Makale

Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile'ye Göre Mukallidin İmanı

EHL-İ SÜNNET VE MU’TEZİLE’YE GÖRE MUKALLİDİN İMANI

Abdullah DEMİR *

Özet:
Mukallidin imanı problemi, kelâm âlimlerinin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan biridir. Zira bu konunun neticesi direkt olarak Müslümanların çoğunluğunu ilgilendirmektedir.
Bu makalede, tahkîk ve taklîd kavramları ile bu kavramlar etrafında amelî mezhepler arasında tartışılan taklîd-ictihad ve itikâdî mezhepler arasında tartışılan imanda taklîd-tahkîk konularına değinilerek, bu konuda kelâm mezheplerinin duruşları belirlenmeye çalışılmış, özellikle Mâtürîdiyye mezhebinin konuya bakışı, değişik boyutlarıyla incelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: İman, taklîd, mukallid.

Imitator’s Belief (Muqallid) According to Ahl al-Sunnah and Mu’tazila

Abstract:
The problem of Imitator’s Belief is one of the essential matters taken up by scholars particularly. Since the result of this matter directly engages the majority of Muslims.
In the study, the concepts of certainty (tahqiq) and imitation (taqlid) have been examined from the point of their terminologies as much as literally. In connection with these terms, referring to the matter of imitation and independent judgments on the Law (ijtihad) discussed amongst the Schools of Law, and the matter of imitation and certainty discussed amongst the Schools of Theology, the view of Schools of Islamic Theology on these matters have been tried to be established.
This study is essential owing to the point of view that from various aspects it examines the standpoint of the Maturidite School about the matter of “imitators’ Belief” on which lost of discussions have been occurred.

Key Words: Belief, taqlid, muqallid.

* Diyarbakır Merkez Cezaevi Vaizi

Giriş:
Kelâm ekolleri arasında erken dönemlerden itibaren taklîd yoluyla iman eden kişinin imanının geçerli olup olmadığı, önemli bir tartışma konusu olmuştur. Bu makalede, kelâm mezheplerinin, bilhassa Mâtürîdî mezhebinin konuya bakışı tespit edilmeye çalışılmıştır.
Konuya tahkîk ve taklîd kavramları üzerinde durarak başlamanın uygun olacağı kanaatindeyiz. Tahkîk kelimesi, “ispat etmek, doğrulamak, araştırmak” manalarını ifade etmektedir.1 Buna göre tahkîkî iman da, dinî ve aklî delillerle kuvvetlendirilerek kazanılan imandır. Zira delil ile kuvvetlendirilen iman, ileri sürülecek şüphelere karşı taklîdî imana nazaran daha dirençlidir.2 Bu bakış açısı ile olsa gerek klasik kelâm eserlerinde tahkîkî iman ifadesi yerine “istidlâlî iman” kullanımı göze çarpmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde tahkîkî/istidlâlî iman ifadesinin geçtiği görülmemektedir. Ancak bu manayı çağrıştıracak, aklı kullanmayı ve tefekkürün vurgulandığı ayetlere sıkça rastlanmaktadır. Buradan hareketle tahkîkî/istidlâlî iman kavramlaştırmasının daha sonraları kelâm sistemi içerisinde gerçekleştiğini söylemek mümkündür.
Taklîd kelimesi, bir şeyi omuza asmak, gerdanlığı boyna takmak ve bir göreve atamak gibi manalar ifade eder.3 Istılahta ise, başkasına ait söz veya fiillerin doğruluğuna inanarak delil araştırmadan ve üzerinde düşünmeden uymak, delilsiz kabullenmek olarak tarif edilmektedir.4 Bu ıstılahî manası ile içtihada ve istidlâle/tahkîke zıt olarak kullanıldığı görülmektedir. Öyle ki bu kişi hakkında başkasına delil ve hüccetsiz uyması sebebiyle, “onun sözü veya fiilini boynuna asmış gibi olduğu” benzetmesi yapılmıştır.5 Bu kullanımına göre, taklîd eden kişiye de “mukallid” denilmektedir.
Kur’ân’da, taklîd kavramının Arapça karşılığının kök fiili olan ‘ka-le-de’, taklîd manasını ifade edecek şekilde kullanılmamaktadır. Taklîd, Kur’ân-ı Kerîm’de, ittiba, iktida, itaat kelimeleri ve bunların türevleri ile ifade edilmektedir. Bu terimlerin geçtiği ayetler incelendiğinde, ayetlerin olumlu ve olumsuz taklîd olmak üzere iki zıt kullanımı içerdiği görülmektedir:6 Olumlu anlamda taklîd, hak yolda olanları taklîd şeklinde peygamberlere7, ulü’l-emre8, peygamberin varisleri olan âlimlere9 itaat edilmesini isteyen ayetlerde bulunmaktadır. Olumsuz anlamda taklîd ise körü körüne taklîd şeklinde yanlış temeller üzerine kurulmuş olan atalar dinine hiç düşünmeden tabi olanların yerildiği ayetlerde belirtilmiştir.10 Kur’ân’da batılı taklîd edenlerin bu tavır ve davranışları, olumlu taklîd grubuna giren ayetlerde olduğu gibi ittiba, iktida, itaat kelimeleri ve türevleri ile ifade edilmekle birlikte, hiç düşünmeden atalarının dinini kabullenmeleri sebebiyle eleştirilmiş ve kınanmıştır. İnkârcıların bu olumsuz tavrı Türkçe yazılan eserlerde ‘körü körüne inanmak’ şeklinde11; Arapça eserlerde ise, ‘taklîd-i mahz’, ‘mücerredü’t-taklîd’ kavramları ile ifade edilmektedir.12
I. AMELÎ VE İTİKADÎ KONULARDA TAKLİD
A. Amelî Konularda Taklîd: Taklîd-İctihad Problemi
Fıkıh usûlünde taklîd, “hüccetsiz ve delilsiz olarak başkasının sözünü kabul etmek”, “sözü hüccet olmayanın sözüne göre, delilsiz olarak amel etmek” olarak tarif edilmektedir.13 Bu tarife göre mukallid delile değil, hükmü çıkaran âlime itimat etmektedir.14
İslâm âlimlerinin taklîd-ictihad konusundaki görüşlerini üç başlık altında toplamak mümkündür:
IV./X. asırdan sonra, dört mezhepten birine bağlı olan fıkıh âlimlerinden çoğu taklîdin vacip ve lâzım olduğu görüşünü benimsemiştir.15
İbn Hazm (ö. 456/1064), İbn Teymiyye (ö. 728/1328), İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) ve Şevkânî (ö. 1250/1832) gibi ictihad taraftarlarının ise taklîde neredeyse hiç meşruiyet tanımadıkları anlaşılmaktadır.16
İkinci görüşü benimseyen âlimlere kıyasla daha mutedil sayabileceğimiz bazı bilginler ise mutlak vacip veya haram hükmünü vermek yerine, mesele ve mükelleflerin durumuna göre bazı şartlar dâhilinde taklîde cevaz verilebileceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Abdilber (ö. 463/1070), Hatîbü’l-Bağdâdî (ö. 463/1070), Ebû Şâme (ö. 665/1267), Şâtibî (ö. 790/1388), Şah Veliyyullah (ö. 1176/1762) gibi âlimler bu görüşlerini, insanların hepsinin ehliyet bakımından ictihad edebilecek seviyede bulunmamaları sebebiyle avam-müctehid ayırımının zorunlu olmasına dayandırmaktadırlar.17 Taklîde karşı çıkan İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye taklîdi, ittiba olarak isimlendirerek neticede kabul etmiş görünmektedirler.18 İtikadî konularda taklîde karşı çıkan Mu’tezile mezhebi de19 fıkhî konularda taklîde cevaz vermektedir.20
B. İtikâdî Konularda Taklîd: Taklîdî İman-Tahkîkî İman
Kelâm mezheplerinin bu mevzudaki ilk ihtilafları mukallid kapsamına kimlerin girip kimlerin girmediği hususundadır. Mu’tezile ve bazı rivayetlere göre Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin (ö. 324/935) delile dayanmayan imanın sıhhatinin söz konusu olmayacağını ileri sürdükleri nakledilmiştir.21 Bu görüşe göre avamın imanından bahsetmenin imkânı kalmamaktadır. Bu hususta Mâtürîdî kelâmcılarının aktardığı bilgiler mezheplerin ‘mukallid’ anlayışını ortaya koymamıza yardımcı olmaktadır. Buna göre Ehl-i Sünnet çerçevesi içerisinde yer alan mezheplere göre aklî delile dayanarak iman etmemiş olsalar da İslâm diyarında yaşayan insanlar taklîd seviyesinin üstündedirler. Çünkü bu kişiler kâinatın yaratıcısı olarak Allah Teâlâ’yı basit de olsa bazı istidlâllerle bilmektedirler. Oysa Mu’tezile, mukallidi, nefsi itminana (sükûn-i nefs) sahip olmayan22, inançlarında kolayca şüpheye düşebilecek23 hatta şüphe ve zan içinde bulunan kimse olarak görmektedir.24 Bu ise neticede çoğunluğu oluşturan avamın mümin olmadıkları sonucunu doğuran bir görüşü savunmalarına sebep olmuştur (küfr el-âmm).25 Çoğunluğun küfür ile itham edilmelerine yol açabilecek bu düşünceler, Ehl-i Sünnet mezheplerince reddedilmiştir. Eş’ariyye ile Mâtürîdiyye kelâmcılarının, mukallid kavramı ile ıssız bir yerde yetişip (şâhik-i cebel) kâinatın yaratıcısı hakkında hiç nazar ve tefekkürde bulunmamış, sadece kendisine tebliğ eden bir şahıs vasıtasıyla ve tebliğ edildiği kadarıyla iman etmiş kişiyi kastettikleri anlaşılmaktadır.26
Bu tür tartışmalar taklîd fiilinin kategorize edilmesini gündeme getirmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet mezheplerinin özellikle Mâtürîdî mezhebinin görüşlerinin değerlendirilmesi, taklîd edilen düşüncenin hak mı yoksa batıl mı olduğu ve taklîd eden kişinin içinde yaşadığı sosyal çevre gibi değişkenler dikkate alınarak taklîd eylemi kategorize edilebilir:
a. Taklîd-i Mahz/Taklîd-i Mücerred (Körü Körüne Taklîd): Kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdeti söylemekle birlikte, inancında şüphe içinde olan ve inancının hatalı olabileceği kanaatini taşıyan, sırf başkalarına uyarak onlar iman etti diye iman eden, onlar inkâr ederse ben de inkâr ederim düşüncesi ile iman eden kimseler, ‘Taklîd-i mahz’27 kategorisinde mütalâa edilebilir. Bu durumda olan kimse, Kerrâmiyye mezhebi hariç28, şüphe ve zannın imanın sıhhatini yok etmesi sebebiyle bütün mezheplerce mümin kabul edilmemiştir.29 Mâtürîdî âlimlerinden Ebu’l-Berekât en-Nesefî ise, Medârikü’t-tenzîl adlı tefsirinde müşriklerin babalarına tabi olmalarını zanna tabi olmak olarak ifade etmekte; hakkın ise ancak zan ve tevehhümden uzak ilim ve yakîn üzere sabit olduğu kanaatini ortaya koyarak bu tür taklîdin batıl kabul edilme illetini açıklamaktadır.30
b. Müslüman Bir Çevrede Yaşayan Mukallid: Müslüman bir toplumda yaşayan, kâinatı Allah Teâla’nın yarattığını bilen ve bu inançta kararlı olarak tasdik eden, aklî ve naklî delilleri bilmemekle beraber basit de olsa kendi düşüncesi ile Allah’ın varlığını bilerek iman eden kimseler, taklîden de iman etmiş olsalar bu, taklîd-i mahz/körü körüne taklitten ayrı mütalâa olunmaktadır.31 Kelâm âlimlerinin çoğunluğu, bu kategorideki mukallidin, arzu edilen nazar ve istidlâlî terk etmesi sebebiyle günahkâr olacağını belirtmişlerdir. Bu kategoride değerlendirilen taklîden iman eden kimse, Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı ile birlikte32 Bağdat Mu’tezile’sinden Ebu’l-Kâsım el-Belhî el-Ka’bî (ö. 319/931)33 ve Ubeydullah b. Hasan el-Anberî34 tarafından da mümin olarak kabul edilmiştir. Bu kişiler hakkındaki tartışmanın Ehl-i Sünnet mezhepleri ile Mu’tezile arasında geçtiği söylenebilir.35
c. Issız Bir Çevrede Yaşayan Mukallid: Bu tasnife giren mukallid, sosyal bir çevre içinde yaşamıyor olması (şâhik-i cebel) ve basit de olsa hiç aklî tefekkürde bulunmamış olması sebebiyle diğer iki mukallid kategorisinden farklı değerlendirilmektedir.36 Bu şekilde iman eden kişinin iman durumu Eş’ariyye ile Mâtürîdiyye arasında tartışmalı olduğu gibi, Ehl-i Sünnet mezhepleri ile Mu’tezile arasında da tartışmalıdır. Bu gruptaki mukallidin imanı, Mâtürîdiyye âlimlerince sahih kabul edilmekle birlikte nazar ve istidlâli terki sebebiyle mes’ul olduğu da ifade edilmektedir.37
II. KELÂM EKOLLERİNİN TAKLİD PROBLEMİNE BAKIŞI
A. Selef Âlimleri
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Evzâî (ö. 157/774), Sevrî (ö. 161/778), İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şâfiî (ö. 204/820), Abdullah b. Saîd b. Muhammed b. el-Küllâb (ö. 240/854), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Haris el-Muhâsibî (ö. 243/858), Abdülaziz el-Mekkî, Ebu’l-Abbâs el-Kalânîsî gibi selef dönemi önderlerine göre, mukallid mü’mindir. Fakat nazarı terk etmesi sebebiyle de günahkârdır.38
B. Mu’tezile
Mu’tezilî kaynaklar içinde mukallidin iman durumu hakkında açık ibarelerle sadece Zeydî Mutezilî bir âlim olan İbnü’l-Murtazâ’nın (ö. 840/1437), Kitâbü’l-kalâid fî tashîhi’l-akâid isimli eserinde Basra ekolünün tamamı, Ebû Ali el-Cübbâî ve Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin mukallidi mümin kabul etmediği; Ebü’l-Kasım el-Belhî el-Ka’bî’nin ise mümin kabul ettiği bilgisi tespit edilebilmiştir.39 Kaynaklarda Mutezilî Ubeydullah b. Hasan el-Anberî’nin de mukallidi mümin kabul ettiği nakledilmektedir.40 Buna karşın çeşitli mezheplere ait değişik kaynaklarda Mu’tezile’nin, mukallidin mümin olmadığında ittifak ettiği41, buna karşın mukallidi Ebû Hâşim el-Cübbâî’nin kâfir, diğer Mutezilî kelâmcıların ise fâsık olarak isimlendirdikleri nakledilmektedir.42
Mu’tezile’nin; mükellef her insanın aklının aynı seviyede olması (müsâvât-ı akl),43 aklın nakilden önce iyi ve kötüyü bilebileceği bu sebeple marifetullahı vacip kılacağı,44 usûlü’d-dîn üzerinde nazarda bulunmanın her mükellefe farz-ı ayn olduğu,45 iman-bilgi özdeşliğini savunmalarının bir sonucu olarak hak inanca taklîd ile ulaşılamayacağı,46 taklîdin bilgi edinme yollarından olmadığı47 aksine batıla itikat sebeplerinden olduğu,48 taklîdin kişiyi hatadan koruyamayacağı49 ve fâsit olduğu,50 taklîd yoluyla mükellefin sükûn-i nefse/itikat-i câzime ulaşamayacağı51 gibi görüşlerinin bir sonucu olarak; avam-havas ayrımı yapmaksızın52 her mükellefin nazarda bulunarak tahkikî imana ulaşmasını zorunlu gördükleri ve bu nedenle de mukallidin imanını sahih kabul etmedikleri söylenebilir.53 Zira Mu’tezile’ye göre imanın taklîdî ve tahkîkî olarak ayrıma tabi tutulamayacağı, geçerli tek iman şeklinin tahkîkî iman olduğu anlaşılmaktadır.54
Bazı kaynaklarda Mu’tezile’ye “taklitten kurtulabilmek için mükelleflerin, inanılması gerekli her bir iman meselesini aklî delil-özellikle hudûs- ile bilmesinin,55 imanını izah edebilmesinin, şüphe ve itirazlara karşı kendini koruyabilmesinin, hatta bu itiraz ve şüpheleri bertaraf edebilmesinin mecburi olduğu, bu şartların avam için bile gerekli olduğu”56 görüşü atfedilmektedir. Kâdî Abdülcebbâr, her mükellefin nazarda bulunmasını vâcip kabul etmekle birlikte, mükellefin itirazlara karşı kendisini koruyabilmesini ve varit olan şüpheyi bertaraf edebilmesini şart koştukları iddiasını kabul etmemektedir.57
Mu’tezile furû’u’d-dînde âlimin görüşüyle amel etmeyi kabul etmekle beraber58 usûlü’d-dînde taklîdi kabul etmemektedir.59 Bu sebeple her âkil-bâliğ üzerine, bu âlemin bir yaratıcısı olduğuna delil getirmek vâciptir.60 Bu konuda yerine getirilmesi herkes için mümkün olmayan şartlar ileri sürmesi nedeniyle Mu’tezile eleştirilmiştir.61 Fakat Kâdî Abdülcebbâr bu itirazları kabul etmemektedir. Zira O’na göre avamın da usûlü’d-dîni bilmesi gereklidir. Fakat icmalî olarak bilmesi yeterlidir. Âlimler gibi tafsili olarak bilmesi şart değildir.62
Değişik kaynaklarda Mu’tezile’ye atfedilen görüşleri şöyle sıralamak mümkündür:
a. “İman kayıtlı tasdiktir, yani delile dayanan tasdiktir. Bu sebeple delil imanın sıhhat şartıdır. Mukallidin imanı ise delile dayanmadığı için sahih değildir.”63 Mu’tezile kaynaklarında da marifetullah konusu işlenirken nazar ve istidlâlin imanın temeli ve şartı olduğu, bu yönüyle imanın öncesinde yer aldığı,64 marifetullahın ancak nazar ile gerçekleşeceği, bunun dışında gerçekleşmeyeceği,65 bu sebeple de nazarın herkese vacip olduğu66 bilgilerinin yer aldığı görülmektedir.
b. “İman, ‘emn’ ve ‘emân’ kökünden türemiştir. Bu sebeple iman edenin aldanmış, yanılmış ve hataya düşmüş olmaktan nefsinin güvende olması gerekir. Mukallidin ise güvende olmaması sebebiyle imanı geçerli değildir.67 Mükellef, şüpheyi gidermeye güç yetiremediği müddetçe sahih itikada ulaşmış sayılamaz. Çünkü ‘hak’, delilleri üstün gelen ve batılın sebeplerini açıklayandır. Bir kimse delil ile bilmediği müddetçe, kendisine haber verilen şeylerde aldatılıp aldatılmadığını ve bunlara inancının sıhhatini bilemez.”68 Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin aktardığı bilgilere benzer görüşler Mutezilî kaynaklarda da, marifetullaha taklîd ile ulaşılamayacağı,69 taklîdin kişiyi hatadan koruyamayacağı,70 batıla itikat sebeplerinden birinin de taklîd olması nedeniyle71 bu yolla sükûn-i nefse/itikat-i câzime ulaşılamayacağı,72 nazar ile ilim sahibi olmadıkları için de inançlarında kolayca şüpheye düşebilecekleri73 hatta şüphe ve zan içinde bulunan kimse gibi oldukları ifadeleri ile tespit edilebilmektedir.74
c. “Sevaba nail olmak için meşakkate tahammül etmek gerekir. Oysa imanın aslı olan tasdiki kazanmada meşakkat yoktur. Meşakkat bu tasdike delil ile ulaşmadadır. Mukallid, imanını delile dayandırmadığı için meşakkate tahammül etmemiştir. Dolayısıyla sevaba nail olamayacak, imanın faydasını göremeyecektir. İmanın faydalı olmamasının illeti meşakkate tahammülün olmamasıdır. Meşakkat delilleri araştırarak ilim elde edip bu yolla imana ulaşmaktadır”.75 Mutezîlî anlayışa göre vacip, bir meşakkat taşıdığı için yapıldığında karşılığında medh ve sevabı, terk edildiğinde ikab ve zem bulunmaktadır.76 Teklif ise mükellef için külfet ve meşakkatin olduğu her hangi bir fiili ifade etmektedir.77 Buna göre nazarın vacip olması sebebiyle nazarı terk eden mukallid de meşakkati yüklenmemiş olmaktadır. Kâdî Abdülcebbâr nazarı terk edenin zem ve ikaba uğrayacağını belirtmektedir.78 Mutezîlî kaynaklarda, “nazarı terk eden kimse imanın faydasını göremeyecektir” şeklinde bir ifade ise tespit edilememiştir.
d. “Mukallidin imanı, aynen yeis anında iman eden kimsenin imanının kabul edilmemesi gibi kabul edilmeyecektir. Çünkü imanını delile dayandırmamıştır. Cehennemden kurtuluş ve cennete erişmek yaptıklarımızla elde ettiğimiz bir haktır, bu sebeple mukallid delile dayanmayan imanı ile cenneti hak etmiş sayılmaz.”79 Ehl-i Sünnet kaynaklarında Mu’tezile’ye atfedilen bu görüşün Mu’tezîlî anlayışa uygun olduğu söylenebilir. Zira Mu’tezîlî anlayışa göre cennete giren her bir kimsenin, oraya girmeyi hak etmiş olması gerekir. 80
Mu’tezilenin, bilgi ve imanı özdeşleştirmesi nedeniyle mukallidin imanını kabul etmediği de ileri sürülmektedir.81 Mu’tezile’nin bilgi tanımlarından hareketle, mukallidin imanını geçersiz kabul ettikleri sonucuna ulaşılmasını isabetli bulmayan bazı araştırmacılara göre ise “Mu’tezilenin sistematiğinde ‘itikât: iman’ değildir. Sadece bu tanımlardan hareketle onların mukallidin imanını geçersiz kabul ettikleri sonucuna ulaşmak doğru olmaz”.82
Mu’tezile’nin Ehl-i Sünnet’in taklîd anlayışının aksine ‘hak’ olsun ‘batıl’ olsun bütün taklîd çeşitlerini körü körüne bağlılık şeklinde değerlendirmeleri,83 mukallid konusunda tepki çeken bir sonuca varmalarına neden olmuştur. Konu hakkında Kâdî Abdülcebbâr, taklîd yoluyla Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunun bilinemeyeceğini, çünkü O’nu taklîdin Müseylime’yi taklitten daha evlâ olmayacağını söylemektedir.84 Kâdî Abdülcebbâr, Mâtürîdî’nin de ifade ettiği argümanlarla taklîdin bilgiye ulaşmanın doğru ve emin yolu olamayacağını ve söz konusu kaygıyı gideremeyeceğini ortaya koymaktadır. Buna göre, insanlar, farklı din ve mezheplere mensup oldukları ve hepsinin de taklîd edilen selefleri olduğu halde, kendi yolunun hak, ötekilerin yolunun batıl olduğu iddiasında ortaktırlar. O halde taklîd, sahibini -onun gibi diğerleri de pek çok zıt görüşe vardığından- mazur yapmaz.85 Kâdî Abdülcebbâr, Mâtürîdî ile aynı delilleri kullanmasına rağmen ikisinin taklîd görüşünün aynı olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Kâdî Abdülcebbâr, ister hakka ister batıla inansın, taklîden iman eden kimseler arasında ayrım yapmazken86; Mâtürîdî’nin, hakkı taklîd eden mukallitlerle körü körüne bâtılı taklîd eden mukallitleri farklı değerlendirdiği anlaşılmaktadır.87
Mu’tezile kelâmcılarının taklîden iman eden kişinin isimlendirilmesinde de ihtilaf ettikleri nakledilmektedir. İbnü’l-Murtazâ’nın aktardığına göre Basra ekolünün tamamı ile hem Ebû Ali, hem de Ebû Hâşim taklîdin kişiyi kurtarmaya yetmeyeceğini ve mukallidin mümin olmadığını söylemektedir.88 Ubeydullah b. Hasan el-Anberî ile Ebü’l-Kasım el-Belhî el-Ka’bî’nin ise böyle bir imanı geçerli saydığı nakledilmektedir.89 Ancak İbnü’l-Murtazâ, Ebû Ali ve Ebû Hâşim’in “mukallidin mümin olmadığı” şeklindeki görüşlerini aktarmaktadır ki, mümin olarak isimlendirmedikleri mukallidi, fâsık mı yoksa kâfir olarak mı nitelendirdikleri net olarak anlaşılamamaktadır. Kaynaklarda Mu’tezile’nin çoğunluğunun delilsiz iman edenin mümin olmadığını söyledikleri, Ebû Hâşim’in ise kâfir olduğunu söylediği aktarılır.90 Eş’arî, Ebû Ali’nin fâsıka mümin denilebileceğini söylediğini kaydeder.91 Dolayısıyla burada Ebû Ali’nin mukallidin mümin olmadığı görüşü ile fâsıka da mümin denilebileceği görüşü beraber değerlendirildiğinde, mukallidi kâfir olarak düşündüğü söylenebilir.92
C. Eş’ariyye
Eş’arî mezhebine göre istidlâl herkes için vaciptir, kul ancak Allah Teâla’yı delil ve hüccet üzere bilirse taklîd kapsamından çıkar.93 Bu sebeple kul imanını aklî delile dayandırmalıdır. Kaynaklarda Mu’tezile mezhebine atfedilenin aksine Eş’ariyye kelamcılarının kişinin delili dil ile ifade edebilmesi ve varit olan şüphe ve itirazları bertaraf etmeye güç yetirmesini zorunlu görmedikleri nakledilmektedir.94 Buna göre kişi, imanını delile dayandırmasına rağmen böyle bir şüphe ve itiraz durumu ile karşılaşırsa bunların üstesinden gelecek âlimlerin bulunduğuna inanması yeterlidir.95 Eş’ariyye’nin, imanın istidlâle dayanmasını gerekli görmekle birlikte dil ile ifade ve şüpheyi bertaraf edebilmeyi zorunlu görmemesi sebebiyle Mu’tezile’ye göre daha esnek davrandığı ifade edilebilir.96
Eş’arî âlimlerinin konu hakkındaki görüşlerini dört farklı grupta toplamak mümkündür:
a. “Mukallid mümindir, fakat nazar ve istidlâlî terk ettiği için asidir. Bu hal üzere ölürse affedilmesini veya günahı miktarınca azap edilmesini umarız.”97 Bu görüşün atfedildiği Adudüddin el-Îcî’ye (ö. 756/1355) göre istidlâl yolu şer’an vaciptir,98 Ebû Muzaffer el-İsferâyînî (ö. 471/1078),99 İbn Fûrek (ö. 406/1015),100 Seyfeddin el-Âmidî (ö. 631/1233) ve Fahreddîn Râzî’ye göre ise Allah’ın varlığına ulaşmak için taklîd caiz değildir. Nazarda bulunmak ise her mükellefe farzdır.101
b. “İman delile dayanan bir tasdiktir. Bu sebeple mukallidin imanı sahih değildir.” Bu görüş Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’ye atfedilmektedir.102 Bu görüşe göre mukallid imanını nazar ve istidlâle dayandırmadığı için mümin ismini hak etmemektedir.103 Nazmu’l-ferâid eserinin müellifi Şeyhzâde (ö. 951/1544) mukallidin imanını sahih görmeyenler arasında Bâkıllânî (ö. 403/1013), Ebû İshak el-İsferâyînî104 ve Cüveynî’nin (ö. 478/1085) isimlerini zikretmekte105 ve Cüveynî’ye: “Kim ki buluğa eriştikten sonra nazar edebilecek kadar yaşar fakat nazar etmeden ölürse onun imanının sıhhatinin bulunmadığı hususunda ihtilaf edilmemiştir” sözünü atfetmektedir.106
c. “Delil getirmeye gücü yettiği halde taklîd eden, günahkârdır; istidlâle güç yetiremeyen kişiler günahkâr değildir.” Teftâzânî (ö. 793/1390) ile107 Tuhfetü’l-mürîd eserinin müellifi İbrahim el-Bâcûrî’nin (ö.1277/1860) bu görüşü tercih ettiği anlaşılmaktadır.108
d. Ebû Hâmid el-Gazzâlî ise insanların farklı aklî kabiliyette yaratılmaları ve farklı meşrepte olmalarının bir sonucu olan üç çeşit imandan bahsetmiş ve kuvvet açısından farklı olduklarını belirtmekle birlikte her üç iman şeklini de sahih kabul etmiştir. Bunlar, avamın imanı, mütekellimin imanı ve ârifin imanıdır.109 Ona göre ilim sahibinin mukallide nispetle üstünlüğü olmasına rağmen, inancında şüphe etmeyen mukallidin de gerçek mümin olduğunda şüphe yoktur.110 Gazzâlî, mukallidin imanının aklî izahlar yerine, ibadetlerle kuvvetlendirilmesi gerektiğini belirterek bu tartışma konusuna yeni bir açılım kazandırmış, bu görüşü ile de mezhep önderi Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’den farklı bir konumda durmuştur.111 O’na göre önemli olan, Allah’ın kullarını mutlak imanla mükellef tutmasıdır. Yoksa onlardan iman edecekleri şeyin mahiyeti üzerinde düşünmeyi, ispat delillerini bulmayı ve tahkîkîne girişmeyi, kısacası istidlâle gitmeyi istememiştir.112
Eş’ariyye âlimleri, İmam Eş’arî’ye atfedilen “mukallid mümin olarak isimlendirilemez” görüşünün113 ona bir iftira olduğunu söyleyerek bu noktada Eş’arî’yi savunmaktadırlar. er-Ravzatü’l-behiyye müellifi Ebû Azbe (ö. 1125/1713), Eş’arî’nin mukallidin imanını sahih saymadığı şeklinde bir rivayetin bulunduğunu kaydetmekle birlikte, bu görüşün ona ait olamayacağını ispatlamaya gayret etmektedir.114 Teftâzânî de, Eş’arî’nin “mukallid, ne mümin ne de kâfirdir” sözünden muradın, mukallidin kâmil derecede mümin olmadığını ifade etmek olmalıdır. Yoksa bundan muradı iki menzile arasında bir yerde olduğu ve cennete giremeyeceği değildir” demektedir.115 Abdülkâhir el-Bağdadî’nin (ö. 429/1037) tespitine göre ise, Eş’arî mukallidi mümin diye isimlendirmemişse de, taklîd yoluyla inanan kimseyi müşrik de saymamıştır. İmanla küfür arasında üçüncü bir yer kabul etmediğine bakılırsa, o anılan sözüyle amelleri terk eden kişinin durumunda olduğu gibi mukallidin imanının kemal derecesinde bulunmayacağını söylemek istemiştir. Ayrıca Eş’arî’nin eserlerinde nazar ve istidlâlîn doğruluğuna değinilirken, vacipliğinden söz edilmediği dikkate alınırsa, Eş’arî’nin anlayışına göre mukallidin imanı geçerlidir.116 Ebû Azbe’ye göre Eş’arî’ye atfedilen mukallidin imanının sahih olmadığı iddiası iftiradan başka bir şey değildir. Aynı müellif Eş’arilerin önde gelenlerinden Kuşeyrî (ö. 465/1072) ve Tâcettin Subkî’nin (ö. 771/1370) de aynı kanaati paylaştıklarını aktarır.117 Bu hususta Seyfeddin Âmidî’den (ö. 631/1233) de Eş’arîlerin mukallidin kâfir olmadığında ittifak ettikleri görüşü nakledilmiştir.118 Bütün bu savunmalara karşın İbn Hazm (ö. 456/1064), ‘küfr el-âmme’ iddiasını es-Semnânî hariç bütün Eş’arîlere mal etmekte ve bu sebeple Eş’ariyye’ye ağır şekilde tenkit yöneltmektedir.119 Netice olarak; Eş’ariyye’nin çoğunluğunun mukallidin imanını sahih kabul etmekle birlikte, nazar ve istidlâlîn terk edilmesini günah olarak gördükleri söylenebilir.120
D. Mürcie, Kerrâmiye ve Şîa
Mürcie’nin bu konuda iki farklı gruba ayrıldığı nakledilmektedir: “Onlardan bir grup, araştırmaksızın tevhide itikat etmenin iman olmadığını iddia ederken, diğer grup ise araştırmaksızın tasdikin iman olduğunu kabul etmektedir”.121 Mürcie’den birinci grubun görüşlerinin, mukallidin imanı tartışmalarına kaynaklık ettiği ifade edilmektedir.122
Kerrâmiyye mezhebinden mukallidin mümin olduğu görüşünü benimsedikleri nakledilmektedir.123 Buna göre kim kelime-i tevhîdi ikrar ederse, Allah’ı bilmese de onun mümin olduğuna hükmedilir. Bu, Ehl-i Sünnetin taklîd–i mahz olarak ifade ettiği taklîd kapsamına girmektedir ki bu şekilde gerçekleşen imanın sahih olmadığında ittifak edilmiştir.124
Şîa, Mutezilî anlayış paralelinde itikadî görüşlerini şekillendirmiştir.125 Mukallidin imanı hususunda da Şîa’nın Mutezilî çizgide olduğu anlaşılmaktadır.126 Buna göre mükellefe yaratıcısını bilmesi ve ulûhiyetinde vahdaniyetine, rubûbiyetinde şerîki olmadığına itikat etmesi vâciptir.127 Bu sebeple usûlü’d-dîn’de taklîd haramdır. Her mükellefin icmalî de olsa delil ile bu hususları bilmesi gerekir. Çünkü bu konu itikadî vaciplerdendir ve zan ile yetinilemez.128 İsmâiliyye fırkasının ise nazarı haram, taklîdi vacip kabul ettiği nakledilmektedir.129
E. Mâtürîdiyye
Mâtürîdiyye kelâmcıları imanın tahkîkî hale getirilmesini hedef olarak göstermişler, her insanın basit de olsa nazar ve istidlâl yapabilecek kabiliyette olduğunu ifade ederek, nazar ve istidlâlde bulunmayanları mes’ul kabul etmişlerdir.130 Mukallidin mümin olduğuna hükmetmekle birlikte,131 tahkîkî imanı da gereksiz görmemişlerdir. Bu konuda Mu’tezile ve Eş’ariyye’den farklı olarak imanın mutlaka aklî delile dayanması gerektiği görüşü yerine, Hz. Peygamber’in sünnetine hatta basit de olsa istidlâle dayanmasını yeterli görmüşlerdir. Mâtürîdiyye kelâmcıları mukallitleri üç farklı kategoride mütalaa ederek içinde şüphe ve tereddüt bulunduran, bâtılı taklîd eden/taklîd-i mahz mukallitleri mümin kabul etmemişlerdir.132 İkinci kategoride değerlendirilen dar-ı İslâm’da yaşayan müminleri ve üçüncü kısmı oluşturan tek başına ıssız bir yerde yaşayan (şâhik-i cebel) ve karşılaştığı bir kişinin tebliği neticesinde iman eden kimseleri de mümin kabul etmişlerdir.
Mâtürîdî anlayışa göre basit de olsa hiçbir nazar ve istidlâlde bulunmayan mes’ul olur. Mâtürîdî kelamcıları, nazar ve istidlâlî imanın sıhhatinin değil, kemâlinin bir şartı görmeleri ile Mu’tezile’den ayrılmaktadırlar.133 Zira imanda nazarî süreç değil iradi süreç ki bu tasdiktir, asıl ve şart olup, akıl yürütme haricî bir yükümlülüktür.134 Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye göre, imanın faydalı olabilmesi veya tasdikin iman sayılabilmesi için aklî delile dayanmasını şart koşanlar olmuştur. Halbuki böyle bir şart bulunmamaktadır. Zira imanın, mucize ile desteklenmiş bir peygamberin sözüne dayandırılması da yeterlidir.135 Öte yandan Mu’tezile’nin ortaya koyduğu taklîd çerçevesi içerisine neredeyse Müslümanların ekseriyeti girmektedir. Mantıkî düşünüşü yapamayan avamın dışlanmaması için, mukallidin mümin kabul edilmesi gereklidir.136 Her ne kadar mukallid, istidlâli terki sebebiyle günahkâr da olsa mümindir, imanı muteberdir ve Allah Teâla’nın, mükelleflere, iman ettikleri takdirde ebedî cennetine nail edeceğine dair vaadinin kapsamına dâhildir.137
Mâtürîdiyye âlimlerine göre ilham, kur’a çekme, fal ve taklîd gibi sağlam bir temele dayanmayan ve sistematik olmayan yöntemler bilgi edinme yolu olarak kabul edilmez.138 Taklîdi güvenilir bilgi kaynağı olarak kabul etmeyen Mâtürîdiyye, bu yol ile inanç gerçekleşmişse, bu inancı doğrudan batıl olarak nitelememektedir. Sorunun çözümü için taklîde konu olanın inancın hak mı yoksa batıl mı olduğunun tespit edilmesi gerekir. Çünkü Mâtürîdiyye, hakkı taklîd ile batılı taklîdi eşit tutmamakta, aralarında hüküm açısından fark görmektedir. Bu durumdaki bir kişi eğer batıl bir inancı taklîd ediyorsa, güvenilir bilgi kaynaklarına dayanmadığı için hata ettiği gibi, batılı taklîdi sebebiyle de imana ulaşamamış demektir. Şayet bu kişi hak bir inancı taklîd etmişse, güvenilir bilgi kaynaklarını, özellikle nazar ve istidlâli terki sebebiyle mes’uldür, mazur değildir.139 Bununla birlikte asıl gaye olan hakkı tasdike ulaşmış olması sebebiyle de hüküm açısından mümindir.140 Nazar ve istidlâlden maksat aklı kullanarak hakka ulaşmaktır. Bu gerçekleştiği zaman, bu maksada götüren vasıtaların terki hükmü değiştirmez. 141
Mukallid hakkında hüküm verirken Mâtürîdî âlimlerin, hakkı taklîd ile bâtılı taklîdi farklı mütalaa etmeleri konu ile ilgili ayetlerin muhtevasına uygun düşmektedir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’deki taklîd hakkındaki ayetler incelendiğinde, hakkı taklîdin farklı mütalâa edildiği görülür. Aynı şekilde Sünnet’ten de bu ayırımı çıkartmak mümkündür. Hz. Muhammed (s.a.s.), insanları İslâm’a davet etmesi için gönderilmiş, O da insanları, Allah’tan başka ilah olmadığına, şehâdet etmeye ve O’ndan getirdiklerini kabul etmeye çağırmış, bu davet üzerine İslâm’a giren mümin sayılmış ve şirkten uzak kalmıştır.142 Bu daveti kabul edip Müslüman olanların durumları incelendiğinde bu kişilerin hepsinin, nazar ve istidlâl neticesinde iman etmiş kişiler olmadığı görülmektedir.143 Aynı şekilde delil getirmeden iman eden kişilerin imanları, sahabe, tâbiîn ve sonraki dönemlerde de geçerli kabul edilmiştir.144
Mâtürîdiyye, imanın tahkîkî seviyeye yükseltilmesi için aklın kullanılmasını teşvik etmekle birlikte, dinin önemli ölçüde bilme konusu olmaktan çok, duyma ve yaşama konusu olduğu hususunu göz önünde bulundurmaktadır. Zira bilgin olmadıkları halde bazı insanların dinî samimiyet ve fedakârlık noktasında daha ileride oldukları bir gerçektir. Bu konuda taklîd ehli olarak değerlendirilen halkın çoğunluğu ve bunlardan bir kısmı olan yaşlılarımızın dinî samimiyetleri Mâtürîdiyye’nin hükmünün isabetli olduğunu göstermektedir. Taklîden iman eden avamın da mümin olduğu hususunu Mâtürîdiyye âlimleri şu şekilde ifade etmektedir: “Mukallid hakkında İslâm hükmü gereklidir. O her ne kadar nazar ve istidlâli terki dolayısıyla asi olsa da Allah Teâla’ya itikat ve sair amelleri ile itaatkârdır”.145 Farklı insan tipolojilerinin varlığı düşünüldüğünde Mâtürîdiyye’nin benimsediği görüş haklılık kazanmaktadır. Çünkü bazı insanların duygusal yönleri ağır basmakla birlikte, bazılarının aklî yönü daha ağır basmaktadır. Bazı insanlar sorgulayıcı bir mizaca sahiptirler ve inandıkları konular hakkında delil ararlar. Bazıları ise bir başkasına güvenerek iman edebilir.146 Mâtürîdî düşünceye göre iman, iman edilecek hususların bilinmesi neticesinde,147 şüphe ve tereddüdün bulunmadığı bir kesin kabulle,148 iradî bir tercih neticesinde149 gönüllü olarak,150 kalp ile,151 iman konuları gaybî halde iken152 tasdik etmektir.153 Bu şekilde bir imana sahip olan kişi, bu imanı delille kazanıp-kazanmadığına bakılmaksızın mümindir.154
Mâtürîdîyye kelâmcılarının “hak-batıl” ayrımında hakkı taklîdi reddetmemeleri, insanı psikolojisi açısından düşünüldüğünde de makuldür. İnsan bazen psikolojik ve çevresel etkenlerin tesiriyle doğruyu bildiği halde bunun tam aksini yapabilmektedir. Bu, insan açısından kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Bu nedenle çeşitli sebeplerin etkisiyle taklîd ile yetinen kişiler, imansızlıkla itham edilemez. Fakat kebîre konusunda olduğu gibi bu konuda da mes’ul olacakları da bir gerçektir.155
Kelâm âlimlerinin nazar ve istidlâlî terk edeni asi/mes’ul kabul etmesi, nazar ve istidlâlîn vacip olduğu hükmüne dayanmaktadır. Çünkü sayısız ayetle, duyularla algılanabilen tabiattaki olaylara atıfta bulunulmakta, düşünme ve akletme teşvik edilmektedir.156 Kur’ân’ın söz konusu atıfları daha çok Yüce Yaratıcının tanınmasına yöneliktir.157 Bu sebeple Haşviyye gibi bazı aşırı fırkaların dışında İslâm âlimlerinin çoğunluğu istidlâlîn vacip olduğu görüşünü benimsemiştir.158 Mezhepler arasında vacip hükmünün, farz-ı ayn mı yoksa belli kimselerin yapması ile diğerlerinden sakıt olan farz-ı kifâye mi olduğunda ihtilaf edilmiştir. Mâtürîdiyye, Kur’ân da teşvik edilen tefekkürün herkese gücü nispetinde farz olduğu;159 şüphe ve itirazları bertaraf edebilecek ölçüde bu bilginin elde edilmesinin ise, sefer uzaklığında bulunan her bölgede belli kişilerin üzerine İslâm toplumunun güvenliği açısından farz-ı kifâye olduğu görüşündedir.160
İmanla mükellef her insan, Kur’ân’ın istediği tefekkürü yapabileceği için, dünya meşgalesi ve başka şeylerle uğraşıp bu vazifeyi yapmayan mükellefler mes’ul kabul edilmiştir. Mâtürîdî âlimlerinin de belirttiği gibi mukallitler de sarsılmaz bir iman üzere olabilirler fakat imanları daha zayıftır, tehlikeye düşmeleri daha kolaydır. Bundan dolayı taklîdî iman tehlike altındadır.161 Burada ifade etmek gerekir ki, bazı çağdaş araştırmacıların “İmam Matürîdî taklîdî imanı kabul etmemektedir” şeklinde anlaşılabilecek yorumlarını162 teyit edecek bir delil, araştırmamız esnasında tespit edilememiştir.
Avamın kullandıkları delillerin, “delil olma yönünü” bilmemelerini de mazur gören Mâtürîdî bilginleri bunu gerekli gördüğü iddiasıyla Mu’tezile’yi eleştirmektedir.163 Mâtürîdiyye’nin bu tutumu avamın durumu göz önünde bulundurulduğunda isabetli görünmektedir. Zira Müslümanların çoğunluğu kelime-i şehâdet ve ezan-ı Muhammedî gibi temel İslâmî şiarları bilmekle birlikte, bunların ne manaya geldiği sorulsa, yeterli açıklama yapamayacak durumdadır.
Mâtürîdiyye kelâmcıları, varit olan şüphe ve itiraza karşı konulması ve bunların bertaraf edilmesinin her Müslümana gerekli olduğu görüşünü atfettikleri Mu’tezile’yi, bunda muvaffak olmanın herkes için mümkün olmayacağı gerekçesiyle eleştirmektedirler.164
Konuyu; kelâm kitaplarına nispeten halk arasında bir dönem daha yaygın olarak okunan eserlerde geçen ifadelerle bitirmek istiyoruz:


Taklîdî iman da muteber elbet
Buna kılıç gibi deliller mevcut165


Her ne kadar ihmalinden dolayı olsa da asi
Vardır mukallidin mükâfat göreceği imanı166

Bu mezbura demek âsi münasip
Günahı, terk-i istidlâl-i vâcib167

Ve iman-ı mukallid hem sahih olmuştur amma kim
Ol istidlâl-i aklı terk ile âsim olur billâh.168

Sonuç:
Mukallidin imanı meselesi kelâm âlimlerinin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan biridir. Zira bu konu doğrudan Müslümanların çoğunluğunu ilgilendirmektedir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu konu, en ayrıntılı ve açık ifadelerle Mâtürîdî kaynaklarda ele alınmaktadır.
Araştırmamız esnasında Mâtürîdî kaynaklarda ayrıntılı şekilde ele alınıp reddedilen Mu’tezile ile bazı Eş’ariyye âlimlerine atfedilen görüşler, bu mezheplere ait kaynaklarda ‘net’ ifadelerle tespit edilememiştir. Oysa bu mezheplere atfedilen ve reddedilen görüşler, Abdülkâhir el-Bağdâdî (ö.429/1037) ve İbn Hazm tarafından da nakledilmektedir. Bu sebeple Mâtürîdiyye kaynaklarda zikredilen bu görüşlerin sırf mezhep taassubu ile ‘muarız’ mezhebe atfedildiği iddia edilemez. Kanaatimizce bu mezheplere atfedilen görüşler, Mâtürîdi mezhebinin yaygınlık kazandığı bölgelerde yaşamış bu mezheplere müntesip kişilerin görüşleri olabileceği gibi; zikredilen mezheplerin eserlerinde geçen “mukallid şüphe içindedir” ve benzeri ifade ve görüşlerin, avamdan olan müminlerin dışlanmasına, kâfir olarak itham edilmelerine sebebiyet verebileceği endişesinden de kaynaklanmış olabilir.
Mâtürîdî âlimlerinin Mu’tezile’nin aksine, taklîdi bütünüyle ‘batıl’ olarak nitelendirmediği, kişilerin içinde bulunduğu durum ve taklîd edilen görüşün ‘hak-batıl’ açısından değerini dikkate aldıkları anlaşılmaktadır. Buna göre şüphe ve tereddüt içermeyen kesin bir kabulle iman eden kimse mukallid de olsa, mümindir.
Türkçemizde, taklîd eden kimselerin durumu ‘körü körüne taklit etmek’ deyimi ile ifade edilmektedir. Oysa bu deyimin sadece taklîd-i mahz kategorisi için kullanılması gerektiği kanaatindeyiz. Zira Mâtürîdiyye âlimlerinin, Mu’tezile ve Eş’ariyye kelamcılarını eleştirmelerinin temel nedeni, taklîden iman etmiş herkese körü körüne taklîd eden (taklîd-i mahz) gözüyle bakmış olmaları olsa gerektir.
Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye âlimleri her insanın gücü yettiği ölçüde nazar ve istidlâlde bulunmasının ‘farz-ı ayn’ olduğu ve Müslümanların itikadını zedeleyebilecek şüphe ve itirazların bertaraf edilebilmesi ve bu konuda İslâm toplumunun güvenliği açısından da sefer mesafesi her bölgede bu konuda yeterlilik sahibi âlimlerin bulunmasının ‘farz-ı kifâye’ olduğunu benimsemişler ve İslâm toplumunun daha bilinçli olması gayreti ile de zikredilen bu emirleri yerine getirmeyen mükelleflerin mes’ul olacaklarını savunmuşlardır.
Genel olarak kelâm ve akâid eserlerinde, “mukallidin mümin olduğu fakat nazar ve istidlâli terk ettiği için günahkâr olacağı” hükmünün ikinci kısmına gereken vurgunun yeterince yapılmadığı görülmektedir. Yukarıda zikredildiği şekliyle nazar ve istidlâlin vacip, bu emri terk edenin günahkâr kabul edilmesi Kur’an-ı Kerîm’deki sayısı beş yüze ulaşan düşünme, akletme ve tefekkür emreden ayetler açısından değerlendirildiği zaman da isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
1 İbn Manzûr, Lisânül-Arab, Beyrut, trs., X, 49.
2 A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâma Giriş, Ensar Neş., İst. 1987, s. 33.
3 İbn Manzûr, a.g.e., III, 365.
4 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-hamse, nşr. Abdulkerîm Osman, Kahire 1408/1988, s. 61, 63; Muhammed b. Abdüsseyid b. Şuayb el-Keşşî, Kitâbü’t-temhîd fî beyani’t-Tevhîd, nşr. Ömür Türkmen, Yayınlanmamış Doktora Tezi, HÜ. SBE., Şanlıurfa 2002, s. 133; İbrahim b. Muhammed el-Bâcûrî, Tuhfetü’l-mürîd alâ Şerhi Cevhereti’t-tevhîd, Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut 1983/1403, s. 33; Muhammed A’la b. Alî et-Tehânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn, Beyrut 1998, III, 508; Seyyid eş-Şerîf Cürcânî, et-Ta’rifât, Mısır 1283, s. 90.
5 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 61; Cürcânî, a.g.e., s. 90.
6 Kur’ân-ı Kerîm’in taklide bakışı hk. bk. Şemsettin Işık, Kur’ân’da Taklit Anlayışı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜ. SBE., Ank. 1997.
7 Âl-i İmrân 3/31, 32, 50, 132; en-Nisâ 4/13, 59, 64, 69, 80; el-Mâide 5/92; el-A’râf 7/157, 158.
8 en-Nisâ 4/ 59.
9 Lokmân 31/15; en-Nahl 16/43.
10 el-Bakara 2/170; el-Mâide 5/104; el-A’râf 7/28, 70, 173; Yûnus 10/78; Hûd 11/62, 87, 109; İbrâhîm, 14/10; el-Enbiyâ, 21/53; el-Mü’minûn 23/24; eş-Şuarâ 26/74; el-Kasas 28/36; Lokmân 31/21; Sebe’ 34/43; es-Sâffât 37/69–70; ez-Zuhruf 43/22, 23, 24.
11 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I-VIII, Diyanet İşleri Reisliği, y.y. 1936, II, 1785; Ö. Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yay., İst. ts., II, 833.
12 Taklîd-i mahz kullanım için bk. Alâeddin el-Üsmendî, Lübâbü’l-kelâm, nşr. M. Sait Özervarlı, İSAM Yay., İst. 2005, s. 44, 45; Şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-’azîm ve’s-seb’i’l-mesânî, Beyrut ts., XXI, 94; Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-kadîr: el-Cami’ beyne fenneyi’r-rivâye ve’d-dirâye min ilmi’t-tefsîr, Beyrut ts., III, 412.
13 Seyyid Bey, Muhammed Seyyid, Usûlü’l-Fıkh: Medhal, Matbaa-i Amire, İst. 1333, 274; Zekiyüddin Şa’bân, Usûlü’l-Fıkh: İslâm Hukuk İlminin Esasları, trc. İ. Kâfi Dönmez, TDV Yay., Ank. 1999, s. 448; Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, DİB Yay., Ank. 1975, s. 205; Bilmen, Kamus, I, 246.
14 Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahâtı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yay., İst. 1967, I, 246; Karaman, a.g.e., s. 205; Abdülaziz Bayındır, “Taklid”, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, ed. İ. Kafi Dönmez, İFAV Yay., İst. 1997, IV, 235.
15 Karaman, a.g.e., s. 207, 215; Zekiyüddin Şa’bân, a.g.e., s. 449; H. Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, İst. 2000, s. 443.
16 Karaman, a.g.e., s. 207, 215; Zekiyüddin Şa’bân, a.g.e., s. 449.
17 Karaman, a.g.e., s. 216; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 442-443.
18 Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 275.
19 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 125, 526, 531; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63; a.mlf., el-Muhtasar fî Usûli’-dîn, Muhammed Ammara, Resâilü’-adl ve’t-tevhîd içinde, Kahire 1971, s. 243, 252.
20 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 124, 531; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63, 127; el-Muhtasar, s. 170, 243, 252.
21 Keşşî, a.g.e., s 133; İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, el-Fasl fi’l-milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1406/1986, IV, 35; Abdülkâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, İst. 1346, s. 255; Muhyiddin Mehmed b. Mustafa Şeyhzâde, Kitâbu Nazmi’l-Ferâid ve Cem’i’l-Fevâid, y.y. 1317, s. 41; İbnü’l-Murtazâ, Ahmed b. Yahyâ el-Mutezilî, Kitâbü’l-kalâid fî Tashîhi’l-Akâid, nşr. A. Narî Nâdir, Dârü’l-Maşrık, Beyrut 1985, s. 133; Hasan b. Abdülmuhsin Ebû Azbe, er-Ravzatü’l-Behiyye fima beyne’l-Eşâriyye ve’l-Mâtürîdiyye, Dâiretü’l-Maarifi’n-Nizamiye, Haydarabad 1332, s. 21; Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, V, 219-220; Âlûsî, a.g.e., XXI, 66; XXVI, 62, 94; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, I, 43; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278; Ali Abdülfettah el-Mağribî, İmâmu Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Arauhu’l-Kelâmiyye, Mektebetü Vehbe, Kahire 1405/1985, s. 374; Toshihiko Izutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, trc. Selahaddin Ayaz, Pınar Yay., İst. 2000, s. 149; Hüseyin Aydın, Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’de Nazar ve İstidlâl, Nehir Yay., Malatya 2003, s. 166.
22 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 37, 195, 199; Orhan Şener Koloğlu, Cübbâîler’in Kelâm Sistemi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, dan. A. Saim Kılavuz, UÜ. SBE., Bursa 2005, s. 98; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyân: Ebû Ali ve Ebû Hâşim, Kahire 1966, s. 99; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 88a; İbrâhim b. İbrâhim el-Lekânî, Cevheretü’t-tevhîd, Daru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut 1983/1403, s. 33; Mağribi, a.g.e., s. 386.
23 Ebû Reşîd Saîd b. Muhammed en-Nîsâbûrî, el-Mesâil fi’l-hilâf beyne’l-Basriyyîn ve’l-Bağdâdiyyîn, nşr. Ma’n Ziyade, Ma’hadü’l-inmai’l-Arabî, Beyrut 1979, s. 289, 302, 303; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 61.
24 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 17, 21.
25 Ebü’l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebsîr fid-Dîn ve Temyîzi’l-Fırkati’n-Nâciye ‘ani’l-Fırakı’l-Hâlikîn, nşr. Seyyid İzzet el-Huseynî, Beyrut 1309, s. 39; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 61; “Taklidî imanı red düşüncesi mantık ve diyalektik hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan avamın küfre nisbet edilmesine kadar ilerletilmiştir ki bu anlayış ‘küfr el-âmme’ tezi olarak meşhur olmuştur” bk. Izutsu, a.g.e. s. 144.
26 bk. Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 61.
27 Alâeddin el-Üsmendî, Lübâbü’l-kelâm, nşr. M. Sait Özervarlı, İSAM Yay., İst. 2005, s. 44-45.
28 Keşşî, a.g.e., s. 134.
29 Kitâbü’t-Tevhîd Cambridge Üni. Nr. Add, 3651’deki nüshanın kenarındaki açıklayıcı bilgiler de bu tesbiti desteklemektedir:

Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 4, dip. 2; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 44-45; İbrahim el-Bâcûrî, Tuhfetü’l-mürîd, s. 36; Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 253; Âlûsî, a.g.e., XXI, 94-95.
30 Ebü’l-Berakât en-Nesefî, Tefsîrü’n-Nesefî, IV, 190.
31 Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 90; a. mlf., el-Kifâye, vr. 88b.
32 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbü’l-kalâid, s. 133; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 254; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45, 46; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; a. mlf., el-Kifâye, vr. 88a; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22; Âlûsî, a.g.e., XXI, 94; XXVI, 62–62; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
33 Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 133.
34 Âlûsî, a.g.e., XXI, 94; XXVI, 62; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 279.
35 Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89-90; Ebû Azbe, a.g.e., s. 21, 23.
36 Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 84b.
37 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 219; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45, 46; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; Şemseddin es-Semerkandî, a.g.e., s. 462; Ebu’l-Berakat en-Nesefî, el-Umde, s. 40; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a; Şeyhzâde, a.g.e., s. 40; Kemâl b. Ebî Şerîf, el-Müsâmera bi şerhi’l-müsâyera li’bni Hümâm, İst. 1400/1979, s. 299; Dâvûd-i Karsî, Dâvûd b. Muhammed el-Karsî, Şerhu’l-kasîdeti’n-nûniyyeti’t-tevhîdiyye, Hayâlî, Şerhu Kasidetü’n-nûniyye ile birlikte, İst. 1318, s. 122; Ali el-Kârî, Dav’ül-me’alî alâ Bed’il-Emâlî, s. 91; Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsü’l-Kelâm fî Berâhini Akâidi’l-İslâm, İst. 1332, s. 26-27; Birgivî Mehmet Efendî, a.g.e., s. 53; Abdüllatif el-Harputî, Tenkîhu’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, haz. İbrahim Özdemir-Fikret Karaman, TDV Elazığ Şubesi Yay., Elazığ 2000, s. 218; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79; Mağribî, a.g.e., s. 80-81; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278-279; Âlûsî, a.g.e., XXI, 94; XXVI, 61, 62, 94.
38 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 46; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; a. mlf., el-Kifâye, vr. 88a; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 254; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22.
39



İbnü’l-Murtazâ, Kitâbü’l-kalâid, s. 133.
40 Seyyid Bey, Usûlu’l-Fıkh, 278-279; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 62.
41 Keşşî, a.g.e., s. 133; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 87b; Âlûsî, a.g.e., XXI, 96.
42 Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 255; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 87b; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278; Âlûsî, a.g.e., XXI, 66; İbrahim el-Bâcûrî, Tuhfetü’l-mürîd, s. 35.
43 Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 26a; Ardoğan, Recep “Kelâmcılara Göre Zarurîlik ya da Nazarîlik Yönüyle Marifetullah”, Marife, y. 5, sy. 1, s. 179.
44 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 444; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 43, 64, 67, 68; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 299; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Bahrü’l-Kelâm, s. 7; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 168; a. mlf., el-Kifâye, vr. 84b; Y. Şevki Yavuz, “Akıl”, DİA, II, 245.
45 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 125, 526, 531; a.mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s.63; a.mlf., el-Muhtasar, s. 25.
46 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 532.
47 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 61.
48 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 120, 182.
49 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 123–124.
50 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 123–127; a. mlf., el-Muhtasar, s. 171; Koloğlu, a.g.tz., s. 115; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyan, s. 101.
51 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 37, 195, 199; Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî, el- Mesâil fi’l-hilâf, s. 289, 302, 303; Câhız’a göre câhilde de sükûn-i nefs bulunabileceğine dair krş. Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 36; Koloğlu, a.g.tz., s. 98.
52 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 137-138, 533; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 126; a. mlf., el-Muhtasar, s. 252.
53 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbü’l-kalâid, s. 133; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 194, 529, 533; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 39, 45, 69, 71; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyân, s. 98.
54 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 137-138, 525, 530; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 126; Çelebi, İlyas, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kâdî Abdülcebbar, Rağbet Yay., İst. 2002, s. 313.
55 Ebû Muzaffer el-İsferâyînî, a.g.e., s. 39; İlyas Çelebi, a.g.e., s. 237.
56 Ebû Muzaffer el-İsferâyînî, a.g.e., s. 39; Keşşî, a.g.e., s. 133; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 525; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 87b; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22; Çelebi, İlyas, a.g.e., s. 237.
57 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 137-138; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 126.
58 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63, 126, 127; a. mlf., el-Muhtasar, s. 170, 243, 252.
59 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63, 127; a. mlf., el-Muğnî, XII, 125, 526, 531; a. mlf., el-Muhtasar, s. 243, 252.
60 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 137-138, 167, 181, 194, 444, 529, 530, 533; a.mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 43, 64, 67, 68, 71; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyân, s. 98; Ebü’l-Muîn en-Nesefî Mu’tezile’nin tutumunu şu şekilde aktarmaktadır: “Bir kimsenin mü’min olduğuna hükmedilebilmesi için, hasımlarıyla mücadeleye güç yetirmesi ve karşı karşıya kalabileceği tüm problemleri çözmesine imkan sağlayacak şekilde, inanılması vâcip olan şeyleri delilleriyle bilmesi gerekir. Bu şartları yerine getirmekten aciz olan kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilemez. Mu’tezile’nin mukallid hakkındaki ihtilafı istidlâl etmeyerek kebire işlemesindendir: Delile dayanmadan inanan kimse istidlâli terk ettiği için âsidir. İstidlâli terk büyük günahtır. Büyük günah sahibini imandan çıkarır, onun mü’min olmasını engeller. bk. Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; a. mlf., Bahrü’l-Kelâm, s. 3.
61 Keşşî, a.g.e., s. 134; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 555; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 126; “Mukallidin imanı yeterli olmaz iddiasında olan kişilerin sözlerine itibar edilmez; çünkü bu iddia Müslümanların çoğunun imanının sahih olmadığı sonucuna götürür”. bk İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-bârî şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut ts., XIII, 354.
62 Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 124; a. mlf., el-Muhtasar, s. 252.
63 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 44–45, 58.
64 Koloğlu, a.g.tz., s. 98 dp. 37.
65 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 529, 532; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 69, 76, 88; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyân, s. 98.
66 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 181, 194, 444, 533; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 43, 64, 67, 71, 68; a. mlf., el-Muhtasar, s. 171; Koloğlu, a.g.tz., s. 114.
67 Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 88a.
68 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 58; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 88a.
69 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 532.
70 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 123–124.
71 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 120,182.
72 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 37, 195, 199; Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî, el-Mesâil fi’l-hilâf, s. 289, 302, 303; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 88a; İbrahim el-Lekânî, Cevheretü’t-tevhîd, s. 33; Mağribi, a.g.e., s. 386; Huşeym Ali Fehmi, el-Cübbâiyan, s. 99; Koloğlu, a.g.tz., s. 98.
73 Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî, el-Mesâil fi’l-hilâf, s. 289, 302, 303; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 61.
74 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 17, 21; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63.
75 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 44.
76 Koloğlu, a.g.tz., s. 114 dp. 105.
77 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 293; Koloğlu, a.g.tz., s. 255.
78 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 444.
79 Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 27b, 60a.
80 Koloğlu, a.g.tz., s. 408.
81 Hüseyin Aydın, a.g.e., s. 162; Izutsu, a.g.e., s. 134.
82 Koloğlu, a.g.tz., s. 94.
83 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 124, 125, 526, 531; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63.
84 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muhtasar, s. 171; Recep Ardoğan, “Mu’tezileye Göre Allah’a İman Konusunda Aklın Gücü ve Sorumluluğu”, Marife, sy. 3, s. 304.
85 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 123-124; a. mlf., el-Muhtasar, s.171-172; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 3-4; İlyas Çelebi, a.g.e., s. 119-122.
86 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 123-124,125, 526, 531; a. mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 63; a. mlf., el-Muhtasar, s. 171; Çelebi, İlyas, a.g.e., s. 119-122.
87 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 3–4; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45.
88 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbü’l-kalâid, s. 133
89 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbü’l-kalâid, s. 133; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278–279, Âlûsî, a.g.e., XXVI, 62.
90 Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 255; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 87b; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278; Âlûsî, a.g.e., XXI, 66; İbrahim el-Bâcûrî, Tuhfetü’l-mürîd, s. 35.
91 Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. I, 274.
92 Koloğlu, a.g.tz., s. 410 dp. 222.
93 Keşşî, a.g.e., s. 134; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22.
94 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 53; Sâbûnî, el-Bidaye, s. 89; a. mlf., el-Kifâye,, vr. 87b, 88a; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22; Hüseyin Aydın, a.g.e., s. 181.
95 Ebû Hâmid el-Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd: İtikad’da Orta Yol, trc. Kemal Işık, AÜİF Yay., Ankara 1971, s. 15; Ebü’l-Mu’în en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 46–147.
96 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 530; a.mlf., Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 124, 126. Hüseyin Aydın, a.g.e., s. 181.
97 Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 253.
98 Adudüddin Abdürrahîm b. Ahmed el-Îcî, “el-Akâidü’l-Adûdiyye”, Akâid Risâleleri, haz. Ali Nar, Beyan Yay., İst. 1998 içinde, s. 43.
99 Ebû Muzaffer el-İsferâyînî, a.g.e., s. 111-112.
100 İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti’l-Eş’arî, s. 250.
101 Alî el-Kârî, Ebü’l-Hasan Nûreddîn Alî b. Sultan Muhammed el-Kârî el-Herevî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, trc. Y. Vehbi Yavuz, Çağrı Yay., İst. 1979, s. 386; Emrullah Yüksel, “Ebkârü’l-Efkâr”, DİA, İst. 1994, X, 78; Âlûsî, a.g.e., XXI, 94; Fahreddîn-i Râzî, Ebû Abdullah Fahreddîn Muhammed b. Ömer b. Hüseyin, Kelâm’a Giriş:el-Muhassal, trc. Hüseyin Atay, Kültür Bak. Yay., Ank. 2002, s. 30.
102 Keşşî, a.g.e., s. 133; İbn Hazm, a.g.e., IV, s. 35; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; Şeyhzâde, a.g.e., s. 41; Mağribi, a.g.e., s. 374; Aydın, Hüseyin, a.g.e., s. 166.
103 Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 256.
104 Beyâzîzâde, eserinde Ebû İshak el-İsferâyînî’nin nazar ve istidlâli kulun yerine getirmesi gereken ilk vacib olarak kabul ettiğini nakletmektedir. bk. Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 84; İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti’l-Eş’arî, s. 250.

105 Şeyhzâde, a.g.e., s. 42.
106 Şeyhzâde, a.g.e., s. 41.
107 Teftâzânî, Şerhü’l-mekâsıd, V, 218–224.
108 İbrahim el-Bâcûrî, a.g.e., s. 22.
109 Arpaguş, Hatice Kelpetin, “İman Bağlamında Kelâm’da Taklid ve Mukallid (Gazzâlî Örneği)”, Kelâm Araştırmaları, 3:1 (2005), s. 125–126.
110 Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, s. 12; M. Sait Özervarlı, “Gazâlî”, DİA, İst. 1996, XIII, 510.
111 Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, s. 169.
112 Arpaguş, “İman Bağlamında Kelâm’da Taklid ve Mukallid (Gazzâlî Örneği)”, Kelâm Araştırmaları, s. 126–127.
113 Keşşî, a.g.e., s. 133; İbn Hazm, a.g.e., IV, 35; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 43; Şeyhzâde, a.g.e., s. 41; Ebû Azbe, a.g.e., s. 21; Teftâzânî, Şerhu’l-mekâsıd, V, 219-220; Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 255; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 62, 94; Izutsu, a.g.e., s, 149; Mağribi, a.g.e., s. 374; Hüseyin Aydın, a.g.e., s. 166.
114 Ebû Azbe, a.g.e., s. 21.
115 Teftâzânî, Şerhü’l-mekâsıd, V, 219–220.
116 Bağdadî, Usûlü’d-dîn, s. 255.
117 Ebû Azbe, a.g.e., s. 21, 23; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 62, 94.
118 İbrahim el-Bâcûrî, a.g.e., s. 35.
119 İbn Hazm, a.g.e., IV, 35; Izutsu, a.g.e., s. 149.
120 Hüseyin Aydın, a.g.e., s. 175; İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti’l-Eş’arî, s. 250; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 279.
121 Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve ihtilâfü’l-musallîn, nşr. H. Ritter, Matbaatü’d-devle, İst. 1930, I, 207.
122 Izutsu, a.g.e., s. 129.
123 Keşşî, a.g.e., s. 133.
124 Keşşî, a.g.e., s. 134.
125 İlyas, Üzüm “İsnâaşeriyye” DİA, XXIII, İstanbul 2001, s. 147-148.
126 Muhammed Hüseyin b. Ali b. Rıza, Aslu’ş-Şîa ve Usûlüha, nşr. Murtaza es-Seyyid Muhammed er-Rıdva Kaşifülgıtâ, Mektebetü’n-Necâh, Kahire 1377/1908, s. 130, 151; Allame Tabatabai, Seyyid Muhammed Hüseyin, İslam’da Şia: Şia der İslam, İslamî Kültür ve İlişkiler Merkezi Tercüme ve Yayın Müdürlüğü, Qum 1998, s. 104.
127 Muhammed Hüseyin, Aslu’ş-Şîa, s. 131.
128 Muhammed Hüseyin, Aslu’ş-Şîa, s. 151, 130; Allame Tabatabai, İslam’da Şia, s. 104; Hamid Algar, “Merci-i Taklid”, DİA, XXIX, 172.
129 Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 280- Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 281.
130 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 219; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; Şemseddin es-Semerkandî, a.g.e., s. 462; Ebu’l-Berakât en-Nesefî, el-Umde, s. 40; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a; Şeyhzâde, a.g.e., s. 40; Kemal b. Ebî Şerîf, a.g.e., s. 299; Davud-i Karsî, a.g.e., s. 122; Ali el-Kârî, Dav’ül-me’alî alâ Bed’il-Emâlî, s. 91; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 26-27; Birgivî Mehmet Efendî, a.g.e., s. 53; Abdüllatif el-Harputî, a.g.e., s. 218; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79; Mağribî, a.g.e., s. 80-81; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.

131 Keşşî, a.g.e., s. 133; Ebû Azbe, a.g.e., s. 22. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 219; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; Şemseddin es-Semerkandî, a.g.e., s. 462; Ebü’l-Berakât en-Nesefî, el-Umde, s. 40; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a; Mağribî, a.g.e., s. 80-81; Kemal b. Ebî Şerîf, a.g.e., s. 299; Şeyhzâde, a.g.e., s. 40; Davud-i Karsî, a.g.e., s. 122; Ali el-Kârî, Dav’ül-me’alî alâ bed’il-Emâlî, s. 91; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 26-27; Abdüllatif el-Harputî, a.g.e., s. 218; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79; Birgivî Mehmet Efendî, a.g.e., s. 53; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
132 Keşşî, a.g.e., s. 134; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 44, 45.
133 Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 46; Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 88a; Âlûsî, a.g.e., XXVI, 94.
134 Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 42b; Şeyhzâde, a.g.e., s. 37.
135 Ebü’l-Mu’în en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 47–48.
136 Keşşî, a.g.e., s. 134.
137 Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a.
138 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille,I, 34-37; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, el-Umde fî’l-Akâid, nşr. Temel Yeşilyurt, Kubbealtı Yay., Malatya 2000, s. 4; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 3a; Teftâzânî, Şerhü’l- akâid, s. 12; Keıth Lewınsteın, “Doğu Hanefî Fırak Geleneği Üzerine Mülahazalar, trc. Sönmez Kutlu-Muzaffer Tan, İmam Mâturîdî ve Mâturidilik, haz. Sönmez Kutlu, Ank. 2003 içinde, s. 94; Bekir Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Kelâmî Görüşleri”, İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik içinde, s. 178–179; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 276, 278.
139 Mağribî, a.g.e., s. 80; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45, 46.
140 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 219; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; Şemseddin es-Semerkandî, a.g.e., s. 462; Ebü’l-Berakât en-Nesefî, el-Umde, s. 40; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a; Mağribî, a.g.e., s. 80-81; Kemal b. Ebî Şerîf, a.g.e., s. 299; Şeyhzâde, a.g.e., s. 40; Davud-i Karsî, a.g.e., s. 122; Ali el-Kârî, Dav’ül-me’alî alâ bed’il-Emâlî, Dersaadet, İst. 1985, s. 91; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 26-27; Abdüllatif el-Harputî, a.g.e., s. 218; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79; Birgivî Mehmet Efendî, a.g.e., s. 53; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
141 Ebü’l-Muîn en- Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 25, 38; Osman Kilisî Uryânî, Hayru’l-Kalâid şerhu cevâhiri’l-akâid müsemma Şerhu Kasîdeti’n- nûniyye, İst. 1301, s. 160.
142 Beyâzîzâde, el-Usûlü’l-münîfe, s. 129.
143 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I,50; Şeyhzâde, a.g.e., s. 41; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
144 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I,50; Şeyhzâde, a.g.e., s. 41; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
145 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 25, 42; Beyâzîzâde, el-Usûlü’l-münîfe, s. 123.
146 Alper, a.g.e., s. 76.
147 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Bahrü’l-Kelâm, s. 8; Mağribî, a.g.e., s. 379; Alper, a.g.e., s. 78.
148 Keşşî, a.g.e., s. 144; Ebü’l-Berakât en-Nesefî, Tefsirü’n-Nesefî, IV,174; Teftâzânî, Şerhu’l-akâid, s. 57; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 1b, 2a, 43b; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., s. 299; Beyâzîzâde, el-Usûlü’l-münîfe, s. 120, 131; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 72, 75; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 12; Alper, a.g.e., s. 53.
149 Teftâzânî, Şerhu’l-akâid s. 58; a. mlf., Şerhu’l-mekâsıd, V, 184; Şeyhzâde, a.g.e.. ,s. 41; Yeprem, a.g.e., s. 36; Mağribî, a.g.e., s. 389; Özcan, “Mâtürîdî’ye göre İman-İslâm-İhsan ve Küfür İlişkisi”, Diyanet İlmi Dergi, c. 29, sy. 3, s. 95.
150 Teftâzânî, Şerhu’l-akâid, s. 57; Hayalî, a.g.e., s. 7, 117; Kemal b. Ebî Şerîf, a.g.e., s. 288.
151 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 215; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, et-Temhîd, s. 105; Keşşî, a.g.e., s. 153; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., s. vr. 43a; Teftâzânî, Şerhu’l-akâid, s. 57; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., s. 288; Mağribî, a.g.e., s. 375; Yeprem, a.g.e., s. 35.
152 Sübkî, a.g.e., s. 42; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 77; Kılavuz, İslâm Akâidi, s. 38; Alper, a.g.e., s. 50.
153 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 215; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, et-Temhîd, s. 105; Keşşî, a.g.e., s. 153; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 43a; Teftâzânî, Şerhu’l-akâid, s. 57; Sübkî, a.g.e., s. 38; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., s. 288; Mağribî, a.g.e., s. 375.
154 Keşşî, a.g.e., s. 133; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 25. Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45, 46.
155 Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, a.g.e., s. 219; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 42; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 46; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 89; Şemseddin es-Semerkandî, a.g.e., s. 462; Ebu’l-Berakat en-Nesefî, el-Umde, s. 40; Ubeydullah es-Semerkandî, a.g.e., vr. 2a, 43a; Şeyhzâde, a.g.e., s. 40; Kemal b. Ebî Şerîf, a.g.e., s. 299; Davud-i Karsî, a.g.e., s. 122; Ali el-Kârî, Dav’ül-me’alî alâ Bed’il-Emâlî, s. 91; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 26-27; Birgivî Mehmet Efendî, Ravzatü’l-Cennât (Akâid Risâleleri, haz. Ali Nar, Beyan Yay., İst. 1998 içinde), s. 53; Abdüllatif el-Harputî, a.g.e., s. 218; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79; Mağribî, a.g.e., s. 80-81; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
156 Yâsîn 36/33–35; Fâtır 35/12–14; Mülk 67/3–4; Kâf 50/9–11; İbrâhîm 14/32–34.
157 Topaloğlu, Kelâm Araştırmaları Üzerine Düşünceler, İFAV Yay., İst. 2004, s. 17.
158 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XII, 167; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 39, 45, 69, 76; Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 42; İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1339/1341, I, 52 Alî el-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, s. 386; Abdüllatif el-Harputî, a.g.e., s. 218. Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 278.
159 Sâbûnî, el-Kifâye, vr. 85b; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 79, 82; Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-meâli, s. 147 ; Şeyhzâde, a.g.e., s. 31; Seyyid Bey, Usûlü’l-Fıkh, s. 279.
160 Mütercim Âsım Efendi, Merahu’l-meâli, s. 147; Manastırlı İsmail Hakkı, a.g.e., s. 23; Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 78.
161 Mâtürîdî, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne (nşr. Fâtıma Yusuf el-Haymî), Lübnan 1425/2004, II,197; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 28; Mağribî, a.g.e., s. 388.
162 bk. Özcan, Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, İFAV Yay., İst. 1998, s. 177; Işık, Kemal, Mâtüridi’nin Kelâm Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Fütüvvet Yay., Ank. 1980, s. 61; Candan, Abdülcelil, Kelâmî Ekollere Göre İmanda Taklid Problemi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, HÜ. SBE., Şanlıurfa 1995, s. 69-70; İsmail Sarıkaya, Taklîdî İmanın Sıhhat Derecesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, HÜ. SBE., Şanlıurfa 1996, s. 65-66.
163 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 53. Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 46.
164 Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 53–54; Keşşî, a.g.e., s. 134. Alâeddin el-Üsmendî, a.g.e., s. 45.
165 Ebü’l-Hasan Sirâcüddin Ali b. Osman el-Ûşî, “el-Kasîdetü’l-Emâlî”, Akâid Risâleleri, haz. Ali Nar, Beyan Yay., İst. 1998 içinde, s. 41.
166 Hızır Bey b. Celâleddin b. Sadreddin, “el-Kasîdetü’n-Nûniyye”, Akâid Risâleleri, haz. Ali Nar, Beyan Yay., İst. 1998 içinde, s 52.
167 İshak b. Hasan ez-Zencanî, “Manzumetü’l- Akâid”, Akâid Risâleleri, haz. Ali Nar, Beyan Yay., İst. 1998 içinde, s. 257–258.
168 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sad. D. Yılmaz-H. Kılıç, Merve Yay., İst. 1991, II, 514.
169