Makale

Haksızlığa karşı susmamak

Haksızlığa karşı susmamak
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

“Ve asla zulümde ısrar edenlere meyletmeyin. Yoksa, (ahirette) ateş size dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız da yoktur. Sonra, yardım da göremezsiniz.” (Hûd, 113.)

Zamanın değişmesiyle İslam değişmez; ancak Müslümanların İslam’dan ne anladıkları zamana ve şartlara bağlı olarak değişebilmektedir. Böylece farklı bir Müslümanlık anlayışı oluşabilmektedir. Aslından uzaklaşmış çarpık bir Müslümanlık algısı meydana gelebilmektedir. Bunun çok değişik sebepleri olabilir. Bunların detayına girmeksizin kısaca şunu belirtelim ki, son asırlarda kimi çevreler tarafından dinin ferdî bir mesele olduğu konusu gündemde tutulmaya çalışılmıştır. Böylece dinin toplumsal boyutu göz ardı edilmiştir. Müslümanlara ve insanlığa karşı olan sorumluluk dikkate alınmamıştır. Bu yanlış anlayışa göre din, sadece Allah’la kul arasında olan manevî bir bağdır. Kişi ibadetini, duasını yapar; böylece dinî sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Bu anlamda ferdî ibadetleri yerine getirmek kâfidir. Tabii böyle bir anlayışın oluşmasında yeterli dinî eğitim verilmemesinin de etkili olduğu muhakkaktır.

Bu anlayış, doğal olarak Müslümanlar arasında toplumsal sorumluluk şuurunun zayıflamasına sebep olmuştur. Eksik, yanlış bir Müslümanlık algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü İslam, ferdî kurtuluşun, topluma karşı görevleri yerine getirmeyi de gerektirdiğini ifade eder. Bu sorumluluk şuuru aileden başlar ve bütün Müslümanları kapsayacak şekilde dalga dalga genişler. Çünkü Hz. Peygamber, Müslümanların meseleleriyle ilgilenmeyenlerin, onların dertleriyle dertlenmeyenlerin olgun ve gerçek mümin olmadıklarını ifade eder. (Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, I, 151.) Dolayısıyla “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” veya “Ne halleri varsa görsünler.” İslamî sorumluluk açısından kabul edilecek bir anlayış değildir. Çünkü haksızlık ve fesatla mücadele etmek, Müslüman’ın temel sorumluluklarından birini oluşturur. Nitekim bütün peygamberler, yeryüzünde haksızlığı gidermek, adalet ve hakkaniyete dayalı bir toplumsal hayatı tesis etmek için olanca güçleri ile çalışmışlardır. (Â’râf, 85; Hûd, 84, 85, 87.)

Aslında haksızlık ve zulümden rahatsız olmak, insan tabiatında olan köklü bir duygudur. Fıtratı bozulmamış bir insanın zulmü normal bir davranış olarak görmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bundan rahatsız olmayanlar, ancak insanî ve vicdanî duyarlılıklarını kaybedenlerdir. Haksızlığa karşı olmak, fıtrî olduğu için ırklar ve dinler üstü bir duygudur. Mazluma, mağdura arka çıkılır. Sırf zulme uğradığından dolayı bu yapılır. Dinine diyanetine bakılmaz. Yine zalimin dindarı, dinsizi olmaz. Hangi dine mensup olursa olsun hoşgörüyle karşılanmaz. Kur’an, insanın yaratılışında haksızlığa karşı var olan bu duyarlılığın körelmesine razı olmaz. Aksine bu konuda müminleri daima uyanık bulunmaya ve kıyamda olmaya çağırır. Eğer bir yerde, insanlara baskı, zulüm ve şiddet olduğu halde bu gidişata “dur” diyen insanlar çıkmıyorsa, orada İslamî duyarlılıklar yok olduğu gibi insanî ve vicdanî hassasiyetlerden de bahsetmek mümkün değildir. Nitekim kültürümüzde haksızlık karşısında susan kimse dilsiz şeytan olarak algılanır.

Çevremizde olup bitenlere duyarsız kalışımız, akan kanları, yanan canları hissetmeyişimiz, elbette ki dindar bir insanın sahip olacağı bir ahlak değildir. Müslümanların acı duyduğu yerde duygusuzluğa devam ediyorsak, onların sevindiği yerde bu sevince ortak olamıyorsak, kısaca onlarla ağlayıp onlarla gülemiyorsak, ciddi bir sorunumuz var demektir. İnsanlar aç, susuz ayakta kalabilmenin mücadelesini verirken, bizler hâlâ koltuğumuzda gamsız, kedersiz oturabiliyorsak, her halde Müslümanlık muhasebemizi yeniden yapmamız, İslam’dan ne anladığımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekir. Dün yeryüzünde adaletin güvencesi olan, haksızı kayıran, mazluma arka çıkan bir milletin torunlarının, sorumsuzca hareket etmeleri kadar garip bir şey olabilir mi? Çocukların, bombaların altında can verdiği, kadınların namusunun kirletildiği, insanların baskı ve şiddete maruz kaldıkları bir dünyada, “Benim de muhakkak bir şeyler yapmam gerekir” azmini taşımıyorsak, bu talihsiz bir durum değil midir?

Ne Kur’an, ne sünnet, ne de ecdadın hayatı böyle bir Müslümanlığı bizlere anlatmamaktadır. Bu olsa olsa, son asırların kendi içine kapanan, birlik şuurunu kaybeden, çarpık Müslümanlık anlayışının bir neticesidir. Kendi bencilliğini aşamayan, Müslümanların derdiyle dertlenmeyen hatta bunun gereksizliğini düşünen, sorumluluk şuurundan yoksun bir anlayış. Elbette ki, temel İslamî değerlerden uzaklaşan bu muallel zihniyetin tedavi edilmesi gerekir. İnsanların inkârı, isyanı, nifakı sebebiyle gönlü daralan, hatta neredeyse kendini helâk edecek duruma gelen son peygamberin ümmeti böyle mi olmalı? O, peygamberliği süresince hep insanın akıbetini düşünmüş, onun çile ve ızdıraplarını sinesinde daima hissetmişti. (Şu’arâ, 3.) Öyleyse günümüz Müslüman’ının bir parça da olsa bu ahlâka sahip olması gerekmez mi?

Elbette ki insan, bir ailenin mensubudur. Onun bakımıyla ilgilenecek, dertleriyle dertlenecektir. Gerektiğinde akrabasının, yakınlarının yardımına koşacaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Üstelik bunlar ibadet değeri kazanan, ilahî hoşnutluğa sebep olan fiillerdir. Kişi, İslami dirilişin önce kendinden ve ailesinden başladığını hiçbir zaman unutmayacaktır. Ancak bunların ötesinde, isyan ve ifsadın yaygınlaştığı, zulüm ve fitnenin kol gezdiği bir dünyada, her mümin, kendi imkân ve kabiliyetleri çerçevesinde insanlığa karşı bir sorumluluğu olduğunu unutmamalıdır. Böyle külli bir bakış açısına sahip bulunmanın şuurunda olmalıdır. Onlarca ayet ve hadisin bu sorumluluğu kendisine yüklediğini bilmelidir. Mesela bu ayetlerden birinde müminlerin, baskı, fitne ve belalara karşı mücadele etmeleri, aksi takdirde bunların sadece zulmedenlere erişmeyeceği, herkesi kapsayacağı uyarısı yapılır. (Enfal, 25.) Yine Kur’an, erkek, kadın ve çocuklardan zayıf düşürülmüş, zulme uğramış mustazaflar için çaba sarfetmeyi, hatta gerektiğinde onlar için savaşmayı bir sorumluluk olarak müminlere yükler. Yoksa aksi bir durumun onlar için düşünülemeyeceğini ifade eder. (Nisâ, 75.)

Ne var ki, zaman zaman insan çevresinde meydana gelen haksızlıklara karşı duygusuz ve duyarsız bir hale gelmektedir. Hak, hukuk tanımayanlara karşı pasif ve sessiz kalmaktadır. Bazen bunu, zalimin, zorbanın oluşturduğu şiddetten ürkerek yapmaktadır. Belki de ona karşı duygusal ve düşünsel bir eğilim de gösterebilmektedir. Zamanla onun yanında yer almakta ona dayanarak hayatını sürdürmektedir. Bazen onların yaptığı bütün haksızlık ve zulümleri görmezden gelebilmekte hatta onlara yardımcı olabilmektedir. İşte Kur’an, insanı bu durumlara karşı uyarmakta ve son derece dikkatli olmaya çağırmaktadır. (Hûd, 113.)

Ayet, zalimlerin yanında yer almak, onlara destek çıkmak şöyle dursun, onlara karşı duygusal bir eğilim içerisinde bulunmayı bile yasaklamaktadır. Çünkü duygusal yöneliş, zamanla haksızlıklar karşısında sessiz kalmaya, hatta destekçi olmaya kadar götürebilir. Bu bakımdan ayet, zulüm ve haksızlıklara karşı net bir duruş ve kesin bir tavır almayı bizlere emretmektedir. Zalimlere meyletmek, zulme bulaşmak, zulme bulaşmak da cehennem ateşine maruz kalmak anlamına gelmektedir. Yine ayetin devamında, zulme meyledenlerin Allah’ın himaye ve yardımından mahrum kalacakları beyan edilmektedir. Bu ifadeler, zalimlerin dostluk ve himayesini beklemenin, Allah’ın koruma ve yardımından mahrum kalma sonucunu doğuracağını bizlere hatırlatmaktadır.