Makale

Tevhid-i tedrisat ve diyanet hizmetleri - III

Tevhid-i tedrisat ve diyanet hizmetleri – III
Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman
mbulut@diyanet.gov.tr
Tevhid-i tedrisatla medreseler bir çırpıda kapatıldı mı?

TBMM, Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluşunu âmir olan 429 sayılı kanunu kabul ettiği 3 Mart 1340/1924’te, aynı gün 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanununu da kabul etti. Bu kanunla, ülke genelinde öğretim birliğinin sağlanması amaçlanmıştı. Buna göre, değişik ihtiyaçları karşılamak amacıyla açılan ve o güne kadar ayrı ayrı vekâletler tarafından idare oluna gelen eğitim ve öğretim kurumları Maarif Vekâletine bağlanmış oluyordu. Bundan böyle eğitim-öğretim faaliyetleri tek bir makamdan idare edilecek, ilköğretim çağındaki çocuklar, eskiden olduğu gibi çeşitli mektep ve medreselerin ilk ve hazırlık kısımlarında ayrı ayrı değil, yeknesak bir şekilde tek bir çatı altında eğitim göreceklerdi. Böylece belli yaş aralığındaki bütün ülke çocuklarının aynı şekil ve ruhta eğitilmesi sağlanacaktı. Doğal olarak, o yıllarda “ilmî müesseseler” olarak da nitelenen ve genel bir ifade ile “medrese” olarak isimlendirilen eğitim ve öğretim kurumlarının da Maarif Vekâletine bağlanması, idarelerinin bundan böyle bu bakanlıkça yürütülmesi gerekiyordu. Nitekim kanunun 2. maddesi şöyleydi: “fier’iye ve Evkaf Vekâleti yahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medreseler ve mektepler Maarif Vekâletine devir ve raptedilmiştir.”

Görüldüğü gibi, burada bütün medreselerin Maarif Vekâleti’ne; yani Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilip bağlanması mevzubahistir.

Söz konusu kanunun 4. maddesinde ise, “Maarif Vekâleti, yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat fakültesi tesis ve imamet, hitabet gibi hidemât-ı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetiştirilmesi için de ayrı mektepler küşad edecektir” deniyordu. Bu hükümden de anlaşılan, dinî hizmetlerde istihdam edilecek elemanları yetiştirmek üzere yine Maarif Vekâletine bağlı olarak, orta ve yüksek düzeyde yeni mesleki din eğitimi kurumlarının açılacağıdır.

Bu hükümlere binaen yasanın medreseler açısından şu şekilde uygulanacağı umuluyordu: Medreselerin ilk bölümleri ve hazırlık kısımları ilga edilerek öğrencileri Maarif Vekâletinin mekteplerine naklolunacak, İptida-i hariç, İptida-i dâhil ve Sahn kısımları da bir ihtisas kurumu olan Süleymaniye Medresesinin yerini almak üzere Darülfünun’da kurulacak İlahiyat Fakültesine öğrenci yetiştiren okullar olarak olduğu gibi kalacaktı. Süleymaniye Medresesi öğrencileri de İlahiyat fakültesine alınacaktı.

Ancak, yasanın medreseler ve din öğretimi açısından uygulama tarzı, dönemin yetkililerinin ve kamuoyunun yasadan anladığı şekilde ya da beklentileri doğrultusunda olmadı. Peki, nasıl oldu? Bu sorunun cevabına geçmeden önce bir hususa açıklık getirmeliyiz: Öteden beri telâffuz edilen “Tevhid-i tedrisatla medreseler bir çırpıda kapatılmıştır” şeklindeki hüküm, gelinen sonuç itibarıyla yanlış değildir; ancak bu süreçteki bazı ayrıntıları da göz ardı etmemek gerekir diye düşünüyoruz. fiöyle ki;

Uygulama ilk aşamada aşağı yukarı kanunun ilgili maddesine uygun bir şekilde yapıldı. Bütün medreseler önce Maarif Vekâletine bağlandı. Ama kanunun kabulünden çok kısa bir süre sonra Maarif Vekilliğine getirilen Vasıf Bey (Çınar), bu göreve gelir gelmez illere gönderdiği 11 Mart 1924 tarihli bir genelge ile, -bu genelgenin bir örneğinin Diyanet İşleri Reisliğine de gönderilmiş olması dikkatimizi çekmektedir- köylere kadar yaygın şekilde bulunan ve sayıları 465 kadar olduğu tahmin edilen İlmiye medreselerinin tamamının kapatıldığını ve bundan böyle bu medreselerde öğretime devam edilmesine izin verilmeyeceğini bildirdi. Hâlbuki önceki yazılarımızda değindiğimiz gibi, ilk TBMM hükümeti, ilçe ve köylerin imam-hatip ihtiyacını karşılamak üzere bu medreselere yeni bir çekidüzen vermişti. Aynı genelgede Darülhilâfe medreselerinin İptida-i hariç ve dâhil kısımlarının ise imam-hatip yetiştirilmek üzere “İmam ve Hatip Mektebi” adıyla Maarif Vekâleti idaresi altında eğitime devam edeceği belirtiliyordu. Buna göre Bakanlık, Birinci TBMM hükümeti döneminde geliştirilen ve hazırlanan yeni müfredat programıyla bir lise düzeyine getirilen 29 adet Darülhilâfe medresesini, bulundukları yerin adını taşıyan “İmam ve Hatip Mektebi”ne dönüştürmüş oluyordu.

Demek oluyor ki, başlangıçta medreseler aslında bir çırpıda kapatılmamış; kapatılma, aradaki zaman çok kısa da olsa, bilahare olmuş ve ayrıca bir dönüştürme olayı da yaşanmıştır.

Bilindiği gibi kanunun ilgili maddesine uyarak Bakanlık, İstanbul Darülfünunda bir İlahiyat şubesi ihdas etti. Darülhilâfe medreselerinin yüksek kısımları ile ihtisas bölümleri olan Sahn ve Medresetü’l-Mütehassısin (Süleymaniye Medresesi)’deki 400’den fazla öğrenci bu fakülteye alındı. Darülhilâfelerin ilk ve orta kısım öğrencilerinden bir kısmı ise İmam ve Hatip mekteplerine aktarıldı. Daha önce masrafı Evkaftan karşılanan ve idaresi fier’iye Vekâletinde bulunan Medresetü’l-Vâizîn de bütçesiyle birlikte Maarif Vekâletine devredilmişse de bu ihtisas medresesinin de faaliyetine izin verilmedi.

Maarif Vekâletinin 18 Ekim 1924 tarihli bir yazısında kapatılan Darülhilâfe medreselerinin 4. sınıfını bitirenlerle 5 ve 6. sınıf öğrencileri yeni açılan İmam ve Hatip mektebi mezunu sayılacağını ve dolayısıyla durumu uyanlardan imam-hatip olarak görev almak isteyenlerin Diyanet İşleri Reisliğine başvurabilecekleri belirtilmiştir.

Kapatmaya tepkiler

Başta Sebilürreşad dergisi olmak üzere, 430 sayılı yasanın kabul edildiği 1924 ve müteakip yıllarda basında bu yasa ve uygulamasına ilişkin bir hayli haber ve yorumun yayımlandığını görüyoruz. Bunların bir kısmını gözden geçirme imkânı buldum. Ayrıca Büyük Millet Meclisinin tutanak dergilerinden ilgili müzakeratı gözden geçirdim. Bu çerçevede serdedilen düşüncelerden, teşhis ve tespitlerden bir kısmının günümüzde hâlâ güncelliğini koruduğu ve bu yönüyle önem taşıdığı kanaatindeyim.

Hemen belirtelim ki, bazı milletvekilleri başta olmak üzere konuya ilgi duyan dönemin yetkilileri ve dinî hassasiyetli kamuoyu, asılında, ülke genelinde öğretimin tek elden yürütülmesini öngören böyle bir yasaya karşı çıkmamışlardı. Esasen bu doğrultudaki çaba yeni de sayılmazdı; bir önceki yazımızda da değindiğimiz gibi, öğretimde arzu edilen tevhit, aslında Meşrutiyet döneminde kısmen gerçekleştirilmişti.

Evet, bütün eğitim kurumlarının tek çatı altında toplanmasına fazla bir itirazı olmayan bu çevreler, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat yasasının medreseleri kapatma şeklindeki uygulamasına karşı çıkmışlardı. En başta, kanunda herhangi bir eğitim kurumunun kapatılacağına ilişkin tek bir kayıt bile olmadığını, kanunun “yanlış tefsir ve tatbik” edildiğini, döneminin Maarif Vekilinin kişisel icraatıyla medreselerin kapatıldığını ileri sürerek buna şiddetle karşı çıkıyorlardı. “Tevhid-i tedrisat”ın “ilga-i tedrisat” anlamına mı geldiğini sorarak, bu kanun çerçevesinde kapatma olayının sadece medreselere münhasır kalışına dikkat çekiyorlardı.

Ülkede dinî cehaleti ortadan kaldırmak doğrultusunda Birinci TBMM tarafından iyileştirme çalışmalarının yapıldığı medreselerin, savaş sonrasında ülkeye daha faydalı hale getirilmesi için çalışılacağı umulurken kapatılmalarının kamuoyunda büyük üzüntü ve hayal kırıklığına neden olduğu belirtiliyordu.

Mesela 29 Mayıs 1924 tarihli Sebilürreşad’da, Tevhid-i Efkar gazetesinden iktibas edilen bir yazıda “Tevhid-i Tedrisat Kanunu sadece eğer yalnız medreseleri yıkmak, talebesini sokağa atmak maksadıyla yapıldıysa hîn-i tanziminde hakikati olduğu gibi söylemeli değil midir?” diye soruluyordu.

Söz konusu kanuna dayanılarak İmam ve Hatip mekteplerinin ve İlahiyat fakültesinin açılmış olması ise onları asla tatmin etmemiş ve hatta mevcut konumlarıyla bu yeni eğitim kurumlarının ülkenin ihtiyaç duyduğu nitelikteki din hizmetlisini yetiştiremeyeceğini, binaenaleyh, bu iki yeni kurum için verilen uğraşların abesle iştigal olacağını ileri sürmüşlerdi.

Kuşkusuz böyle bir kanaate varmalarının nedenleri vardı. O yıllarda konuyu yakından takip eden şahısların da ifade ettiği gibi, bir defa yeni açılan İmam ve Hatip mektepleri ortaokul konumundaydı. Darülhilâfe medreselerinin adı değiştirilerek İmam ve Hatip mektebine dönüştürülmüşse de gerçekte sınıfları kaldırılmış, programları değiştirilmişti. Verilmek istenen eğitim yetersizdi. Programlarına bakıldığında bunların ne okulu olduğu pek anlaşılmamaktaydı. Bu okullar öğrenciye, işe yarayacak bir diploma kazandırmayacaktı. Lise düzeyinde olmadığı için mezunlarının yeni açılan İlahiyat fakültesine bile gitmeleri mümkün değildi. Bu diploma ile kendilerine görev verilip verilmeyeceği açık değildi. Dolayısıyla geleceğini göremeyen çocukların bu okulu tercih etmeleri çok zordu. Kaldı ki, imam ve hatiplik için verilen ücretin de hiçbir cazibesi bulunmuyordu. Bu haliyle bu okulların yaşaması mümkün değildi. fiöyle bir serzenişte de bulunuyorlardı: Okul görmemiş, belli bir eğitim sürecinden geçmemiş, sadece kendi gayretleriyle bir şeyler öğrenerek camilerde görev almış imamları beğenmezken artık onlar düzeyinde bile imam-hatip yetiştirmekten aciz duruma gelmiş bulunuyoruz. Bu hal böyle devam ederse ülkemizde imam ve hatiplik yapacak kimse bulamayacağız...

Benzeri eleştiriler yeni açılan İlahiyat Fakültesi için de yapılmıştı. Burada okutulan derslerin daha çok bilimler tarihiyle ilgili olduğunu ve bu haliyle bir tarih bölümü niteliği taşıdığını vurgulayan yetkililer, böyle bir İlahiyat fakültesinden bir müftünün, bir vaizin, bir İslâmî bilimler uzmanının yetişmesini imkânsız görüyorlardı.

İlahiyat fakültesine kaynak bulma açısından da medreselerin kapatılması eleştirilmişti. Mesela deniyordu ki, yasada bir İlahiyat fakültesinin de açılması öngörüldüğüne göre, bu yüksek öğrenime kaynaklık teşkil edecek orta öğretim kurumları bulunmalıdır. Hâlbuki Darülfünun İlahiyat Fakültesi, lise düzeyinde olmadıkları için yeni açılan İmam ve Hatip mektebi mezunlarını öğrenci olarak kabul etmemekte, haliyle orta öğretimde İlahiyat fakültesine kaynaklık edecek bir öğretim kurumu bulunmamaktadır. İdeal olan medreselerin İptida-i hariç, İptida-i dâhil ve Sahn bölümlerinin ipka edilmesiydi. Bu kısımlar İlahiyat fakültesine öğrenci yetiştiren okullar olarak kalmalıydı. Çünkü ilk, orta ve lise aşamaları bulunmayan bir yüksek öğrenim sistemi düşünülemezdi. O halde yüksek din eğitimi verecek bir kurumun da bu aşamaları olmalıydı. fiayet medreselerin sözü edilen bölümleri ibka edilseydi bu durumda “İmam ve Hatip Mektebi” adıyla yeni bir okulun açılmasına ihtiyaç duyulmayacaktı. Ancak yine de sırf imam ve hatip yetiştirmek için böyle bir okul da açılabilirdi. Sözü edilen üç aşamalı eğitimi tamamlayanlardan isteyenler İlahiyat fakültesine devam ederek orada uzmanlaşabilirlerdi. Farklı alanlarda uzmanlaşmak isteyenlere de imkân tanınırdı. Medreselerin sözü edilen aşamalarıyla ortadan kaldırılması milleti, memleketi, eğitim sistemini sıkıntıya sokmuştur. Amaç ve hedefi olmayan öylesine bir İlahiyat Fakültesinin hiçbir anlamı yoktur.

Darülfünun ilahiyat fakültesi ve imam ve hatip mektebi mezunları din hizmetinde ihtiyaç duyulan elemanları yetiştirebilir miydi?

Sebilürreşad’da o günlerde “Yahya Afif” imzasıyla yayımlanan bir makalede İlahiyat fakültesinden mezun olacakların istihdamı için özetle şu değerlendirme yapılmıştı:

Bu fakülteden mezun olacaklar için istihdam alanı olsa olsa müftülük ve öğretmenlik olur. Ama bu fakültenin konumu ve burada okutulan derslerin niteliği her ikisinin gerçekleşmesine de uygun değildir. fiöyle ki; müftüler, mahallinde, mahalli ulema arasından seçilir. Mahalli ulemayı mahalli medreseler, müesseseler yetiştirir. Mahalli uleması bulunmayan yerlere merkezi hükümetçe atanan müftüler gönderilir (O yıllardaki mevzuat böyle idi). İlahiyat Fakültesi ülkenin her tarafından kendisine öğrenci çekemeyeceğine göre o zaman bütün müftülerin hükümet tarafından atanması zorunlu olacaktır. Bu da hem atanan müftü açısından hem yerli halk açısından hem de hükümet açısından sıkıntılara neden olacaktır. Bölgeyi ve halkını tanımayan, iklimine alışık olmayan dışarıdan gelmiş bir müftünün burada uyum sağlayıp iyi bir hizmet sunması çok zor olacaktır. Orada maaşından başka bir geliri olmayacağından geçim sıkıntısı çekecektir. Ayrıca bu fakülteden keyfiyet ve sayısal açıdan yeterli müftü çıkması da şüphelidir hatta hayaldir; bu durumda hükümetin atamak üzere müftü bulması da zor olacaktır. Esasen programına bakılırsa İlahiyat fakültesinin müftü yetiştirmek gibi bir gayesinin olmadığı anlaşılmaktadır. Müftlük için zorunlu olan temel İslâm bilimleri ders programına konmamıştır. Esasen kendisine eleman yetiştirecek orta düzeyde öğretim kurumları olmadıkça müftülük için gerekli dersler konsa da istenilen sonuca ulaşılamaz.

Öğretmenlik meselesine gelince; şayet mezun verirse, -çünkü fakültenin yaşayacağına ve mezun vereceğine dair herhangi bir ümit ta işin başında yoktu- İlahiyat fakültesinden mezun olacaklara hangi okulun öğretmenlikleri verilebilirdi? Zira herhangi bir dersi okutacak formasyonu haiz olabilecek bir eğitim bu fakültenin programlarında yer almıyordu. Din dersi öğretmenliğinin bu fakülte mezunlarına verileceği de şüpheli gözükmektedir. Çünkü kontenjanları son derece az olan ve hiç artmayan, keza maaşları çok düşük olan ve artırılmayan din dersi öğretmenliğinin celbedici bir yönü de bulunmamaktadır.

Yahya Afif, aynı yazısında İmam ve Hatip mektebi ve imam hatiplik görevi konusunda da şu görüşleri ileri sürmüştü:

Yeni açılan İmam ve Hatip mektepleri de faydasızdır, sonuçsuz kalacaktır. Tesisi tasavvur edilen bu mektepler ilga edilen medreselerin yerini, onların bıraktığı boşluğu dolduramayacak ve birkaç sene sonra köyler ve birçok kasaba imamsız kalacaktır. Esasen imam ve hatiplik sadece İstanbul ve nüfusu kalabalık diğer birkaç şehirde bir gaye olabilir. Küçük kasabalarda, nahiyelerde ve özellikle köylerde bu görev kimseyi İmam ve Hatip mektebine celp etmez. Osmanlı döneminde ülkenin her tarafında hayır sahiplerinin vücuda getirdikleri medreseler imamları, hatipleri kolayca yetiştiriyordu. Bu görevliler mahalli olarak yetişiyorlar, başka yerlere, başka yerlerdeki medreselere gitmek lüzumunu hissetmiyorlardı. Sınırlı sayıda açılmış bulunan İmam ve Hatip mektebini, Maarif Vekâletinin, o günkü şartlarda ülkenin her yerinde açması imkânı yoktu. Ötede beride açılmış olanlara da sırf imam ve hatip olmak için yurdun her tarafından öğrenci çekmek mümkün değildir. (Yahya Afif, “İnhilal Eden Bir İlim Ordusu”, SR, c. 24, Sayı: 603, 05.06.1340, s. 69-71)

Şimdilik şu tespitle yetinelim: 1924’ten günümüze mesleki din eğitimi meselesini gözden geçirirsek, aradan geçen 85 yıllık süre içinde sürekli benzer sorunlarla yüz yüze kaldığımız anlaşılacaktır. Günümüzde de kısmen sürüp giden yetkin din hizmetlisi yetiştirme sorununun, bu alanda yaşanan sıkıntıların temelinde, 85 yıl önce bu meseleye kafa yoranların teşhis ve tespitiyle, “Tevhid-i Tedrisatın yanlış tefsir ve tatbiki”inin etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.