Makale

Kültürümüzde inançlara ve değerlere saygı

Kültürümüzde inançlara ve değerlere saygı
Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Geçmiş tecrübelere bakıldığında; tarih boyunca insanlar arasında farklı inanç, ibadet, kültür ve geleneklerin bir arada yaşadığı görülmektedir. Zira tek tip inanan, düşünen insan ve toplum modeli çok olmamıştır. Ancak bazı dönemlerde az da olsa inanç ve değerlerin ideolojik kalıplara dönüştüğü görülmüştür. Bu tür eylemeler halkın tamamına mal olmadığı için bir süre sonra etkinliğini kaybetmişlerdir. Fakat fert ve toplum açısından hayati önem arz eden değerlerin büyük bir gücü vardır. Bunların hafife alınması veya baskı altında tutulması mümkün değildir. Pratikte zor ve baskıya dayalı uygulamaların kimseye faydası yoktur. Hatta din ve vicdan özgürlüğünü engellediği için düşünce ve kültür hayatını da olumsuz etkilemektedir.

Geriye dönüp baktığımızda, İslam dini ve onun temel kaynaklarının belirleyici olduğunu görüyoruz. Buna göre; Kur’an-ı Kerim ve onu bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte inanç değerlerimiz güvence altına alınmıştır. Allah’a ortak koşma gibi bir direnme içinde olanlar hariç; dinin değerlerini benimseyen ve onunla yaşamak isteyen herkese imkân sağlanmıştır. Dilediği inancı tercih hakkı, kişilerin hür iradesine bırakılmıştır. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.s.)’in döneminden itibaren günümüze kadar gelen İslam’ın hoşgörüsü ve kuşatıcılığı sosyal hayatın akışına kolaylık sağlamıştır. Özellikle insanlar inanç ve ibadetlerinde, herhangi bir baskıya maruz kalmamışlardır. Biz bu yazımızda konu ile ilgili Kur’an’ın hükümleri, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadisleri ve günümüze intikalindeki süreç üzerinde duracağız.

İslam dini; toplumun gündemine inanç, ibadet ve ahlak değerleriyle girmiştir. Başlangıçtan itibaren dinde zorlama ve baskının olmadığını ifade etmiştir. Dolayısıyla herkes dilediği inancı seçmekte serbesttir. Hal böyle olunca insanların hidayeti için kılıç ve şiddet gibi caydırıcı bir yol izlenmemiştir. Ne var ki Rine Hear Dozy’inin de aralarında bulunduğu Batılı müsteşrikler; Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ashabının İslam’ı yaymak için şiddet kullandığını, halkı kılıçla korkutarak kelime-i şahadeti getirmeye zorladığını ve ganimet malını özendirip onları savaşa teşvik ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s)’ in İslam’ı tebliğ usulü incelendiğinde, muhaliflerin ne kadar haksız ve delillerden yoksun oldukları hemen anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi bu alanda en büyük ve güvenilir kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir. Onun hiçbir yerinde; insanların inançlarından dolayı baskı altına alınmasına işaret eden bir hüküm yoktur. Tam tersine onda, insanın herhangi bir inanca zorlanamayacağı vurgulanmıştır:

“Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Putları inkâr edip Allah’a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256) “De ki; Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 29) İkrah; bir insana zorla bir iş yaptırmak için dışardan yapılan baskı demektir. Bu durumda kimse, şu veya bu dine gireceksiniz diye zorlanamaz. Hoşlanmadığı bir işi; arzusu ve hür iradesi dışında yapamaz. Herkes kendi tercihi ile dinini seçer. Çünkü zorlamaya dayalı iman ve niyet geçerli değildir. Din hürriyetini gündeme getiren bu ayetler, hiç kimseye Müslüman olması için zor ve baskı kullanılamayacağını haber vermektedir. Zira kesin delillerle hak batıldan, iman küfürden ve hidayet sapıklıktan ayrılmıştır. Her şey apaçık bildirilmiştir.

İmam-ı Maturidi bu ayette geçen “rüşd” kelimesini İslam, “gayy” kelimesini de Allah’ı inkâr şeklinde değerlendirmiştir. Din hürriyetiyle ilgili hususu da şöyle açıklamıştır: “Mecusiler, Yahudiler ve Hristiyanlar İslam’a girmeye zorlanamazlar. Zira din ve inanma, tehdit veya baskı ile dayatılamaz. Aksi halde baskı ve zorla gerçekleşen şey, iman ve din olmaz.” Hatırlanacağı üzere, Bedir muharebesinden sonra müşriklerden 70 kişi esir alınmıştı. Bunlara zorla Müslüman olmayı teklif etmek yahut eza ve işkenceye maruz bırakmak mümkün olduğu halde bu yol tercih edilmemiş; bir kısmı okuma yazma öğretmek, diğer bir kısmı da fidye ödemek şartıyla serbest bırakılmıştır. Yine müşrik Arapları zorla Müslüman etmenin bir fırsatı, Mekke’nin fethinde ortaya çıkmıştı. Başından beri müminlere rahat yüzü vermeyen müşriklere karşı zafer kazanılmıştı. Mekke dönemindeki 21 yıllık intikamı almanın tam zamanı idi. Şayet Hz. Peygamber (s.a.s.) bu fırsatı değerlendirmek isteseydi her türlü cezayı uygulama imkânı vardı. Fakat o, korku ve heyecan içinde bekleyenlerin tamamını affetti. “Gidiniz sizler salıverildiniz ve hürsünüz.” buyurdular. (Buhari, Mağazi, 53) Bu yüce karar ve affı duyanların çoğu daha sonra gelip kendiliğinden Müslüman olmuştur.

Yeri gelmişken tekrar ifade edelim ki İslam’da savaş; başkalarını zorla Müslüman yapmak için yapılmamıştır. Tersine düşmanların saldırılarını önlemek, Müslümanların hürriyetini ve güvenliğini garanti altına almak için meşru kılınmıştır. Hac suresinin 38-39’uncu ayetlerinden anlaşıldığı gibi bu uygulama, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatı boyunca devam etmiştir: “Şüphesiz, Allah insanları savunur. Doğrusu Allah hiçbir haini, nankörü sevmez. Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihat için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.” Tekrar hatırlatalım ki Hz. Peygamber ne Arap müşriklerini ne de bir başkasını İslam’a zorlamamıştır. Gönül işi olan iman, zorla olmaz. Nitekim Hz. Ömer kölesi Esbak’a birkaç kez Müslüman olmasını teklif etmiş, köle kabul etmeyince, Hz. Ömer; “Dinde zorlama yoktur. Ama Müslüman olsan, müminlerin bazı işlerinde senden istifade ederiz.” demiştir. (Buhari, İman, 17)

Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra; yine aynı yol ve usul izlenmiştir. Zira sahabe, tabiin ve sonrasında yapılan savaşların tamamı bir saldırı veya başkaldırıya karşılık olarak yapılmıştır. İnsanların mağdur edilmemesine özen gösterilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde zorunlu olarak bir savaşa karşı konulması durumunda bile komutanlara, askerlere ölçülü ve dikkatli davranmalarını emretmişlerdir: “Allah’ın adıyla ve Allah elçisinin dini üzerine (savaşınız) ihtiyar, çocuk, kadın öldürmeyiniz. Ganimet malı aşırmayınız. Ganimetleri bir araya toplayınız. Uzlaşınız, güzel davranınız, Allah güzel davrananları ve iyilik edenleri sever.” (Ebu Davud, Cihad, 6) Hz. Ebubekir de, savaşa gönderdiği ordunun komutanına şu emri vermiştir: “Siz manastırlarda kendilerini ibadete vermiş insanlara rastlayacaksınız. Onları kendi inanç ve ibadetleriyle (dinleriyle) baş başa bırakınız. Onlara dokunmayınız.” (S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s. 361) Hz. Ömer ise; Kudüs’ü fethettiğinde Süleyman mabedini ziyaret etmiş ve namaz kıldıktan sonra yerli halka şu güvenceyi vermiştir: “Herkesin canı, malı ve kiliseleri güvencededir. Kiliseler işgal edilmez. Küçültülmez. Kilisenin gerek kendisinden gerek çevresinden bir bölüm istimlak edilemeyeceği gibi, kıble ciheti de istimlak edilmez. Malları müsadereye tabi tutulmaz. Dinlerine baskı yapılmaz. Hiç kimseye zarar verilmez.” (a. g. e., c. 23, s. 364)

Günümüzde kamuoyu genel olarak; İslam dünyasında olup biten olaylara duygusal, subjektif ve ön yargılı yaklaşmaktadır. Hal böyle olunca konular; aklıselim ışığında değerlendirilemediğinden doğru bir sonuca ulaşılamamaktadır. Ne yazık ki bu tür genellemelerle İslam ve Müslüman imajı farklı algılanabilmektedir. Oysaki İslam barış ve huzur dinidir. İyiliği, insanların arasını düzeltmeyi ve uzlaşmayı emretmektedir. İslam tarihi boyunca aynı teamül devam etmiştir. Bu husus; tarihin dönüm noktalarından biri olan İstanbul’un fethiyle taçlanmıştır. Çünkü Fatih Sultan Mehmet bir çağın açılmasına vesile olan bu olayda asayişe, insan haklarına ve özgürlüklere riayet ederek şehirde kalmak isteyen Bizans halkı başta olmak üzere diğer bütün azınlıklara karşı hiçbir zorluk ve baskı uygulamamıştır. Mabetlerine, meskenlerine, kıyafetlerine ve kültürlerine dokunulmamıştır. Herkes inanç, ibadet, örf ve âdetlerinde serbestçe hareket etmiştir.

Yine 1463 yılında Bosna-Hersek’in Osmanlı himayesine girmesiyle Fatih Sultan Mehmet’in yayınladığı şu ferman, birlikte yaşamanın örneği açısından son derece önemlidir: “Ben, Fatih Sultan Han, burada tüm dünyaya duyururum ki bu fermanla bütün “Bosna Fransiskanları” benim korumam altındadır. Kimse bu insanları veya kiliselerini incitmeyecek ve zarar vermeyecektir. Benim ülkemde barış içinde yaşayacaklardır. Göçmen olmuş bu insanlar huzur ve özgürlük bulacaklardır. Benim ülkemde olan manastırlarına dönebileceklerdir. Benim ülkemden kimse; vezirlerim, valilerim dahi onurlarına zarar vermeyecek ve onları incitmeyecek.”

Altı yüz yıl boyunca geniş bir coğrafyada hizmet veren Osmanlı yönetimi; Anadolu başta olmak üzere her yerde din hürriyetini, sağlam temellere oturtmuştur. Bu hoşgörüye örnek olmak üzere; Kanuni devri olan 1556 yılında Bursa’da geçen şu olayı da hatırlatmak istiyorum: Bursa’nın bir köyünde Türklerle Rumlar, iki ayrı mahalle halinde oturmaktadırlar. Köyün Hristiyan mahallesinde bir kilise, Müslüman mahallesinde bir cami vardır. Ayrıca Türk mahallesinin ortasında ikinci bir eski ve harabe kilise kalmıştır. Müslüman mahallesinin içinde kalan kilisenin camiye çevrilmesi için Bursa Kadı’sına müracaat edilmiştir. Kadı kendisini yetkili görmeyip konu ile ilgili en yüksek makama, Divan-ı Hümayun’a (bakanlar kurulu) başvurmuştur. Çünkü kiliselerin durumları padişah fermanlarıyla tescil edilmiştir. Divan, köye heyetler göndererek tahkikat yaptırmıştır. Bu iş tam üç yıl devam etmiş, sonra kilisenin Hristiyanların işine yaramayacağı tespit edilince camiye çevrilebileceğine karar verilmiştir. Konunun ciddi ve en üst düzeyde ele alınmasıyla her iki tarafın memnuniyeti sağlanmıştır. (Y. Öztuna, B. Türkiye Tarihi, c. 10, s. 210)
Mevlana’nın şu hoşgörülü davranışını da okuyucularımızla paylaşmadan geçemeyeceğim: O, bir gün Hristiyan keşişe hakaret eden bir esnafı görünce ona, ‘Hemen özür dile ve duasın al.’ diyerek uyarmıştı. Esnaf derhal Hristiyan’dan helallik dilemiştir. Başka bir günde de müritleri, bir Hristiyan mimara neden Müslüman olmadığını sordular. Mimar, elli yıldır bu dine mensup olduğunu, Hristiyanlığı terk etmekten korktuğunu ve utandığını söylemiştir. Bu sırada içeri giren Mevlana, ‘Allah’tan korkan Hristiyan da olsa dindardır.’ dedi. Bu hoşgörülü cevabı duyan mimar biraz sonra kelime-i şahadeti getirerek Müslüman olmuştur. Zaten nakledildiğine göre Mevlana’nın müritleri arasında Hristiyan, Ermeni ve başka dinlere mensup insanlar da vardı. Bu bağlamda bir Ermeni kilisesinde sema yaptığı ve daha sonra bu kiliseden de birçok Rum’un ihtida ettiği söylenmektedir. (a.g.e., c. 10. s. 208)

Bilindiği gibi İstanbul; maddi ve manevi zenginlikleri bünyesinde taşıyan bir şehirdir. Asırlar boyunca bu olağan üstü güzel yerde yaşayan herkes aynı havayı teneffüs etmiştir. İnancını, örfünü ve âdetini doyasıya yaşamıştır. Mabetleri korunmuş, din ve vicdan özgürlüğünde hiçbir sıkıntı yaşanmamıştır. Fransız şairi ve edebiyatçısı Pierre Loti, on dokuzuncu asrın sonunda İstanbul’da yaşayan halkın, kültürünü ve hoşgörüsünü şöyle tasvir etmektedir: “Türkler, efendi, namuslu ve doğrudur. Bu fikirlerim, uzun müşahedelerimin sonucudur. Müslüman, Hristiyan, Musevi din farkı gözetmeksizin, bütün doğru ve namuslu insanları takdir ederler. Kendilerinden biri olsun, başka bir dine mensup olsun onu aldatmaya tevessül etmezler.” (a.g.e., c.11, s. 282)

Yahya Kemal Beyatlı ise; kültürümüzün sembolü olan İstanbul’u şu büyüleyici sözleriyle anlatmaktadır: “İstanbul hakiki bir vatandır. İnsanı mutlu eden tek yerdir. Bütün vatanın ruhunu teşkil eden bu şehir; “Yabancı elçiler, izin alarak, onun her türlü dinî, ilmî, askerî, sıhhi, içtimai, hususi abidelerini ziyaret ederler, ekserisi yeryüzünde İstanbul’a eş bir şehir bulunmadığını tasdik etmeye mecbur kalmışlardır.” (a.g.e., c.12, s. 202)

Bu alandaki olay, bilgi, belge ve zenginlikleri çoğaltmak mümkündür. Fakat biz konumuzu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in gayrimüslimlerin can emniyetinin korunmasını teminat altına alan şu hadisi ile tamamlayalım: “Kim anlaşmalı bir gayrimüslimi öldürürse, cennetin kokusunu alamaz. Halbuki cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden alınır.” (Buhari, Cizye, 5)