Makale

Yazı ve yazmak üzerine

Yazı ve yazmak üzerine
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Tarihi yazının icadı ile başlatan yaklaşımın önümüze koyduğu düşünce basamağı şu oluyor: Tarih “geçmişin bilimi”dir ve bu alanda bize gerekli olan malzemeyi de yazılı kayıtlar üzerinden sağlarız.” Şüphesiz buradaki “tarih” ile kastedilen şey, tarih dediğimiz olguyu konu alan bilimdir. Tarih olgusu ise insanlığın yeryüzü macerası ile eşdeğerdir. Başka bir şey: Tarihi yazı ile başlatan yaklaşım bu konudaki kesin gerçeği temsil etmiyor. Bunu söylemek için tarih uzmanı olmak da gerekmiyor. Çünkü tarih bilimi kendisi için gerekli olan “malzeme”yi sadece yazılı belgelerden sağlıyor değil; arkeolojik kazılarda elde edilen bulguların tarih bilgimize katkısı ortada. Yine de, tarih ne ile başlatılırsa başlatılsın gerçek şu ki yazı, insanlık ve medeniyetler tarihinin temel yapı taşlarından biri olma özelliğine daima sahip olacaktır.
Bence insan zihninin tekerleğe ulaşması, yazıya ulaşmasından daha az önemli değildir. Her iki yolda da zihin çok emek vermiş, çok ter dökmüştür. Fakat insanlığın bu iki büyük buluşu arasında mutlaka bir derecelendirme yapmak gerekirse yazının icadını önce zikretmek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü tekerlek sonuçta zihnin haricinde fiilen var olan maddi bir kütlenin (söz gelimi ağaç gövdesinin) “daha yararlı” bir şekilde kullanıma sokulmuş hâlidir. Zihin bu işlemde, çok hoşlandığı, eşyanın elle tutulur olma hâlinden yararlanmıştır. Bu da ona tekerlek sentezine ulaşmada kolaylık sağlamıştır. Yazının icadı ise daha dikenli bir yoldur. Burada zihnin elindeki malzeme olan ses, maddi oluştan tamamıyla uzaktır. Bu da kulağa hitap eden bir olgunun göze hitap eder hâle getirilmesi, yani insan hançeresinden çıkan en küçük ses birimlerine verilen adlarına harf dediğimiz “çizgi-şekil”lerle temsil edilmesi, kısaca zihnin görünmezden görünene doğru bir sıçrama yapması yani sesi harfe dönüştürmesi söz konusudur. Bu aşamadan sonra yapılan iş ise bir tür mühendisliktir. Temel yapı maddesi (harf) temin edilmiş ve artık iş, insanın ürettiği anlamlı sözlerde yer alan sesleri tek tek resmetmeye kalmıştır. Şu hâlde zihnin tekerleğe ulaşmak için kat ettiği yol, yazıya ulaşmak için kat ettiği yoldan daha kısadır. Dolayısı ile hiçbir somut delile ihtiyaç duymaksızın, yazının tekerlekten daha sonra keşfedilmiş olduğunu söylemek mümkündür.
Yazının başlıca özelliği somutlaştırma ve kalıcı kılmadır. Yazının, bu özelliği ile sosyal ilişkilerimizde oynadığı rolün önemi inkâr edilemez. Senetler, çekler, dilekçeler, mülkiyet belgeleri sonuçta yazı unsuruna dayanıyor. “Değişmez” dediğimiz “Kader”e “yeni dil”de “yazgı” denilmiş olması da yazının kalıcılık özelliğine işaret etmesi açısından anlamlıdır.
Hayatın içinde böylesine yer alan yazı ile kayıt altına alma işi, bir hayat kitabı olan Kur’an’da elbette hak ettiği yeri alacaktı. Borçlanma ayeti diye bilinen Bakara suresi 286. ayetinde, borçlanmaların kayda geçirilmesi ve bunun nasıl yapılacağı yönündeki ifadelerde, yazıcı ve yazmak kelimeleri (emir ve mastar/isim şeklinde olmak üzere) dokuz kere kullanılmıştır.
Kur’an yazının kalıcı kılma özelliğini kendine has edebi üslup içinde bir vurgu ve pekiştirme unsuru olarak kullanır. Nitekim Allah’ın koyduğu bir hükmün açıklanması yanında o hükmün kesinlik ve değişmezliğine de vurgu yapılacaksa “Allah hükmetti” yerine “Allah yazdı” ifadesinin kullanılmış olduğu görülür: Allah, “Şüphesiz ben ve peygamberlerim galip geleceğiz, diye yazmıştır.” (Mücadele, 58/21.) “De ki, bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir.” (Tevbe, 9/51.) ayetleri bunun sadece iki örneğini oluşturuyor.
Yazı yazdığımız araca kalem diyoruz. Kalem deyince kâğıdı hatırlamadan edemiyoruz. Bunların insanlık için ifade ettiği önemi teslim ediyoruz. Kendisi de yazılı bir belge olan Kur’an, kaleme ve onun üzerinde işlediği yazı malzemesine özel bir önem atfeder. Hatta sürelerinden birinin adı da “Kalem”dir. Ancak unutmayalım ki kalem de kâğıt da yazı için var. Nitekim kaleme yemin eden ayet, hemen ardından işi yazı ve satır olgusuna bağlar: “And olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına.”
Yazı deyince satır kavramı da kendiliğinden gündeme geliyor. Yazı dünyasında satır, harfler, kelimeler ve anlamlar arası hiyerarşik bir düzen ve intizamın simgesidir. Anlatıma güç kazandırmak istenildiğinde bazen “yazmak” yerine “satırlara dökmek” ifadesinin kullanılması satırın yazı için ifade ettiği öneme işaret eder. Bu bakımdan, “Yayılmış ince deri sayfalara satır satır (düzenle) yazılmış kitaba and olsun ki…” (Tur, 52/2.), ayetindeki satır vurgusu Kur’an’ın her bakımdan sahip olduğu düzen ve sisteme işaret eder gibidir. “İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) satır satır yazılmış bulunuyor.” (İsra, 17/58.) “Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.” (Kamer, 54/53.) ayetleri de aynı işarette bulunuyor.
Okuma yazma bilsin bilmesin insanın yazı ile sıkı bir ilişkisi olmuştur. En basit örneği ile söyleyelim: Dünyaya geldiğimizde bize bir isim verip ‘kütüğe’ kaydediyorlar. Ölüyoruz, mezar taşımıza yine bir şeyler yazıyorlar. Nüfus kütükleri pek suskundur. Birer kelimelik cümleler yazılır; “Adı”, Soyadı”, “Anne adı”, “Baba adı” sorgularının karşısına. Nüfus memurundan başka aşinası pek yoktur kütüğün. (“Kütük”ten söz edince yanlış yazılmış isimlerin zamanla başımıza ne sıkıntılar açtığını düşünmekten kendimi alamadım. İş buraya gelince de Fuzuli’nin, işini iyi yapmayan kâtip hakkında kaleme aldığı, “Eli kırılsın” diye başlayan o ünlü manzum bedduasını hatırladım.)
Modern teknolojinin getirdiği sesleri kaydedebilme imkânı yazıyı devre dışı bırakmış oldu mu? Hayır. Eğer öyle olsaydı bütün ses kayıt malzemesinin üzerindeki tanıtıcı yazılara rastlamazdık. Seslerin olduğu gibi kaydedilip saklanması yöntemi kaydedilen sesin ömrünü biraz daha uzatmaktan öteye geçmiyor. Üstelik ses hâlâ kulağa hitap etme aşamasındadır; görsel hâle gelebilmesi için harf dediğimiz o çizgi-şekil elbisesini giymeye ihtiyacı vardır. Bu sebeple yazının saltanatı hiç bitmeyecektir. Yazının söz ve düşünceye kazandırdığı kalıcılık niteliğini “söz uçar, yazı kalır” sözü önemle vurguluyor. Faruk Nafiz’in, ünlü “Han Duvarları” adlı şiirini her okuyuşumda “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış”ın, yolculuğu boyunca konakladığı hanların duvarlarına yazdığı dörtlüklere borçludur, diye düşünmüşümdür. Çünkü şiir bu dörtlükler üzerinden yol alıp gitmektedir. Bence Şeyhoğlu Satılmış, duygularını ve yaşadıklarını han duvarlarına –belki de kalem bulamadığı için mesela bir çivi ile– “kazımasaydı”, bu şiir hayat bulmazdı.
Hayatı, “yazı ile başlayıp yazı ile biten bir süreç” diye tanımlasam yanlış mı yapmış olurum? Kitabın hayatımıza girmesini yazıya borçluyuz. Kitap, zaten yazmak/yazılmış şey demek. Yazı, kâğıt ve benzeri malzemeye değil de mermere, tunca yazıp önemli bir olguya, bir bilgiye atıf yapmak üzere bir yerlere sabitlenince “kitabe” oluyor. Mezar taşları için üzerlerindeki yazılar olmazsa olmaz gibidir. Bir solukta bitiveren bir hayatın geride bıraktığı en anlamlı izdir o yazılar. İnsanın faniliğini vurgulayan o değişmez mesaj, yazı ile zihinlerde kalıcı kılınmaya çalışılır, “Hüvelbaki” (insan sonlu ve geçici; Allah’tır kalıcı ve sonsuz olan) diyerek.
Her kalem tutan el kendine has birtakım karakteristik özellikleri harflere verdiği biçimler üzerinden kâğıda sindirir. Bu sebeple, el yazısı bir metnin söyledikleri sadece, o metinde açıkça ifade edilenlerle sınırlı değildir. Kişilik özelliklerinden tutun, kalemini kâğıtla buluşturduğu sırada içinde olduğu ruh hâline, duygularına kadar birçok “iz” el yazısında kendini gösterir. Yazı makinalarının devreye girmesi yazım işinde insan elinin istenmeyen ortağı oldu âdeta. Elyazması kitaplar artık tamamı ile birer tarihî belge niteliğine büründü. Basılı kitap okuyucunun hayatına hâkim oldu. Böylece bilgi yaygınlaştı ama insan elinin yazarken kâğıda sindirdiği güzellikler, özel mesajlar, işaretler yok oldu. Okuyucu, özellikle işi yazmak olan insana ait bazı özellikleri yazılı malzeme üzerinden fark etme şansını büyük oranda -belki de tamamen- yitirdi. Dostlar arasındaki yazışmalarda el yazısı kullanmak niçin önemlidir? Sevdiğiniz bir kimsenin size elle yazmak yerine “daktilo”dan çıkmış bir mektup göndermesi hoşunuza gider mi? Hangi biçim ve kalitede olursa olsun el yazısının okuyucusuna söylediği özel şeyler vardır. Bu yüzden eski kitapların bulunduğu kütüphaneler benim için kütüphaneden öte bir şeydir. Elime aldığım yıpranmış bir kitabı incelerken, eski sahibi tarafından kenar boşluklarına yazılmış notlar ilgimi çeker. Çok kere bu notları oluşturan harfler bile bana bir şeyler söyler. Kurşun kalem mi kullanılmış, mürekkep mi, buna bile dikkat ederim. Kitap sahibinin zihin dünyasına misafir olurum, duygularını hissetmeğe çalışırım. Hele böyle kitapların içinden çıkan, irili ufaklı kâğıtlara yazılmış mektuplar, notlar, şiirler, beyitler… Hepsinin bana söyleyeceği çok özel şeyler vardır. Bu yazıları yazanların, notları bırakanlarının -her şey bir yana- belki de hiç akıllarından geçmeyen bir kazançları var: Yazının kalıcılığı üzerinden faniliğimize yönelik birer tefekkür penceresi açan bu notlara her bakışımda, onların sahiplerine rahmet dilerim.