Makale

Arif Kimdir?

Arif Kimdir?

Prof. Dr. Ekrem Demirli
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Tasavvufun uzun ve kırılmalarla dolu tarihini dikkate alarak soruya cevap bulmak istersek bulabileceğimiz en ihtiyatlı ve itirazdan uzak cevaplardan birisi, kendisinden ‘ben arifim’ iddiası duyulmamış kişi olabilirdi. Temel meselesi ‘insanı Allah karşısında ve O’nunla ilişkisinde tanımlamak’ olan ve bunun için de kazanılmış-verili ‘ben’in dünyasından uzaklaşmak olan tasavvuf eserleri böyle bir cevabı verirken, sorunun ne kadar belirsizleşebileceğini hesaba katmamış olmalıdırlar. Arif-marifet-irfan bilhassa günümüzde ‘bilgi’nin ‘ötekisi’ ve muhalifi sayılarak ‘gerçek dışı’ bir dünyaya ve zemine itilmiştir. Özellikle Türkiye için konuşursak, kelime(ler)deki belirsizlik, İran kaynaklı felsefe ve tasavvuf temayüllü eserlerin çevirilerinden beslenmiş görünür. İran-Fars geleneği Meşşailik ekolü ile İşrakilik ve nazari tasavvufun garip bir ‘halita’sından müteşekkildir. Bu gelenekte merkezde İşrakilik vardır. Meşşailik ile ilgili eleştirilerini ‘tasavvufi’ bir dille yapan İşrakilik ile tasavvuf ya eşit sayılmış veya birbirini tamamlayan unsurlar şeklinde görülerek ‘irfan’ adı altında mezcedilmiştir. Bu kelime gurubunun yanlış anlaşılmasına yol açan isimlerden birisi de Muhammed Abid el-Cabiri’dir. Cabiri, yetersiz ve tutarsız tahlilleriyle malul uzun alıntılarla zenginleştirmek istediği eserlerinin birisinde müstakil bir bölüm tahsis ettiği ‘irfan’ı tasavvuf ile özdeşleştirirken onu ‘beyan’ ile ‘burhan’ arasında ‘muhalif’ ve bilhassa dış kaynaklı bir hareket olarak görmüştü. Onun temel yaklaşımı ‘irfan’ dediği şeyin insanın normal bilgi araçlarının ardında ilham veya keşif veya sezgi gibi bir üst ve aşkın yolla hakikatin bilgisine ulaşmasıyla ortaya çıkan tavır ve teoridir. Cabiri’nin yanıldığı iki temel nokta, ‘irfan’ ve ‘arif’ kelimesinin anlamını büsbütün yitirmeye katkı sağladı: Birincisi buradaki dış amil meselesiyle ilgili abartılı yaklaşımı, ikincisi de ‘irfan’ dediği tasavvuf ile özellikle din bilimleri arasındaki epistemolojik kopuşla ilgili zehabıdır. Meselenin bu kısmı yazımızın sınırlarını aşar, fakat söyleyeceğimiz husus şudur: Günümüzde bu kavramlar üzerinde ciddi bir tahlil sorunu vardır ve bu eksiklik İslam’daki ‘taakkul’ ve tefekkür’ geleneğini anlamamızın önünde büyük bir mesele olarak durur. Binaenaleyh bu kavramları ortaya çıktıkları bağlamda tanımak, sadece irfan veya tasavvufu tanımış olmayı sağlamaz, daha önemlisi İslam’daki tefekkürün yapısı ve süreci hakkında bir perspektif kazanırız.
Arif kimdir, marifet nedir?
Tasavvuf, din bilimlerinden kendisini temelde ayrıştıran bir bilgi görüşüne sahip miydi? Soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür: Din bilimleri zaviyesinden bakarsak; tasavvuf, bir tür ‘vaaz-hatabe’ veya şairane tahayyül ve kurgudur. Şairane tahayyül ise içerisinde ilham, sezgi gibi akıl karşıtı-üstü bilgi araçlarını barındıran belirsiz-tanımsız bir şeydir. Bu nedenle tasavvuf sistematik bir ‘ilim’ değil, bir tür sanat olarak mütalaa edilmesi gerekir. Din bilimleri ve hatta felsefi bilimler için ‘tasavvuf haldir’ cümlesi bu anlama gelir. Meseleye tasavvufun teşekkül sürecinden baktığımızda ise ikinci asırdan itibaren din bilimlerine ciddi eleştiriler yönelten tasavvuf, zamanla din bilimlerinin mevzu ve mesailini teşkil eden alanlarda bir teori veya en azından bir yaklaşım geliştirmiştir. Bununla birlikte en azından ilk dönemi için müstakil bir bilgi yönteminden söz etmek güçtür. İlk sufiler kendi meselelerini ele alırken din bilimlerinin aşina olduğu yöntemi benimsemiş -veya onlara uymuş-, aynı yöntemle ayet ve hadislerden kendi alanlarıyla ilgili hakikatlere ulaşmak istemişlerdi. Bununla birlikte dikkat noktaları ve meseleleri din bilimlerinin geleneksel meselelerinden ayrışmıştı. Bu itibarla büyük kısmını dikkate alarak söylersek, bu devresinde tasavvufun yöntem itibarıyla din bilimlerinden ayrıştığını iddia etmek, kanıtlanması güç bir iddiadır. Tasavvufu başlangıçtan itibaren ‘ayrıştıran’ esas mesele kendi meseleleri ile öteki bilimlere yönelik ‘eleştirel’ üslubu idi. Bunu biraz açalım:
İkinci ve üçünü asırlar, İslam’da bilimlerin ve buna bağlı olarak bilgi anlayışının şekillenmeye başladığı dönemlerdi. Bu devreyi ilk asırla karşılaştırırsak -İbn Haldun’un deyimiyle- ‘bedavetten ümrana geçiş’ süreci şeklinde tavsif edebiliriz. Sufiler evvelemirde ‘ümrandaki değerlere ve bilgi anlayışına karşı ‘selef geleneği’ savunusu yaparak yeni şehre ve onun değerlerine karşı çıktılar. Bu tepki hayatın her alanında olduğu kadar en çok ve en etkilisi olarak yeni şehirdeki bilimlere yönelmişti. Eleştirinin ana meselesi teorik bilgi veya amelsiz bilginin eleştirilmesiydi. Aslında bu eleştiri zenginleşme ve dünyevilikle ilgili eleştirinin bir devamıydı. Meseleyi tersinden vaz edersek, zenginlikle ilgili eleştirinin bilgi eleştirisinin bir devamı ve neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte esas olan husus, sufilerin ‘ümrandaki bilgi-bilim’ eleştirileriydi. Sufiler, şehir hayatının ‘biriktirme’ ve ‘çoğaltma’ esaslı düzenine karşı eski hayatın basit ve sade tarzını benimsemiş, ihtiyaçtan fazlasının biriktirilmesinin halis dindarlıkla çeliştiğini söylemişlerdi. Aynı tavrı bilgiye yöneltmişler, ameli istilzam etmeyen bilgiyi ‘bilgi biriktirmek’ sayarak mal biriktirmek ile bilgi biriktirme arasındaki irtibatı göz önüne sermişlerdi. Bilgi biriktirmek ve mal biriktirmek, yeni şehrin ortaya çıkardığı anlayış ve değerlerdi ve saf dindarlık için her ikisiyle birlikte mücadele etmek lazımdı. Mal biriktirmek ile mücadele, malı ihtiyaçla sınırlamak demek iken bilgiyi amele bağlamak da amel ve bilgi irtibatını yeniden kurmak demekti.
Bu süreçte İslam bilgi geleneğinde iki farklı cihetten kadim bir felsefi sorunun yeniden inşa edildiğini görmekteyiz. Bu cihetlerden birincisi Mutezile ve Haricilerin öncülüğünde gelişen iman ve amel tartışmalarıydı. İman-amel meselesi esas itibarıyla siyasal güdülerle ortaya çıkmış olsa bile İslam’da nazari tartışmaya yön veren belirleyici ve ufuk açıcı bir tartışmaya dönüşmüştü. Belli bir neticeye bağlanmış bu tartışmanın ikinci kez sufiler tarafından inşa edildiğini görmekteyiz. Sufiler, bilgi ile amel meselesini daha yaygın -ve en iyisi siyasal sonuçlarından bağımsız- bir şekilde ele alarak dikkatlerini bütünüyle meseleye odakladılar. Her iki tartışma Grek felsefesinden beri düşüncenin en önemli sorununu teşkil eden bilgi-eylem-ahlak ilişkisinin İslam’daki izdüşümleriydi. Sofistlerle başlayan tartışma Platon-Aristoteles ve Helenistik dönem üzerinden İslam’a ulaşmış, Müslümanlar dinî düşünce dâhilinde yeni kavramlarla tartışmayı başka bir mecrada fakat aynı istikamette sürdürmüşlerdi. Her hâlükârda tasavvufun serencamını anlamak, bu tartışmanın İslam toplumunda ortaya çıkışını ve doğurduğu neticeleri anlamaya bağlıdır.
Marifet ve kelimenin öznesini teşkil eden arif, her şeyden önce bilgi-amel-ahlak ilişkisi hakkında bir kanaate sahip olmakla anlayabileceğimiz bir kavramdır. Sufilerin bu alandaki ilkeleri amelsiz bilginin insana yük ve vebal olduğuydu. Bunu başka bir şekilde ifade edersek; amele dönüşmemiş bilgi, kişinin vehim ve kuruntusundan ibarettir. İnsanın görevi, mal ve dünyeviliği ihtiyaçlarıyla bilgiyi de amelle sınırlamasıdır. Fakat işin bu noktada kalması tasavvufu salt kuru bir zahitliğe dönüştürür ve ortaya çıkan literatürü anlamamızı imkânsızlaştırır. O zaman meseleye yeni bir soruyla yaklaşmamız gerekir: Nasıl oluyor da sufiler bilgiyi amelle sınırlamaktan söz ederken böyle geniş bir literatür ortaya çıkartabildiler? Sorunun cevabı amele dönüşen bilginin mahiyetinde aranmalıdır. Sufiler İslam cemiyetine ayet ve hadislerde zikredilen bilgi-amel ilişkisini hatırlatarak yeni bir perspektif kazandırdılar. Bunu şöyle formüle edebiliriz: Önce bilgi sonra amel, sonra yine bilgi! Bu itibarla sufilerbilgi-amel (ve ahlaklanmak)-bilgi şeklinde bir kalıp geliştirerek İslam bilim görüşüne yeni bir bakış açısı kazandırdılar. Bu bakış açısı felsefede de karşılığı olan bir şeydir ve ‘tecrübe’den ortaya çıkan bilgi şeklinde ifadesini bulur.
Meseleyi böyle ele alınca iki mühim hususa değinmek gerekir: Acaba amelden ortaya çıkan bilgi yeni bir bilgi midir? Bu, cevabı kolaylıkla verilebilecek bir soru değildir. Çünkü tasavvuf metinlerinde bu konuda en azından iki cevabın bulunduğunu görmekteyiz. Birincisi bu süreçte amelin bilgiyi sadece kesinleştirdiğidir, yoksa yeni bir bilgiden söz edemeyiz. Bu durumda tasavvuf yeni bilgi getiren yeni bir bilim ve bilgi teorisi olmak yerine, kazanılmış bilgileri kesinliğe ulaştıran bir ‘tahkik’ süreci hâline gelir. İkinci bir görüş ise amelin insana yeni bir bilgi, o bilginin amele dönüşmesiyle başka bir bilgi getirebileceği şeklindedir. Bu durumda insan dini naslardan istinbat ettiği bilgiyle amel ettikçe ve ahlaklandıkça Allah’a ve kendisine dair bilgileri sürekli artar. Binaenaleyh soruya verebileceğimiz her iki cevap bizi farklı neticelere götürebilir. Lakin her ne olursa olsun, amelin bir bilgi ortaya çıkartabileceği bütün Müslümanların aşina oldukları bir durumdu ve bu kesin hüküm zamanla unutulmuştu. İşte sufiler, Müslümanlara sadece bunu hatırlattılar! Bunu daha iyi anlatabilmek için ikinci bilgiye başka bir isim verdiler: Marifet! Marifet ilham ile veya sezgi ile veya başka bir şekilde elde edilen bilgi değil, dince belirlenmiş meşru amellerden doğan bilgi demektir. İnsan bilgisiyle amel yaptıkça, ameller ona sürekli bilgiler kazandıracak veya eski bilgilerini kesin bilgiye dönüştürecek, bu sayede ‘yaparak öğrenen’ insan arif olacaktır. Allah’ı ve insanın kendisini tanımak için amel ederek veya ahlaklanarak -ki amelin zirvesi ahlaklanmaktır- öğrenme sürecine irfan ve marifet, amelden doğan bilginin sahibine arif diyoruz. Bu nedenle arif-marifet ilim kelimesinden daha dar anlamlıdır ve bilgisi herhangi bir sürece veya şarta bağlı olmayan Allah’a isim olarak verilemez. Meselenin en önemli yanlarından birisi budur.
Meselenin ikinci kısmı ise tasavvufu din bilimleri içerisinde mütalaa ederken göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuz bir prensiptir. Sufiler bilgilerini salih amele, salih ameli ise Kur’an-ı Kerim ve sünnetten ‘istinbat’ edilmişlik şartına bağladılar. Bunun anlamı şudur: Marifet insanların kabul ettiği herhangi bir iyi davranıştan veya güzel ahlaktan ortaya çıkan bilgi demek değildir. Marifet mutlaka dinî bilgiyle ortaya konulmuş ‘teklifî amel’den ortaya çıkan bilgidir. Bu yaklaşım tasavvufu; sezgi, ilham veya şairane tahayyül gibi her türlü hakikat arama aracının ötesine taşıyarak Hz. Peygamber’e ‘ittiba’ etmeye bağlar. Tasavvuf üzerinde yapılan araştırmalarda en çok göz ardı edilen nokta burasıdır: Marifet, Hz. Peygamber’in sünnetini yaşamakla kazanılmış bilgi demek iken; arif, Hz. Peygamber’in sünnetini takip ederek hakikate ulaşan insan demektir.