Makale

Osmanlı'da dinî topluluklar

Osmanlı’da dinî topluluklar
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sami Baybal
S. Üniv. İlahiyat Fak.
Osmanlı Devleti’nde yaşayan dinî toplulukların durumlarını iyi anlayabilmek için öncelikle Osmanlı’daki millet sisteminin genel bir çerçevesini çizmek yerinde olacaktır.

İslami literatürde din ile eş anlamlı olması yanında belli bir dinin mensuplarını ifade eden millet kelimesi Osmanlı Devleti’nde klasik dönemden itibaren dinî zümreleri ifade etmek için kullanılmıştır. XVI-XVIII. yüzyıllarda karşımıza çıkan belgelerde “papanın milleti, millet-i Ermeniyân, milel-i selâse” tabirleri geçmektedir. (İlber Ortaylı, “Osmanlılarda Millet Sistemi”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 66)

Millet sözü gerçekten de dinî bir aidiyeti ifade eder. Bu kavramı bugünkü “nation” anlamında kullanmak, şark milletlerine -az önce işaret ettiğimiz gibi- Osmanlı asırlarının hassaten son asırda getirdiği bir kullanım biçimidir. (İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi”, Türkler, Ankara 2002, X, 217)

Osmanlı Devleti’nin egemenliği altındaki toplulukları, din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetmesine, “millet sistemi” denilmektedir. (Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayrımüslim Teb’anın Yönetimi, s. 17) Millet sistemi, bir bölgenin Daru’l-İslam’a katılmasından sonra buradaki ehlizimmenin bir ahidname, hukuk ve himaye bahşedici bir ahidle İslam devletinin idaresi altına girmesinden doğan bir teşkilat, bir hukuki varlıktır. Bunu sağlayan ahidname tek taraflı bir tasarruftur. Bu tarifin dışında milletin hukuki veçhesinin farklı ve ayrıntılı yönleri vardır. (Ortaylı, “Osmanlılarda Millet Sistemi”, DİA, XXX, 66) Biz bu ayrıntılara fazla girmek istemiyoruz.

Üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olarak zimmi tebaanın hakları ve konumu itibarıyla ikinci sınıf bir zümre olduğu ileri sürülürse de aslında bu ifade ile anonim kurallar içinde yaşayan bir toplum düşünülmektedir. Halbuki millet sisteminde her dinî zümre kendi bölümünde yaşar; mensuplarının refahı, yükselmesi ve cezalandırılması da bu içtimai sistem içindedir. Her dinden toplumun bütününü içine alan kurumlar yoktur. İslam devletinde ve Osmanlı İmparatorluğundaki millet biçiminde teşkilatlanma ve ferdin dinî kompartımana aidiyeti, modern dünyadaki azınlık statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem de sübjektif esasları itibarıyla farklıdır. Fert, doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin ruhani otoritesine bağlı olarak yaşar. Ancak ihtida ederse bu kompartımanı değiştirir. İslam devleti, gayrimüslimlerin ihtida dışlında bir dinden öbürüne geçmesini hoş görmez; pratikte de bu pek olmamıştır. Ekalliyet (minorité, azınlık) sözü devlet ve Osmanlı toplum hayatına imparatorluğun son on yıllarında girmiştir. Millet kompartımanına mensup olan kimse modern toplumdaki azınlığın aksine bazı davranış ve tutumlar sergiler. Bu aidiyet, fertlere aile ve cemaat içinde bir güvenlik ve kimlik verir. Kendi toplumsal grubunda kendi geleneği, babadan oğula sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında ilişki de çatışma da azdır. Modern toplumdaki azınlık ferdi gibi çevre ile yarışma, kimlik ispatı, asimile olma veya asimilasyona karşı direnme, dolayısıyla çatışmacı davranışlara girme gibi durumlar söz konusu değildir. Bu gibi rekabetler ve cemiyet hayatında kozmopolit seçkinler içine girmek için çekişmeler, Osmanlı toplumunda son asırdaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır. (Ortaylı, “Osmanlılar’da Millet Sistemi”, DİA, XXX, 67; Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi”, Türkler, X, 217)

Millet teşkilatı bir sosyal sınıflama esasına da dayanmaz. Her millet grubu içinde Osmanlı toplumunun imtiyazlıları bulunabilir. Genellikle “askerî” tabiri altında sınıflandırılan ve hizmet karşılığında belirli veya hemen bütün vergilerden muaf bir zümre her millet grubunda vardır. (Ortaylı, “Osmanlılar’da Millet Sistemi”, DİA, XXX, 67) bu da normal karşılanması gereken bir durumdur.

Temelinde İslami esaslara bağlılık yatan ve Osmanlı Devleti’nin yöneticileri tarafından idare kolaylığı sağlamak amacıyla geliştirilerek orijinal bir kurum haline dönüştürülen “Millet sistemi”nin tarihi, II. Mehmet’e kadar götürülür. (Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu, s. 10; Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Gayrımüslim Teb’anın Yönetimi”, s. 26; A. İhsan Karataş, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin Toplum Hayatı (Bursa Örneği), İstanbul 2009, s. 26) Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Rum kilisesine din ve özel hukuk konularında özerklik vermiş ve Rum milletine seçtirdiği patriğe, cemaatini idare için gerekli yetkileri kullanma imtiyazı tanıyarak, onu tüm Ortodoksların başına getirmiştir. Sonradan aynı imtiyazlar Ermeni ve Yahudi topluluklara da tanınmıştır. Bu toplulukların başlarında bulunan İstanbul Rum ve Ermeni patrikleri ve İstanbul Yahudi hahambaşısına kendi dinî cemaatlerini yönetme masrafları için vergi toplama hakkı verilmiştir. Her milletin yargılanma, maliye ve eğitim örgütleri oluşmuştur. “Millet” gruplarına dahil olan gayrimüslimler devlet nazarında Osmanlı uyruğu idiler. Fakat zimmiler ve Müslümanlar aynı statüde olduklarını hiç kabullenmediler. (Bozkurt, a.g.e., s. 10)

Millet sistemi ile zimmilere bir yandan din ve özel hukuk işlerinde büyük ölçüde müsamaha gösterilirken, bir yandan da Müslümanlardan ayrılmaları sağlanarak toplumdaki dinî hassasiyet de korunmuş oluyordu. Böylece “Millet” sistemi ile Osmanlı toplumunda zimmiler ve Müslümanlar yan yana, aynı devletin hükümranlığı altında, ama farklı hukuk düzenlerine tabi olarak yaşadılar. Bu sistemin temelinde sadece hukuki ve dinî gerekler olmayıp, aynı toplumda yaşayan farklı dinî grupların bir tasnife tabi tutularak hüviyetlerini belirlemenin pratik yararı da yatıyordu. (Bozkurt, a.g.e., s. 10)

Devletin güçlü dönemlerinde iyi işleyen “millet sistemi” ne yazık ki devlet zayıfladıkça yıkılma sürecini hızlandıran en önemli nedenlerden biri olmuştur. Yüzyıllarca dil, kültür ve geleneklerini yitirmeden yaşayan zimmıler, ulusçuluk duygularını bilinçsizce de olsa muhafaza etmişlerdi. Uyanmaya başlayan ulusçuluk duyguları doğal olarak ulusal devlet isteğini gündeme getirmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde “millet” sözcüğü artık anlam değiştirerek bugünkü kavramı çizmeye başlamıştır. Sırp, Rum, Romen, Bulgar, Ermeni, Arnavut ve en son olarak da Araplar ulusal duygularla ayaklanmışlar ve “hümanizm” sloganına sarılan, Osmanlı Devleti’nde “eşitsizlik”ten yakınan Batılı devletleri kendilerine yardıma hazır bulmuşlardır. Bu ülkeler kendi uyruklarına Osmanlı Devleti’nin tek yanlı bağış olarak sunduğu kapitülasyonlardan ya da ikili anlaşmalardan doğan imtiyazlardan zimmileri de yararlandırmaya başlamışlardır. Fransa ya da Rusya’ya, din adamları ve kutsal yerlerle ilgili olarak verilen himaye hakları bu ülkelerin baskısı ile, zimmilere de teşmil edilmiştir. Zimmiler bu anlaşmalara dayanarak “millet” ya da uyrukluk değiştirmeye başlamışlardır. Zimmilerin kapitülasyonlara dayanarak bazı haklara sahip oldukları yolundaki iddialarına Osmanlı Devleti’nin karşı çıkarak birtakım önlemler alması, onlara yardım için çırpınır gözüken büyük devletleri başka yollar aramaya itmiştir. 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasına dayanarak “Ortodoks Millet”i üzerinde himaye hakkı iddia eden Rusya’yı, Katolikleri savunan Fransa, Protestanları savunan İngiltere ve Amerika izlemiştir. Böylece problem uluslararası bir görünüm almıştır. Azınlık okulları ve misyoner okulları da ulusçuluk fikrinin yayılmasında önemli rol üstlenmişlerdir. (Bozkurt, a.g.e., s. 10-11)

Osmanlı Devleti’nde yaşayan başlıca gayrimüslim topluluklarla ilgili her ne kadar farklı tasnifler yapılmışsa da, biz genel olarak söz konusu toplulukları “Ortodokslar”, “Ermeniler”, “Katolikler”, “Yahudiler” ve “Protestanlar” şeklinde sıralamanın uygun olacağı kanaatindeyiz.

Bu dinî zümreler içerisinde Ortodokslar yani Rumlar, devlet hiyerarşisinde diğer topluluklardan öndedir. Rumlarla Yahudiler arasında protokol konusunda çıkan anlaşmazlık üzerine, 1699 yılında İstanbul kadısına yazılan bir fermanda, fetihten beri, protokolde önce Rumların, sonra Yahudilerin geldiği hatırlatılarak bu düzene uyulması tembih edilmiştir. (Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Gayrımüslim Teb’anın Yönetimi, s. 51-71) Yukarıdaki sıralamada geçen Katoliklerle Protestanlar, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar “millet” sistemine dahil değildir. (Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler, Ankara 1997, s. 66-67) Başka bir ifade ile Katolik ve Protestanlara “millet” statüsü tanınıncaya kadar, bu statüye sahip olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler olmak üzere üç önemli gayrimüslim grubu vardır. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında, Avrupa devletlerinin baskıları ve misyonerlerin gayretleri neticesinde Katoliklerin ve Protestanların sayılarının artması ile Katoliklere (1830) ve Protestanlara da (1848)’de “millet” statüsü verilmiştir. (Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, s. 69)

Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadarki uzun süreçte kendi Müslüman tebaası ile gayrimüslim tebaanın bir arada yaşayabilmesi adına verdiği uğraş ve çabada oldukça başarılı bir yönetim göstermiştir diyebiliriz. Hatta Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin sahip olduğu statü ile onlara tanınan hakların çağına göre çok ileri bir düzeyde bulunduğunu söylememiz haksızlık olarak değerlendirilmemelidir.

Hepimizin bildiği gibi çağdaş anayasaların en önemli ilkelerinden biri din ve vicdan özgürlüğüdür. Osmanlı tarihi dikkatle gözden geçirildiğinde görülecektir ki, söz konusu özgürlük, gayrimüslimleri uzun yıllar Osmanlı yönetimine bağlamış ve millî kimliklerin korunmasında etkili olmuştur.

Batı toplumları, feodal sistemden mutlak monarşilere ve oradan da günümüzde millet-devlet şeklinde ortaya konan demokratik yönetim sistemine geçerlerken, Osmanlı toplumu böyle bir siyasal değişimi yaşamamış ve Tanzimat’a kadar da buna ihtiyaç duymamıştır. Kendine has yönetim şekli ve anlayışıyla, ülkede hâkim unsur olan Türklerin yanında çeşitli din, mezhep ve ırklara mensup toplulukları bünyesinde toplayan Osmanlı Devleti, adeta “milletler federasyonu” biçiminde nitelendirilebilecek toplumsal bir yapıya sahip olmuştur. O dönemin Avrupa’sında, Osmanlı Devleti kadar çeşitli din ve ırklardan oluşmuş bir İmparatorluk da mevcut değildi. Bu kompozisyon içinde, yönetimde hâkim unsur olan Türkler, toplam nüfusun üçte birini oluştururken, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Romenler, Slavlar, Arnavutlar ve Araplar, nüfusun geri kalan üçte ikilik kısmını meydana getirmekteydi. Dinî bakımdan ise çoğunluğu Müslümanlar oluşturuyordu. İşte böyle bir sosyo-kültürel yapı içinde, yönetim ile halk arasındaki ilişkileri ve uzun yıllar reayanın devlete bağlılığını salt askerî prensiplerle izah etmek mümkün değildir. Bu ilişkilerin, hukuki bir temele dayanan insani ve çağdaş yönlerinin bulunması ve bunların çok geniş ve farklı din ve ırklardan teşekkül eden coğrafyada, bunca dış baskı ve saldırılara rağmen, devletin ömrünü uzun kılan temel sebepler arasında yer alması gerekir.

Osmanlı sultanlarının geniş ve emniyetli topraklarında bir arada yaşayan gayrimüslim unsurlar, XIX. yüzyılın sonuna kadar varlıklarını ve kültürlerini sürdürebilme fırsatını elde etmiş olmalılar ki, İstanbul’un fethinden yaklaşık dört yüz yıl sonra yani XIX. yüzyılda, Osmanlı hâkimiyeti altına girmezden önceki durumlarından daha canlı ve daha kuvvetli bir şekilde kendine gelebilmişler ve başkaldırabilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim milletlere, dünyanın hiçbir devletinde benzeri görülmeyen ölçüde dinî, adli, eğitim, kültür ve idari alanda özerklik tanınmış; dillerine, kilise ve havralarına, mektep, mahkeme ve hastanelerine karışılmamıştır. Evlenme, boşanma, düğün ve ölüm gibi medeni hukuku ilgilendiren bütün işler millet teşkilatlarına bırakılmıştır. Müstakil birer topluluk olarak kabul edilmek suretiyle devlet organizasyonu içinde yer alan gayrimüslimler, yukarıda işaret edildiği gibi Müslümanların sahip oldukları birçok haktan faydalanmakla birlikte, askerlik gibi önemli bir kamusal mükellefiyetten muaf tutulmuşlar, bu muafiyetin karşılığında da devlete mali durumlarına göre cizye vergisi ödemişlerdir.
En son olarak şunu önemle belirtmek gerekir ki, devletin bilinçli bir politikasının sonucu olmasa bile pek gelir sağlamayan birçok devlet memuriyeti ile hemen hemen hiçbir gelir getirmeyen askerlik hizmetinden Müslüman olmayan halkın muaf tutulması, sonucu bakımından zimmiler lehine mukayese kabul etmez bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda ehlizimmet, her türlü tehlike ve geliri olmayan görevlerden korunmuş olarak büyük bir güven içinde ticaret ve sanatla uğraşmış ve İmparatorluğun iktisadi hayatını hemen hemen bütünüyle ele geçirmiştir. Ayrıca yukarıda ifade ettiğimiz gibi çok geniş anlamda idari ve dinî özerklikleri de sağlanmıştır. Bütün bu özerklikler, gayrimüslimlerin uzun Türk egemenliği sırasında dil, kültür ve milliyetlerini yitirmeden yaşamalarına en büyük neden olmuştur. Söz konusu durum, aynı zamanda imparatorluk içinde bir birliğe ve kaynaşmaya engel olmuş ve çöküntü döneminde gayrimüslimlerin bağımsızlıklarını ilan ederek birer birer İmparatorluktan ayrılmalarına temel teşkil etmiştir.