan, Yahudi bilim adamlarının bir arada çalıştıkları bir akademi kurulmuştur. Burada da Toledo benzeri çeviri faaliyetleri, XIII. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu faaliyetlerin sonucunda Farabi, İbn Sina, Gazzali, İbn Cebirol, el-Harizmi gibi filozofların eserleri Batılılar tarafından tanınmıştır.
Batı’da yapılan bilimsel çalışmaların artması, gelişmesi, hatta bilim ve edebiyat alanında yapılan Rönesans’ın oluşumunda, kadim bilgi ve hikmeti taşıyan Müslüman bilim adamlarının mirasına sahip çıkmalarının rolü inkâr edilemez. Bu çeviri faaliyetleri aynı zamanda İspanyolca başta olmak üzere Avrupa dillerine Arapça’nın ve Müslüman bilim adamlarının kullandığı kavramların girmesiyle, bu dillerin gelişmesinde de olumlu katkı sağlamıştır. Örneğin Endülüs’te İspanyolca, Arapça, Latince başta olmak üzere yedi dilin karışımından oluşan “Endelüs Acemicesi” adında bir dil meydana gelmiştir.
Müslümanların Batı bilimsel düşüncesinin gelişmesinde oynadıkları rol, hemen hemen bütün bilim dallarında açıkça görülür. Örneğin logaritma, sıfır rakamı, ondalık sayı düzeni, işlem yapılmasında zor olan Romen rakamları yerine “gubar” adı verilen bugünkü sayı sistemini Batı’ya kazandıran el-Harizmi gibi Müslüman düşünürler olmuştur. Özellikle Batı’da bilim alanındaki gelişmelerde İbnü’l-Heysem, Cabir b. Hayyan, İbn Zühr, el-Harizmi, Musaoğulları gibi düşünürlerin eserlerinin tercüme edilmesi oldukça etkili olmuştur.
Muhammed Zekeriyya er-Razi, İbn Sina ve ez-Zehravi gibi filozofların tıp alanındaki çalışmaları altı asır boyunca Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Doğu ve Batı düşüncelerinin etkileşimi müspet ilimlerle sınırlı kalmamış, zengin dinî ve kültürel birikim karşılıklı etkileşime girmiştir. Örneğin Farabi, St. Thomas ve Albertus Magnus’u; İbn Sina, William of Occam, Musa b. Meymun ve Descartes’i; Gazzâlî, Pascal, Descartes, Kant ve Hume’u; İbnü’l-Arabi Dante’yi, İbn Rüşd, Roger Bacon ve St. Thomas’ı derinden etkilemiştir. Bu listeyi çok daha fazla uzatmak mümkündür. Bu filozofların fikirlerini daha iyi anlamak için etkilenmiş oldukları kadim İslam medeniyet ve kültürünü bilmek gerekmektedir.
Burada şu açıklıkla söylenebilir ki; Batı’da XIII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar ortaya çıkan belli başlı önemli felsefi ve fikrî akımlar, büyük ölçüde Müslüman filozofların mirasına borçludur.
Sonuçta, XV. yüzyılda Batı’da İbn Rüşdçülük, Rönesans ve Reform hareketlerinde büyük rol oynamıştır. Özellikle XVII. yüzyılda İbn Tufeyl’in fikirlerinin Batı’da taraftar bulmasıyla Aydınlanma devri olarak adlandırılan yeni devir başlamıştır. Dolayısıyla Batı’da bilim ve felsefenin yeniden doğuşu tamamen İslam’ın tesiri ile olmuştur.
Sonuç yerine
Kazakistan’da Farabi, Özbekistan’da Biruni, Türkmenistan’da İbn Sina, İran’da Razi, Irak’ta Musaoğulları, Mısır’da İbn Yunus, Kırım’da Akkirmani, Bulgaristan’da Ahmet Cevdet Paşa, Yunanistan’da Yanyalı Es’ad Efendi, İstanbul’da Kâtip Çelebi, Fas’ta İbnü’l-Benna, Tunus’ta İbn Haldun, İspanya’da İbn Rüşd gibi birbirinden çok farklı düşünürlerin farklı coğrafyalarda İslam’ın kadim bilgi ve hikmeti ışığındaki ürettikleri bilgi, İslam medeniyetine ve insanlığa büyük katkı sağlamıştır. Avrasya’daki iki coğrafyanın merkezini oluşturan İstanbul ise, Antik dönemden Fatih dönemine, ardından Lale devri ve Tanzimat sonrası dönemden bugüne kadar ilmî ve fikrî merkezlerden biri olmuştur.
İslam’ın kadim bilgi ve hikmet geleneği, birçok farklı fikri bünyesinde barındırmış, yüzyıllar boyunca birçok filozof ve yüzlerce düşünce okulu meydana getirmiştir. Başkalarının düşüncelerine saygılı, itikadi ayrılıkları mesele yapmayıp hakikatin ortaya çıkmasını arzulayan ve rekabet hâlindeki bu bilgi mirası, Müslümanların en büyük zenginliği olmuştur.
Sonuçta Doğu ve Batı’nın zengin kültürel mirasının taşıyıcısı olan Avrasya coğrafyası, iletişim yollarının ve bilgi teknolojilerinin hızla gelişmesiyle tarihte oynadığı rolü devam ettirmekte, küreselleşen dünyamızda daha da önem kazanmaktadır.