Makale

Geçmişi Geleceğe Taşıyan İnsan:Âlim

Geçmişi Geleceğe Taşıyan İnsan:
Âlim

Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Abant İzzet Baysal Üni. İlahyat Fak.

Yüce Rabbimiz insanı yarattı, şekil verdi, ruh üfledi; göz ve kulak gibi dış dünyayı algılayacak duyular, akıl ve irade gibi karar verme ve tercihte bulunabilme yetileri ile onu donattı, bir hayat süresi belirleyerek yeryüzüne indirdi. İnsanın yeryüzü serüveni inişli çıkışlı oldu. Hak yoldan yürüdüğü zamanlar oldu, batıla saptığı ve başıboş bir hayat sürdürdüğü dönemler oldu.
Bu dönemler insanın ve hayatın dengesinin bozulduğu zamanlardı. Yüce Allah bu dengeyi yeniden kurabilmesi için ona destek olarak beşer cinsinden peygamberler gönderdi. Peygamberlere kitaplar indirdi, ilim ve hikmet verdi. Peygamberler Hakk’a yürüdü, ilim ve hikmet halka kaldı. Peygamberlerden sonra ilim ve hikmet bayrağını onun yolundan giden salih kullar devraldı. Bu ilim ve hikmet bayrağının bayraktarlığını yapanlara âlim, hakim ve arif dendi.
Ünlü âlim Debusi’nin dediği gibi, dünyanın dengesi dört grup ile sağlanmaktadır: Peygamberler, sahabiler, âlimler ve amirler. Burada aslolan peygamberlerdir. Sahabiler onun sohbetinde yetişen ve yolunu takip edenlerdir. Âlimler ise sahabeden aldıklarını kendi zamanlarına aktaran, uygulayan ve uyaranlardır. Amirler, peygamberden âlimler yoluyla gelen mirası koruyan, kollayan ve tatbikine yardımcı olanlardır. Çünkü din dört direk üzerine kuruludur: Yakin(kesin) bilgi, salih amel, doğru söz ve adil idare. Yakin bilgi peygamberde bulunur. Salih amel, salih kulların yakin bilgiyi hayatlarına tatbik edip, diğer insanlara da tavsiye etmeleridir. Doğru söz âlimlerin öğrettikleridir. Adil idare ise, adaletli yöneticilerin dünyada nizam ve dengeyi sağlamalarıdır. Bunların tamamı peygamberden gelen yakin bilgiye dayanır. Dolayısıyla hepsinin yakin bilgiye uyup uymama noktasında denetime ve eleştiriye ihtiyacı vardır. İlahî korunmuşluğa mazhar olan peygamberler dışında kalanların hata etme ihtimali her zaman mümkündür. Dolayısıyla peygamberlerin dışındakilerin yapıp ettikleri denetime ve eleştiriye açık olmalıdır. (Debusi, 366-367.)
Anılan denetim ve eleştiri görevini yerine getirecek olan sözün gücünü ellerinde bulunduran âlimlerdir. Bu yüzden “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.”(Tirmizi, Kitabü’l-ilim, 19.) Âlimin bu varislik vasfını tezahür ettirmesi, doğruluk, dürüstlük, ahde vefa, emanete riayet, bilgiyi doğru şekilde aktarma ve kendi alanındaki problemleri kavrayacak ve çözecek kadar bir zekâya sahip olmak şeklindeki peygamberî özellikleri üzerinde tezahür ettirerek anılan denetim ve eleştiri görevini hakkıyla yerine getirmesine bağlıdır. Ama bunun yanında âlimler de kendilerini denetim ve eleştiriye açık tutmalıdırlar. Çünkü “Âlimler, Allah’ın kendilerini halkın üzerine emin kıldığı kimselerdir ve onlar ümmet-i Muhammed içinde emanet ehli, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri ve vârisleridir.” (Acluni, II, 84, 1749-1750 nolu hadisler.)
Âlim kimdir sorusunun cevabını vermek çok da kolay değildir. Her bilgi ve birikim sahibi âlim kabul edilir mi, yoksa bunun bir kriterinin olması gerekir mi? Tabii ki bunun bir kriterinin olması gerekir. Bilen ve birikim sahibi olan kişiye zahir itibarıyla âlim denilebilir, ancak bir kişiye âlim denilebilmesi için bilgi birikiminin yanında ilmiyle amil ve bildiğini insanlarla paylaşmak şeklinde iki önemli özelliğinin de bulunması gerekir.
Açmak gerekirse, âlimin birinci temel özelliği kendi alanında sağlıklı ve sağlam görüş ortaya koyabilecek yeterlikte ve derinlikte bir bilgiye sahip olmasıdır. Bir insanın her şeyi bilmesi mümkün olmadığına göre âlim olan kişi, en azından kendi alanında iyi bir donanıma sahip bulunmalı, bilmediği konularda ise görüş alış-verişine yatkın yanlış sonuç vermesi durumunda bunu da açıkça itiraf etmekten kaçınmazdı. Medine hurmalıkları ile ilgili kararı buna en güzel örnektir.
Âlimin ikinci temel özelliği, sahip olduğu bilgiyi kendi hayatına yansıtmasıdır. Çünkü Yüce Allah başta peygamberler olmak üzere kullarından öncelikle doğruluk, dürüstlük ve istikamet istemektedir. Peygamber Efendimiz’e hitaben, “Emir buyrulduğun gibi dosdoğru ol.”(Hud, 11/112.) buyruğu bunun en güzel belgesidir. Tabiinin önde gelenlerinden Hasan-ı Basri, “Bu Kur’an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar.”(Sad, 38/29.) mealindeki ayeti şöyle izah eder: Kur’an’ı düşünmek demek onu akıl ile anlamak demektir. Bu, onun lafızlarını ezberleyip anlamlarını ihmal etmek değildir. Bir kimse çıkıp da, “Hiçbir harfini eksiltmeksizin Kur’an’ı okurum.” dese, eğer Kur’an onun ahlakında ve davranışlarında görülmüyorsa, aslında o Kur’an’ın tamamını ihmal etmiş demektir. (Muhasibi, 276.) Yine bu doğrultuda olmak üzere İmam Azam Ebu Hanife, rivayet ettiği hadis ile amel etmeyen ravinin hadisini kabul etmemiştir. Çünkü İslam geleneğinde âlim, kuru bilgi sahibi değil; bildiğini yaşayan, içselleştiren ve örneklik teşkil edendir.
Âlimin üçüncü temel özeliği ise bildiğini aktarmaktır. Bunun aksi davranış kişinin bildiğini gizlemesidir ki, bu İslam’da kesin bir dille yasaklanmıştır. “Kim bildiği bir bilgiyi gizlerse, kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem vurulur.” (Tirmizi, İlim 3; Ebu Davud, İlim 9.) Ancak bilginin aktarılması hususunda yer, zaman ve doğuracağı sonuçlar hesaba katılmalıdır. Bazen zamansız ve yersiz aktarılan bilgi, faydadan çok zarar doğurabilir. Bu yüzden doğruluğundan emin olunmayan, zan ve tahmine dayalı, toplum içinde karışıklık doğuracak, provokasyonlara sebep olacak, birinin ayıbını açığa vuracak veya özel hayatı ihlal edecek bilgilerin aktarılması ve açıklanması yasaklanmıştır. “Ey iman edenler doğruluğundan emin olmadığınız bilgileri aktarmaktan kaçınınız, çünkü bu türden bazı bilgileri aktarmak günahtır. Hiç kimsenin özel hayatını araştırmayınız, gıybet/dedikodu yapmayınız. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bunu iğrenç bulursunuz. Öyleyse Allah’tan korkunuz. Yüce Allah tövbeleri kabul eden ve kulları için merhametli olandır.” (Hucurat, 49/12.)
Bilginin aktarılması, âlimin bilinmesine de bağlıdır. Bu durumda âlim olan kişi kendisini gizlememeli, bilakis yaşantısıyla, sözleriyle ve davranışları ile toplum içinde örnek bir şahsiyet olmalıdır.Maddi-manevi her bakımdan ulaşılabilir bir konumda bulunmalıdır. Kibir, gurur, haksız dünyevi çıkar ve yapmacık şöhret peşinde olmaksızın; insanların kendisinden istifade etmelerini temin için bilgi sahibi olduğunun bilinmesinden kaçınmamalıdır. Bunun aksi olan âlimin kendisini toplum içinde gizlemesi, toplumun ondan yararlanmasını engellemek ve bir yönüyle ilmi gizlemek anlamına gelir. Maalesef toplum içinde, “Ben âlimim diyen cahildir.” şeklindeki son derece zayıf bir hadise dayanılarak bilgi sahibi insanlar, anlamsız bir mahviyete sevk edilmektedir. Acluni bu hadisin açıklamasında, “Sahabeden ve tabiinden birçok kişi ‘ben âlimim’ derdi. Eğer bunu Hz. Peygamber (s.a.s.) yermiş olsaydı, onlar böyle bir sözü asla söylemezlerdi. Nitekim Kur’an’da Hz. Yusuf, “Şüphesiz ki, ben güvenilir ve bilgi sahibi bir kişiyim.”(Yusuf, 12/55.) diye zamanının Mısır kralına kendisini takdim etmiştir.(bk. Acluni, II, 352; 2557 nolu hadise dair açıklama.)
İlim sahibi olmak, zahmetli ve uzun bir yola koyulmak, sabır, metanet ve kararlılık içinde o yolda yürümektir. Hiçbir engel onu ilim, irfan ve irşat yolundan alıkoyamaz. Son devrin ünlü hadisçilerinden Abdulfettah Ebu Gudde’nin yazdığı “Safahat Minsabri’l-Ulema” adlı eser, geçmişteki âlimlerimizin ilim uğrunda çektikleri sıkıntı, yokluk, yoksunluk ve uğradıkları haksızlıklar için bir belgedir. O yüce gönüllü insanlar bütün bunlara rağmen en küçük bir pişmanlık, yılgınlık ve yıkım emaresi göstermemişlerdir. Yemeye ekmek, giymeye elbise bulamamışlar ama ilim yolundan dönmemişlerdir.
Onlar, dünyalık makam ve servet peşinde olmadıkları için bir hasret ve nedamet izi de üzerlerinde görülmez. Ellerine geçen imkânları da ya kitap almak ya öğrencilerine destek olmak için kullanmışlardır. Hayatlarını ilme adadıkları ve ilim uğrunda harcadıkları için dünyalık onların gözünde olmamıştır. Ebu Hanife gibi ticaretten kazandığını öğrencilerine burs olarak harcayan gönlü bol, Ebu Yusuf gibi ölene kadar hocasının dizinin dibinden ayrılmayan vefalı; Ebu Sa’d es-Sem’ani gibi ilim talebi için yüz kadar şehir dolaşan, Abdullah İbn Mübarek gibi yatsı vakti başladıkları ilim müzakeresini sabah ezanıyla bitiren, Bakıllani gibi gece yazdıkları eserini sabah öğrenciler ile birlikte mütalaa ve tashih eden, Muhyiddin İbn Arabi gibi yazdığı risalesini sabah ezanıyla sonlandıran nice âlimler vardır.
İslam medeniyeti şehir, mescit ve kitap şeklinde üçlü saç ayağı üzerine oturur. Çünkü şehir medeniyeti, mescit eğitimi, kitap ise bilgiyi temsil eder. Bu üçünü bir araya getiren ve aralarında irtibatı sağlayan âlimdir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber hicret ettiği Yesrib’in ismini Medine (şehir) olarak anmış, orada hemen bir mescit inşa etmiş ve gelen vahiylerin yazıya geçirilmesine çok önem vermiştir. O, Medine’nin efendisi, mescidin imamı ve Kur’an’ın tercümanıydı. Peygamber vârisi olan âlimler de bu rolü ondan devralarak sürdüren kişilerdir. Hz. Ali’nin şu sözü tam da bu gerçeğe işaret eder: “Kur’an, iki kapak arasında bir kitaptır. Kendisinin hakemlik yapması ve konuşması mümkün değildir. İçindekileri dile getirecek bir tercümana gereksinim duyar. Bu görevi yerine getirecek olan da insandır.”(Nehcü’l-Belağa, 182.)
Sonuç olarak âlim, kalbi Hak, aklı halk ile olandır. Allah’a kalpten bağlı olduğu hâlde halka makul çözümler üretendir. Niyetinde ihlas, işinde feraset ehlidir. O, gelenek ile gelecek arasında köprü, geçmişin tecrübesini geleceğe taşıyan şimdinin vicdanıdır. Ne geçmişe takılıp kalır ne de gelecek gözünü korkutur; kötülükler karşısında uyarıcı (nezir) iyi yolda olanlara ümit vericidir. (beşir) Hakikat onun yegâne sığınağı ve hedefidir. Ne ham hayal peşinde koşar ne de toplumu ütopyalara sürükler.