Makale

Rahman İsminin Varlık ve İnsandaki Tecellîsi: ŞEFKAT ve MERHAMET

Rahman İsminin
Varlık ve İnsandaki Tecellîsi:
ŞEFKAT ve MERHAMET
Prof. Dr. Osman Türer
Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak.

Cenab-ı Hakk’ın her bir isim ve sıfatının varlık âleminde bir tecellîsi söz konusudur. O’nun yüce isimlerinden biri de Rahman’dır. Her besmele çekişimizde zikrettiğimiz bu isim, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her varlığa rahmet ve merhametle muamele edişini ifade eder. Yüce Mevlâ, mahlûkâta merhametiyle muamele ettiği gibi, onların fıtratına sevgi, şefkat ve merhamet duygusunu da yerleştirmiştir. Canlı ve cansız tüm varlık âlemini ayakta tutan ve devamını sağlayan şeyin, fıtratlarına yerleştirilen bu duygu olduğunu söyleyebiliriz.

Etrafımıza ibret nazarıyla bir baktığımızda, tüm canlılarda muhteşem bir sevgi ve merhamet ilişkisinin cereyan ettiğini görürüz. En basit bir canlıdan, en vahşî olduğu sanılan hayvanlara ve en mükemmel varlık olan insana varıncaya kadar tüm canlılarda, hayat âdeta sevgi ve merhamet üzerine kurulmuştur. Varlıkların neslinin devamı temelde bir sevgi ilişkisine dayandığı gibi, onların varlıklarını idame ettirebilmeleri de, yine aralarındaki sevgi, şefkat ve merhamet ilişkisiyle sağlanmaktadır. Televizyonlarda zaman zaman yayınlanan belgesellerde çok enteresan örneklerini izlediğimiz, en basitinden en vahşîsine, hayvanlar âlemindeki sevgi ve merhamet ilişkileri karşısında hayranlık duymamak mümkün değildir. Bir anne kuşun yavrusunu beslerken, onu tehlikelerden korurken göstermiş olduğu akıllara durgunluk veren gayret ve fedakârlık; yırtıcı bir hayvanın, yavrularını ve hemcinslerini koruma adına, hayatını tehlikeye atarcasına ortaya koyduğu mücadele; yine bir annenin evlâdını büyütüp yetiştirirken sergilediği sevgi, şefkat, merhamet ve fedakârlık örnekleri, onların fıtratlarına Cenab-ı Hak tarafından yerleştirilen sevgi ve merhamet duygusunun fiiliyata dökülmesinden başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle, her bir varlık çeşidi, ilâhî sevgi ve merhametten kendi payına düşeni almıştır. Yunus Emre’nin dediği gibi,

“Çalab’ın dünyâsında bin bir türlü sevgi var,
Kabul et kend’özüne gör hangisi lâyıktır!”
Eğer varlıklardaki bu sevgi ve merhamet duygusu olmasaydı, her halde varlığın devamı mümkün olmazdı.

Bu konu, insan ve toplum açısından elbette çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Bilindiği gibi, varlıklar arasında insanın çok müstesna bir yeri vardır. Yaratılış özellikleri ve sahip olduğu kabiliyetler itibariyle en mükemmel varlık insandır. Dolayısıyla, ilâhî isim ve sıfatların en üst düzeyde tecellî ettiği varlık da insandır. “Allah’ın yeryüzündeki halîfesi” (En’âm, 165; Fâtır, 39) olarak yaratılmış olan insan, Rahman ism-i şerîfinin de en mükemmel temsilcisi olmak durumundadır. Ancak bunun her insanda böyle olmadığı da gözle görülen bir gerçektir. Yani bazı insanlar gerçekten birer sevgi, şefkat ve merhamet timsali iken; bazıları da kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla dolu, zalim ve gaddar olabilmektedir. İfade etmek gerekir ki, bir çelişki gibi görünen bu durum da yine insanın yaratılış özelliğiyle alâkalıdır. Yani, insanoğlu öyle enteresan bir varlıktır ki, Cenab-ı Hak onun fıtratına sevgi, şefkat, merhamet, fedakârlık gibi müspet duyguların yanı sıra, kin, nefret, düşmanlık ve bencillik gibi menfî duyguları da yerleştirmiştir. Bu özelliğiyle insan çift kutuplu bir varlıktır. Bununla beraber, Allah (c.c.) insana akıl ve irade kabiliyeti vermek suretiyle, iyi ve kötü, hayır ve şer, hak ve bâtıl tarzında ifade edilen, birbirine zıt iki yoldan herhangi birini seçmede onu hür ve muhayyer bırakmıştır. Ancak, kendi iradesiyle hayır ve hak yolu seçerek gereğini yapanları mükâfatlandıracağını; şer ve bâtıl yolu tercih edenleri de cezalandıracağını haber vermiştir. O halde, insanların bu konuda doğru seçimi yapabilmeleri için bir irade eğitiminden geçmeleri gerekmektedir. Yüce Rabbimiz, ilâhî rahmetinin gereği olarak, insanlara bu anlamda yol göstermek ve onların iradelerini eğitmek üzere, Hz. Âdem (a.s.)’den bu tarafa pek çok peygamber ve din göndermiştir. Peygamberlerin ve getirdikleri din ve kitapların asıl gayesi, insanları şer ve bâtıl yoldan sakındırıp, hak ve hayır yoluna sevk ederek, ebedî kurtuluşa ulaşmalarını sağlamaktır. Ne var ki, insanların bir kısmı bu ilâhî rahmeti görmezlikten gelerek sırt çevirmişler, bunun sonucu olarak nefsanî hevâ ve heveslerinin peşine düşerek, insanlıktan uzaklaşmış ve ilâhî azabı hak etmişlerdir. Oysa insana yakışan, gözünü ve gönlünü ilâhî rahmete açarak, Hakk’ın sesine kulak vermek ve onun yolunda yürüyerek insanlığını gerçekleştirmek ve ebedî saadete erişmektir.

İşte bu noktada, eğitimin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlu her yönden eğitilmeye muhtaç bir varlıktır. Özellikle de irade ve gönül eğitimi bu anlamda çok önemlidir. Az önce ifade ettiğimiz gibi, bütün peygamberlerin gerçek misyonu, ümmetleri nezdinde bu eğitim işini gerçekleştirmekten ibarettir. Aynı şekilde, kıyamete kadar bütün insanlığa hitabeden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilmesinin amacı da bundan başka bir şey değildir. Nitekim, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurarak, peygamber olarak gönderilişindeki amacın, insana yakışan tüm ahlâkî güzelliklerin gerçekleştirilmesi olduğunu ifade ederken, bunun tahakkuk ettirilmesinde kendisinin bir “muallim” ve “mürebbî” konumunda olduğunu, “Ben bir muallim olarak gönderildim.” hadîsiyle beyan buyurmuştur. Üstelik onun sadece bir muallim değil, ümmetine kazandırmayı amaçladığı değerler hususunda “güzel bir örnek” olduğu da Kur’an-ı Kerim’de ifade buyrulmuştur. (Ahzâb, 21)

İşte, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ümmetine kazandırmaya çalıştığı insanî ve ahlâkî değerlerin en önemlilerinden biri de, sevgi, şefkat ve merhamet duygusudur. Gerek onun getirmiş olduğu İslâm dininin telkin ettiği ahlâkî ve manevî değerlere, gerekse bizatihî kendi hayatında ve insanlarla ilişkilerinde sergilemiş olduğu prensiplere baktığımızda, insanlara kazandırılmaya çalışılan temel değerlerin şu iki hedefte temerkûz ettiğini görmekteyiz: 1. Allah Teâlâ’ya lâyıkıyla kulluk. 2. Mahlûkâta ve insanlara şefkat ve merhametle muamele. Bütün İslâmî öğretilerin özünü bu prensipler oluşturmaktadır diyebiliriz. Nitekim Rasûlullâh Efendimiz (s.a.s.) de, Allah’a karşı tavırlarında “gerçek bir kul” olmanın yanında, mahlûkâta ve insanlara yönelik davranışlarında da tam bir “şefkat ve merhamet âbidesi” idi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bizlere, ilâhî rahmet ve merhamete mazhar olmanın yolunun, merhametli olmaktan geçtiğini öğretmektedir. O’nun Allah yolunda yapmış olduğu savaşların bile temelinde, merhamet duygusunun yattığını söylemek mümkündür. Çünkü O, insanlara İslâmî ve insanî değerleri kazandırmanın önündeki engelleri kaldırmak üzere savaşmıştır. Yoksa, asla zulüm, zorbalık ve kan dökme adına savaşmamıştır. Kısacası, Efendimiz (s.a.s.) şefkat ve merhamet ekseninde bir hayat yaşamış ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir.

Bugün dünyanın pek çok bölgesinde savaş, zulüm, baskı ve tahakkümler yaşanıyor, insanlar arasında kin, nefret, düşmanlık ve kavgalar kol geziyorsa, bunun yegâne sebebi, insanların Allah Teâlâ’nın ve O’nun kutlu elçisi Hz. Peygamber (s.a.s.)’in çağrısına kulak tıkaması ve İslâm’ın öğrettiği insanî, ahlâkî ve manevî değerlerin insan ve toplum hayatından dışlanmış olmasıdır. İnsanî ve manevî değerlerden, sevgi, şefkat ve merhamet duygularından soyutlanmış insanların, şahsî çıkarları uğruna yapamayacakları kötülük yoktur. Bu değerlerden yoksun insanlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği akıl gibi bir nimeti de kullanarak, en tehlikeli varlık haline gelebilmektedirler.

İşte bu gerçeğin farkında olan ve her hususta Rasûlullâh (s.a.s.)’ı örnek alan Allah dostu kâmil ve fâzıl şahsiyetler, insanları ciddî bir nefis terbiyesinden geçirerek, onlara sürekli sevgi, şefkat ve merhameti telkin etmeyi şiar edinmişlerdir. Onlar, ilâhî rızayı kazanmanın yolunun, bu duyguların hayata hakim olmasından geçtiğini; bütün bu duyguların temelinde de, Allah (c.c.) sevgisinden kaynaklanan varlık ve insan sevgisinin yattığını öğretmeye çalışmışlardır. Yunus Emre, “Yaratılanı hoş gördük Yaratan’dan ötürü.” sözüyle bu gerçeği dile getirmiştir. Onun şu beyitleri de, aynı duygu ve düşüncenin tezahüründen başka bir şey değildir:

“Gelin tanışık idelim, işin kolayın tutalım,
Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
“Ben gelmedim dâvâ için, benim işim sevi için,
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.”
Hacı Bektâş-ı Velî de, felsefesinin temelinde yatan sevgiyi bir dörtlüğünde şöyle ifade eder:
“Sevgi, muhabbet kaynar yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda,
Hırslar, kinler yok olur aşkla meydanımızda,
Arslanlarla ceylanlar dosttur kucağımızda!”

Allah dostlarının insanlarla sevgi merkezli ilişkilerinde temel prensipleri, “incitmemek ve incinmemek” olmuştur. Bir şairimiz bu prensibi şiir diliyle şöyle ifade etmiştir:
“Cihân bâğında ey âkıl, budur makbûl-i ins ü cin,
Ne kimse senden incinsin, ne de sen kimseden incin!”

Alvarlı Efe diye meşhur olan Muhammed Lütfî Efendi, kimseyi incitmemenin önemini bir şiirinde nakarat halinde söylediği,
“Sakın incitme bir cânı,
Yıkarsın arş-ı Rahmân’ı!”
beytiyle dile getirirken; Darendeli Osman Hulûsî Efendi de aynı tavrı:
“Sakın nefsine uyup, bir cân incitmeyesin,
Hüsn-i edebi koyup, bir cân incitmeyesin!
Hepsi kardaşlarındır, yolda yoldaşlarındır,
Halde haldaşlarındır, bir cân incitmeyesin!
Beyhûde cânın sıkıp, insanlığından çıkıp,
Dil kâ’besini yıkıp, bir cân incitmeyesin!”

dizeleriyle insanlara tavsiye etmektedir. O, aynı anlayışla, bir başka şiirinde de şu nasihatleri yapmaktadır:
“İncitme sen kimseyi, kimseye incinme hem,
Güler yüzlü, tatlı dil, her ağızın balı ol.
Güneş gibi şefkatli, yer gibi tevâzûlu,
Su gibi sehâvetli, merhametle dolu ol!”

Kısacası, toplumsal barış, huzur ve kardeşliği tesis etmenin yegâne yolu, insanların benlik duygusundan sıyrılarak, gerçek anlamda sevgi, şefkat ve merhamet duygusunu içlerine sindirmelerinden geçmektedir. Bu da ancak, ciddî, kapsamlı ve uzun vadeli, dinî ve manevî bir eğitim sayesinde gerçekleşebilir.