Makale

Doğumunun 800. yılında Bir Din Adamı Olarak Nasreddin Hoca

Doğumunun 800. yılında
Bir Din Adamı Olarak
Nasreddin Hoca

Mustafa Özçelik

Medeniyet tarihimiz, tam anlamıyla bir “şahsiyetler galerisi”dir. Bu galeri içindeki onlarca büyük insan yaşadıkları zamana ışık tutmuş, her biri farklı özellikleriyle birer toplumsal önder olarak hem kendi insanına hem de bütün insanlığa faydalı olmuşlardır. Böylesi insanlardan bugün için de yararlanmak, önemli bir meseledir. Durum böyle olmasına rağmen bu tür şahsiyetleri sahih bir biçimde anlama ve anlatma noktasında ortada ciddî sıkıntılar var. Herkes, kendine göre bir tanımlama yapıyor. Bunlar nasıl insanlardır? Hangi düşünce ikliminin ürünleridir? Gibi sorular birden fazla cevabı olan sorulara dönüşüyor. Bu da ciddî bir kafa karışıklığına ve kültürel yozlaşmaya sebep oluyor.

Bu tür isimlerden biri de 2008 yılında 800. doğum yılı idrak ettiğimiz Nasreddin Hoca’dır. Daha isminden başlayan bir gerçeklik var. Sözü edilen kişi, adı üzerinde “hoca”dır. Yani dinî ilimler konusunda eğitim görmüş, akabinde bu sahada imam, vaiz ve kadı olarak görev yapmış, toplumsal hizmetini bu surette gerçekleştirmiş bir kişidir. Durum böyle olmasına rağmen biz, onu hâlâ “komik bir adam” olarak görme ve gösterme eğilimindeyiz. Çok derin dinî ve felsefî bilgi ve hikmetin ürünü olan fıkralarını bir “gülme ve eğlence” aracı olarak değerlendiriyoruz. Ya da kimileri ısrarla onu böyle anlamamızı istiyorlar.

Nasreddin Hoca, böyle bir insan değildir elbette… Bunu anlamak için taşıdığı “hoca” sıfatına dikkat etmek bile tek başına yetecektir aslında. Din görevlileri, tarih boyunca toplumun örnek ve önder kişileridir. Cemaatine ve halka dinî aydınlanma konusunda ışık tutarlar. Onların dünyevî ve uhrevî her türlü meseleleriyle ilgilenirler. Nasreddin Hoca da böyle biri… Onu meslektaşlarından ayırıp bugüne getiren özelliği ise “tebliğ ve irşad” faaliyetlerinde “mizah”ı bir vasıta olarak kullanmasıdır. Çoğu kimse için mizah ve din kavramlarını birlikte düşünmek sanki mümkün değildir. Oysa tebessümü bir sadaka olarak gören bir dinin mensuplarıyız. Güleryüz, dinen çokça övülen ve tavsiye edilen bir özelliktir. Nitekim başta Hz. Peygamber olmak üzere İslâm tarihi boyunca mizaha sıcak bakıldığını gösteren sayısız örnek vardır.

Mesele mizahta değil mizah anlayışındadır. İslâm mizahını anlamak için çağdaş mizah anlayışının dışında düşünmemiz gerekir. Zira İslâm, mizahta hoşça vakit geçirmeyi, bir yanlışı muhatabı incitmeden düzeltmeyi, gönül almayı, gönül yapmayı esas alır. Kişilerin şahsiyetiyle, inançlarıyla alay etmek, onları küçük düşürmek söz konusu değildir. Çağdaş mizah anlayışında ekseriyetle bunlar görülmez. Bu yüzden Nasreddin Hoca’yı öncelikle dinine samimiyetle bağlı, yanlış anlayışlardan uzak, insana saygılı bir mizahçı olarak görmek durumundayız. Zaten onun fıkralarına eskiden “lâtife” yahut “kıssa” denmesi bu yüzdendir. Bilindiği üzere latife “hoş söz”, kıssa ise “hisse” alınan anlatım demektir. İşte Nasreddin Hoca, bunu yapmış, bu tür sözler söylemiştir. O, mizahı daha doğru bir ifadeyle nükteyi bir din adamının dini tebliğ konusunda bir yöntem olarak kullanmıştır. Böyle olması, onun yaratılıştan getirdiği tatlı dil, güleryüz gibi özelliklerinin yanı sıra çağıyla da ilgili bir durumdur. Onun yaşadığı 13. asır Anadolusu ciddî problemlerin yaşandığı bir zaman dilimidir. İnsanların yaşamaktan umutlarını kestiği, yüzlerini ve yüreklerini bir karamsarlık bulutunun sarıp sarmaladığı bir zamandır. Böyle bir zamanda onun fıkraları insanlara bir taraftan yaşama umudu vermiş, zorlukları nasıl aşacaklarını öğretmiş daha da önemlisi insanları kendileriyle yüzleştirerek “erdemli insan”, “erdemli toplum” olma yolunda onlara hedefler göstermiştir.

Nasreddin Hoca’nın bu tarihî misyonunu anlamak için bu anlamdaki biyografisine de bakmakta fayda vardır. Kaynaklara göre 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğan Nasreddin Hoca’nın babası Abdullah Efendi, Hortu köyünün imamı ve medrese hocasıdır. Dolayısıyla Nasreddin Hoca, ilk dinî tahsilini babasının yanında yapmış, ardından bir süre Sivrihisar medreselerinde okuduktan sonra ilmî anlamda kendini daha iyi yetiştirmek için Konya’ya gitmiştir. Zira Konya, o zamanlar Anadolu’daki en önemli ilim merkezlerinden biridir. Burada devrin önemli bilginlerinden ders gören Nasreddin Hoca, bilhassa aynı zamanda bir irfan insanı da olana Seyyid Mahmut Hayranî’den çok etkilenmiştir. Bu etkilenme sonucunda Hayranî’nin Akşehir’e yerleşmesi üzerine o da buraya gelip yerleşmiştir.

Nasreddin Hoca, 1284 yılında vefat edene kadar Akşehir’de aslî mesleğini sürdürmüş, yani camilerde imamlık, vaizlik yapmıştır. Kadılık, müderrislik de yaptığını bildiğimiz Hoca’nın bir din adamı olarak portresi son derece ilginç özellikler taşır. Her şeyden önce her türlü soruya açıktır. Cemaatinin bu manadaki müşküllerine dine ve akla uygun cevaplar verir. Daha da önemlisi, muhataplarının anlayacağı bir dil ve üslûp kullanır. Meselâ şu fıkra bunun bir örneğidir: Bir köylünün keçisi uyuz olur. Adam, Hoca’ya gelip okuyup üflemesini ister. Hoca’nın cevabı şöyle olur: “Tamam… Okuyayım ama sen ona biraz da kara katran sürüver...” Bu tavırla hem o köylüye işin doğrusu anlatılmış olur hem de bu yumuşak üslûpla kalbinin kırılması önlenir.

Hoca’nın benzeri fıkralarda insanları din adına istismar edenlere karşı da bir eleştirel tavrı sözkonusudur. Benzer durumların bugün için bile sözkonusu olduğu düşünülecek olursa, Nasreddin Hoca’nın din adamı olarak tavrının ne kadar önemli olduğu anlaşılır.

Yanlış tevekkül anlayışı, Hoca’nın en çok karşı çıktığı konulardan biridir. Konakladığı bir handa tavandaki ağaçların iyice çürüdüğünü gören Hoca, hancıya bunları onarmasını söyler. Hancı da “Sen ne biçim hocasın. Bilmez misin ki her varlık kendi dilince Allah’ı zikreder. Bu ağaçlar da gıcırdayarak zikir ediyorlar.” Deyince Hoca, “Biliyorum ama” der. “Ya ağaçlar zikirden coşup secdeye kapanırlarsa… Ben ondan korkuyorum.” der. Tedbirsiz, tevekkül anlayışının bundan daha güzel bir eleştirisi olamaz.

Hoca’nın bu duyarlılığı ile yaşadığı devrin din anlamında da karışık olan yapısında nasıl bir uyarıcılık görevi yaptığı hemen anlaşılır. Yine bir gün şiddetli bir yağmur başlar. Hoca, pencereden dışarıyı seyrederken yağmurdan koşarak kaçmak isteyen bir komşusuna neden koştuğunu sorar. O da, “Rahmet yağıyor. Islanmamak için kaçıyorum.” der. Hoca “Hiç Allah’ın rahmetinden kaçılır mı?” Diye sorar. Komşusu dinen bir hata yaptığını düşünerek ağır ağır yürümeye başlar ve tabii ki sırılsıklam olur. Birkaç gün sonra ise yağmurdan kaçan bu defa Hoca’nın kendisidir. Tesadüf bu ya, komşusu duruma tanık olur ve Hoca’ya “Hiç Allah’ın rahmetinden kaçılır mı? Diye sorar. Hoca da “Rahmeti çiğnememek için” şeklinde cevap verir.

Burada yine kurnazlık gibi görünen olayın arkasında farklı bir taraf vardır. O da şudur: Hoca, hurafelerle mücadele etmektedir. Fakat bunun uygun zamanı kollar. Böyle bir zaman yakalayınca da muhatabına dersini verir. Burada, “Allah’ın rahmeti” kelimesi dikkat çekicidir. Bu durum insanların dinî anlamda istismarında bu kutsal kavramların nasıl kullanıldığı ele alınmaktadır. Nitekim komşusu Allah’ın rahmetinden kaçılır mı deyince tutumunu değiştirmiştir.

Hoca’nın insanlara İslâmî kuralları emir ve yasakları öğretme tekniğindeki bu ilginç tutumuna bir örnek de şu fıkrasıdır: “Hoca, komşusundan bir gün ödünç bir kazan alır. Verirken de içine bir tencere yerleştirir. Üç beş gün sonra tekrar bir kazan alır fakat iade etmez. Durumu merak eden komşu Hoca’ya gelip kazanını sorar. Hoca da: “Kazan öldü” cevabını verir. Komşusu, “Kazan bu nasıl ölür?” deyince, Hoca da, “Doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun” der. Fıkradan anlaşıldığına göre, bu komşu sadece kendi çıkarlarını düşünen, insanları aldatmak için akla gelmedik senaryolar kuran bir insandır. Böyle bir insana yaptığı işin dinen yanlışlığını ve eşyanın tabiatına aykırı olduğunu başka nasıl böyle etkili anlatabiliriz ki!... Bu tür anlatım, bir tebliğ yöntemidir. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma ilkesinin bir başka şeklidir.

Öte yandan Hoca, dinde estetik tutum ve davranışı da çok önemli bulmaktadır. Ona göre dinde güzellik esastır. Ezan, Kur’an-ı Kerim, güzel sesli insanlar tarafından okunmalıdır. Bu hem metnin şanına yakışır bir durumdur hem de muhatabın üzerindeki tesiri açısından önemlidir. Bu anlamdaki bir fıkrası şöyledir: Mahallenin çirkin sesli müezzini ezan okuyormuş. Hoca, minarenin altına durup yukarıya şöyle seslenir: “Evlâdım ne bağırıp duyursun. Öylesine dalsız budaksız bir ağaca tırmanmışsın ki!... Seni kolay kolay kurtaramayız oradan.”

Dinlediğimizde gülüp geçtiğimiz şu fıkrası ise bilgiyi paylaşmanın önemine bir vurgudur. Nasreddin Hoca bir cuma günü, kürsüye çıkınca: ”Ey Müslümanlar, demiş, bugün size ne anlatacağımı biliyor musunuz?” Cemaat şaşkın, cevap vermiş: ”Bilmiyoruz!” Hoca’nın, madem bilmiyorsunuz, o hâlde konuşmaya gerek yok demesiyle kürsüden inmesi bir olmuş. Kimse bu işin hikmetini çözememiş. Cemaat kendi arasında, bir dahaki sefere Hoca aynı soruyu sorarsa “biliyoruz” diyelim kararına varmış. Hoca, ertesi cuma günü kürsüde tekrar aynı soruyu sorunca verilen karar üzre cemaat: ”Biliyoruz! cevabını vermiş. Hoca: “O hâlde konuşmama hacet kalmadı, diyerek yine kürsüden inmiş. Bir sonraki cuma vaazında hocamız cemaate yine aynı soruyu sorunca, önceden anlaştıkları üzere bazısı “Biliyoruz.” bazısı “Bilmiyoruz.” demişler. Hoca bağdaş kurduğu kürsüden inerken cemaate seslenmiş: ”İyi ya, bilenler bilmeyenlere anlatsın!”

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama belirtilmesi bir daha gereken husus Hoca’nın halkı bu şekildeki aydınlatmak istemesidir. Ondaki bu fıkralara konu olan hadiselerin hepsinin yaşanmış olmadığı ve bu özellikler, çağımızdaki dinî tebliğ meselesinde de ufuk açıcı bir özelliğe sahiptir.