Makale

Kara Tahtadan Mihraba…

HATIRA DEFTERİNDEN

Kara Tahtadan Mihraba…

Ali Aygün

“Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!”
İsmet Özel


1998’in yağmurlu bir Ocak ayıydı. Samsun’da Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisiydin mihrap görevini aldığında. Hayatın, kampüs ile cami arasında geçiyordu. İnsanın gölgesiyle tanımlandığı, darbelerin bile postmodern yaşandığı zor zamanlardı. Mîna Urgan, “Bir Dinozorun Anıları”nı henüz yayımlamıştı. Madrid’den Roma’ya trenle giderken aynı zamanda Vatikan Koleji’nde edebiyat öğretmeni olan papazla karşılaşmasını ilgiyle okumuştun. Edebiyat öğretmeni papazın üstüne çok gitmesine rağmen papazın hiç alınmadan tebessümle, hoşgörüyle karşılık vermesine en az Urgan kadar şaşırmıştın. Karşılaştırmalar, sorgulamalar yapmıştın. İngiliz edebiyatçı/Başrahip Jonathan Swift’in: “Ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız, birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz.” sözlerine mim koymuştun. (Mîna Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1998, s. 75-77.) Oysa, “Bir insanı sevmekle başlardı her şey.” Mevlanalar, Yunus Emreler, Hacı Bektaş-ı Veliler bunu tavsiye etmemişler miydi bize? İnsanları ötekileştirmeden, inanç ayrımı yapmadan, onları hoşgörüyle kucaklamak gerekmiyor muydu?
Kampüs ile cami arasında sıkışıp kalmıştın. Zihninde İsmet Özel’in şu dizeleri uçuşuyordu: “…ben o yaşta koltuğumda kitaplar / işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı / cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları / kafamda yasak düşünceler, Gide mesela…”
Okulu bitirmiş, artık Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmuştun. Sırasıyla Samsun, Kırıkkale ve Ankara’da özel kurumlarda öğretmenlik yapmıştın. Öğretmenlik, değerli bir meslekti. Allah, Hz. Âdem’e (a.s.) bütün varlıkların isimlerini öğretmişti. Peygamberleri de ilim ve hikmetle donatıp insanlığa öğretmen tayin eden de O’ydu. Öğretmenler, Kur’an şairi Mehmet Akif’in dediği gibi: “Muallimim diyen olmak gerektir imanlı / Edepli, sonra liyakatlı, sonra vicdanlı.” olmalıydı. Hele edebiyat öğretmenliği! Dershanelerde yaptığın edebiyat öğretmenliği, üç beş yazar, eser ezberletmeye dönmüştü ne yazık ki! Oysa edebiyat bunlardan fazlasıydı. Edebiyat, edepten geliyordu. İnsan davranışlarında iyi, güzel değişiklikler meydana getiren bir alandı edebiyat. Tahtaya yazdığın dizelerin imgeleri değil, yüklemleri önemliydi. Hayal ettiğin edebiyat öğretmenliği bu değildi…
***
“Sen ve yağmur. Başa dönemezsiniz. Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz.”
Ankara’daydın. 2014’ün yağmurlu bir Ocak ayıydı, sabık imam hatip olarak başladığın yere, Samsun’a, dönüyordun. Otobüsün penceresinden dışarıyı seyrediyordun. Her şey akıyordu pencereden: araçlar, evler, ağaçlar ve hayallerin… Yıllar içinde iyice savrulmuş, gevşemiştin. Şimdi aslına rücu ediyordun. 16 yıl aradan sonra yeniden mihraba geçiyordun, elhamdülillah. Zaman değişmişti. “Mihrabın ruhunu evlere, sokaklara, caddelere; minberin nurunu gönüllere taşıma” zamanıydı. Bunun için hem Kur’an, sünnet bilgisine hem de çağın bilgisine sahip olmak gerekti. Bilgi ve irfanın yükselmesi için İslami ilimler yanında sosyal bilimlerle ilgili kitapların da okunması gerekiyordu. Dinin hayatla irtibatını kurabilecek yorum kabiliyeti ancak bu şekilde mümkün olabilirdi. Ne güzel demişti Başkan’ımız: “Cehalet her yere yakışabilir ama camiye yakışmaz. Cehalet her göreve bulaşabilir ama mihrap görevine asla bulaşamaz, minber görevine bulaşamaz. Biz daima bilgiyle hareket etmek zorundayız.”
Yalnızlık her koşulda bir sığınak buluyordu ve yalnızlığın en içli şairi Edip Cansever eşlik ediyordu sana: “İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine / Konya’nın beyaz / Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer / Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir / Denize benzer ki dalgalıdır bakışları / Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına / Öylesine benzer ki / Ve avlularına (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)…” İki ırmak arasından yüzlerini denize dönmüştü bu şehrin insanları: “…Samsun’un evleri denize bakar / Sokakları yosun içinde / Çaparlar, takalar, mavnalar / Bilyalar gibi suyun yüzünde / Bir iner bir kalkar…” Gönlünün en uzun ırmağı boyunca gidiyordun ve bütün ırmakları dünyanın Kızılırmak’tan geçiyordu. Nihayet Elalan’a ulaşmıştın…
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni iken bir bilgi olarak sunduğun, 15. yüzyıl divan edebiyatı sanatçısı ve imam hatip Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlit” diye bilinen “Vesiletü’n-Necat” mesnevisini artık programlarda bizzat okuyordun: “Yâradılmış cümle oldu şâdümân / Gam gidûp âlem yenîden buldu cân / Cümle zerrât-ı cihân idûb nidâ / Çağrışûben dediler kim merhabâ.”
Bazen de biraz metinlerarasılık biraz alımlama estetiği yapıyordun. Hümeze suresinde malına, servetine ve konumuna güvenerek müminlerle alay eden, insanlara tepeden bakan, insanları ayıplayan, insanların iffet ve namuslarına dil uzatan, istihza ve alaylarla müminleri çekiştirip küçük düşüren bir insan tipinden söz ediliyordu. Her şeyi mal, mülk, makam ve mevki ile değerlendiren müstekbir bir insan tipinden… Tüm gücüyle mal, mülk toplamaya, servet yığmaya yönelen, topladıklarıyla övünüp böbürlenen ve dünyada ebedî kalacakmış gibi plan yapan, bu yüzden de ahiretle ilgilenecek zamanı kalmayan kişinin kötülüğü anlatılıyordu: ”Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!..” (Hümeze, 104/1-2.) Hümeze suresi ile Fransız edebiyatının önemli yazarlarından Honore de Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” adı altında topladığı romanlarının en önemlilerinden “Eugenie Grandet”nin kahramanlarından Fıçıcı Bay Grandet’nin fıçılar dolusu altınlarını sürekli sayması, para sevdası ve cimriliğiyle ilişkiler kurarak konuyu daha da genişletiyor ve somutlaştırıyordun. Baba Grandet, hâkim duruma gelen yeni değer yargılarını, para merkezli bir yaşamı temsil ediyordu. Bu yeni düzen, insani değerleri ikinci plana atıyordu.
Öğrencilerin dikkatini çekmeyi başarmıştın. Artık onlara hem Kur’an hem de Türk Dili ve Edebiyatı dersi veriyordun. Kütüphaneni açmıştın onlara. YGS ve LYS’ye hazırlananlar, ara sınıf öğrencileri ilgiyle geliyorlardı camiye. Okula çevirmiştin camiyi. Camilerimiz, toplu ibadet yeri temel işlevinin yanı sıra ilim tahsil edilen yerdi. Yıllarca belagatin uygulama mekânları olarak Kur’an ve hadislerin mesajlarını her yaş ve kültür seviyesinden insana ulaştırmıştı, böyle de olmalıydı.
İzin günlerinde Bafra’nın en eski alışveriş merkezi bedesten aralığına gidiyordun. “Bedûh Kitabevi”nde bir köşede kitap okurken diğer taraftan “Lokumevi”nin lokum ve nokullarından yiyordun üstadın şu sözlerini hep aklında tutarak: “Bol bol okuyun. Okumayı terk etmeyin. Derdi olan insan okur, derdi olmayan insan da okuyarak dert sahibi olur. Asıl mesele bir derdimizin olmasıdır.”
İster öğretmen ister imam hatip ol, bulunduğun yeri bereketlendirmen gerekiyordu. Peygamber (s.a.s.)’in: “Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim.” (İbn Mace, Mukaddime, 17.) hadis-i şerifi düsturun olmalıydı. Manevi dinamikleri ayakta tutabilmek için sadece camide değil; cami dışında, sokakta, okulda, alışveriş merkezinde, çocuklarla, gençlerle, ailelerle, esnafla buluşarak onların taleplerine karşılık vermeliydin ki bulunduğun yer bereketlensindi.