Makale

İslam Toplumunda azınlık olmak

İslam toplumunda azınlık olmak

Prof. Dr. Ahmet Yaman
Selçuk Üniv. İlahiyat Fak.

İslam’ın dünya görüşüne bakıldığında, onun ana kaynağı ve kutsal metni olan Kur’an’ın, dinsel ve dolayısıyla kültürel çoğulculuğun Yüce Yaratıcı’nın bizzat kendisinin muradı olduğunu açıkça vurguladığı görülür:

“Sizden her biriniz için bir sistem ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Mâide, 48) ile “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toplu halde mutlaka iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yûnus, 99) ayetleri, aynı içerikteki birçok mesajın ana temasını yansıtmaktadır.

Dinsel ve kültürel farklılıkların bir yaratılış gerçeği olduğu belirtilip ardından İslam’ın dışındaki diğer dinlere ve mensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’an gerek onu duyuran İslam peygamberi, din ve düşünce hürriyeti ile can ve mal güvenliğini teminat altına alacak hükümler getirmiştir. (Bakara, 26; Kehf, 29; Ğâşiye, 21–22) Daha açık bir dille söylersek, dinde zorlama olmayacağını ve herkesin özgür iradesiyle dinini seçebileceğini öngören İslam, seçilen dinin gereklerinin rahatça yerine getirilmesini de garanti altına alacak ilkeler ve hükümler koymuştur.

İslam toplumunda yaşayan gayrimüslim azınlıkların can, mal, inanç ve değerlerinin Müslümanların sorumluluğunda/garantörlüğünde olduğunun ifadesi olan zimmet, söz konusu ilke ve hükümlerin hukuki ve siyasi çerçevesini deyimlemektedir. Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda gayrimüslimlerin vatandaş sıfatıyla, üstelik geniş sayılabilecek bir hukuki özerklikten istifadeyle yaşamaları imkânını veren zimmet kavramını, Hz. Muhammed (s.a.s.) de gerek şahsi uygulamaları gerek verdiği birçok talimat ile somutlaştırmıştır.

Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olan Medine Sahifesi’ndeki, “Yahudilerden bize tabi olanlara, haksızlık yapılmaksızın ve aleyhlerindekilere de destek olmaksızın yardım edilecek ve iyi muamelede bulunulacaktır.” ile “Avf Yahudileri müminlerle beraber bir ümmet oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu hükme, haksızlık yapmadıkça ve suç işlemedikçe gerek mevlaları gerek bizzat kendileri dâhildirler. Haksızlık yapıp suç işleyen, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.” (Sahife’nin bütünü için bkz. Muhammed Hamîdullah, Mecmû‘atü’l-Vesâikı’s-Siyasiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hılâfeti’r-Râşide, Beyrut 1987, s. 59–62) gibi taahhütler bir yana, Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi otoritesinin uzağında kalan yerlerdeki gayrimüslimlerin haklarını da koruyacak adımlar atmıştır. Mesela Güney Arabistan’daki Hımyer kralına gönderdiği bir mesajda, Yahudi ve Hristiyan olarak eski dinlerinde kalmak isteyenlere herhangi bir müdahalede bulunulmamasını şart koşmuş; Necran Hristiyanlarına verdiği emannamede, onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve uygulamalarına, ailelerine ve mabetlerine bizzat kendisinin kefil olduğunu bildirmiştir. (Ebu Yusuf, Kitâbu’l-Harâc, Kahire 1382, s. 72; Hamîdullah, age., s. 175, 220)

Bütün bu ilahî yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular, “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptirler.” genel kuralı çerçevesinde gayrimüslimlerin “inançlarıyla baş başa bırakılması gerektiğini” vurgulamışlardır. (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, 13/137; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi, Beyrut 1982, 6/280) Öyleki, İslam’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarruflara dahi, kendi değerlerince meşru olması ve kendi aralarında uygulanması şartıyla ilişilmemiştir. Bu tavrın somut bir göstergesi olarak Hasan Basrî (ö. 110/728) zimmîlerin fıkıh hükümleri bakımından geçersiz sayılması gereken nikâhlarına devletin karışıp karışamayacağını soran Emevî halifesi Ömer b. Abdilazîz’e (ö. 101/720), “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar.” diyerek, olumsuz cevap vermiştir. (Antoine Fattal, le Statut Legal des Non-Musulmans en Pays d’Islam, Beyrut 1958, s. 128’den nakleden Mehmet Akif Aydın, “Osmanlıda Hukuk”, Osmanlı Devleti Tarihi I-III (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1999, 2/420)

Her ne kadar fıkıh geleneği içinde, fetihten önce yapılmış ve halen ayakta olan gayrimüslim mabetlerine dokunulmamakla beraber yenilerinin yapılmasına izin verilemeyeceği; dinî sembollerin alenen teşhir edilemeyeceği (Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, Kahire 1958-1971, 4/1528-1548; Türkçe çevirisi: İslam Devletler Hukuku (çev. İbrahim Sarmış-Sait Şimşek), Konya 2001, 4/95-109) gibi hükümler bulunsa da bunlar, sağlam delillere dayanmamaktadır. Mesela Hanefî mezhebinin ve bunun yanında devletler hukukunun kurucu isimlerinden olan İmam Muhammed (ö. 189/805), bu tür kısıtlamalar için tek bir rivayet deliline dayanmaktadır. O da Mısır Kadısı Tevbe b. Nemer el-Hadramî’nin Hz. Peygamber’den naklettiği söylenen “İslam’da kısırlaştırma ve kilise açma yoktur.” hadisidir.

Bilinen meşhur hadis kaynaklarında yer almayan bu rivayet, hem senedi hem de içeriği açısından eleştirilmiştir. (Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emvâl, Kahire 1968, s. 137; Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, Beyrut ty., 5/269; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Beyrut 1994, 10/41; Münâvî, Feydu’l-Kadîr, Mısır 1938, 6/380) Dirayetli hadis tenkitçisi İbn Hacer (ö. 852/1448) ile Süyûtî (ö. 911/1505) bu tür rivayetlerin zayıf olduğunu tespit etmişlerdir. (Münâvî, age., 6/380) Söz konusu rivayeti bütün tarikleriyle inceleyen Hanefî âlimi Cemâleddin ez-Zeylaî de (ö. 762/1361) sonuç itibarıyla aynı kanaati dile getirmiştir. (Zeylaî, Nasbu’r-Râye, Beyrut 1987, 3/453-454)
Hadis tekniği açısından gerek senet gerek metin sorunları bulunan böyle rivayetleri bir tarafa bırakıp doğrudan Kur’an’a ve örnek dönemlerin uygulamalarına bakıldığında çok daha farklı bir yorum imkânı ortaya çıkmaktadır:

Bir kere Kur’an, içinde yapılan ayinleri onaylamasa da hangi dine ait olursa olsun mabetlerin koruma altında olduğunu belirtmektedir: “…Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adı çok anılan mescitler muhakkak yerle bir edilirdi…” (Hac, 40; Hasan el-Basrî’nin ayete getirdiği yoruma göre İslam ülkesinde yaşayan gayrimüslimlerin mabetleri Müslümanlar sayesinde korunmuştur. bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Beyrut 1994, 2/667) Böyle olduğu içindir ki, Hayber’i fetheden Hz. Peygamber (s.a.s.) Yahudilerin mabetlerini olduğu gibi bırakmıştı.

Özellikle İmam Mâlik (ö. 179/795) ve öğrencisi İbnü’l-Kasım (ö. 191/806) olmak üzere kimi fakihler muhtemelen bu verilere dayanarak, yarar görmesi halinde ve anlaşma şartları muvacehesinde devletin, gayrimüslim vatandaşlarına mabet açma izni verebileceğini söylemişlerdir. (Sahnûn, el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Beyrut ty. (Dâru Sâdır), 4/424; bkz. Abdülkerim Zeydân, Ahkâmu’z-Zimmiyyîn ve’l-Müste’menîn fî Dâri’l-İslam, Beyrut 1986, s. 97-99) Bu kanaat, İbn Abbas’a ait olduğu söylenen şu yaklaşım ile de uyum arzetmektedir: “Yabancıların kurup da Allah’ın bize fethini müyesser kıldığı şehirlere Müslümanlar yerleşirlerse, yabancılar kendileriyle yapılan anlaşma şartlarından istifade ederler. Müslümanlara ahde vefa göstermek düşer…” (Ebu Yusuf, age., s. 149; Ebu Ubeyd, age., s. 141)

Tarihî uygulamalara bakıldığında adı geçen fetvanın sadece kitaplarda kalmadığı görülmektedir. Söz gelişi Muaviye’nin iktidarında sahabi Amr b. el-Âs’ın Mısır valiliğini yürüttüğü bir sırada Ya’kûbî patriği Enmânû tarafından İskenderiye’de Macarius Kilisesi inşa edilmiş; Mesleme b. Mahled’in görev döneminde (47-62/667-681) Fustât’ta (Kahire) bir manastır inşasına izin verilmişti. Hatta daha ilginci, buralarda çan çalma yasağının sadece ezan vakitlerine münhasır olduğunu, onun dışında herhangi bir kısıtlamanın bulunmadığını tarihçiler kaydetmektedirler. (Bu bilgilerin ayrıntı ve kaynakları için bkz. Levent Öztürk, İslam Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995, s. 95 vd.) Nitekim cengâver sahabi Hâlid b. Velîd’in Ânât ahalisiyle; bir başka sahabi Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın Şam Bölgesi sakinleriyle yaptığı anlaşmalarda, ezan-namaz vakitleri dışında günün diledikleri her saatinde çanlarını çalabilecekleri, yortularında haçlarını açıkça taşıyabilecekleri hükmü yer almaktaydı. (Ebu Yusuf, age., s. 138,146)

Gayrimüslimlerin, propaganda manası taşıyan şiarlarını Müslüman bir toplumda taşıma ve icra etmeleri konusundaki eski içtihatların nassa değil, kamu yararına dayandığını söyleyen Hayreddin Karaman da şu yorumu yapmaktadır: İslam devleti iman ve ideoloji üzerine kurulmuş, İslam’ı koruma ve yaymayı görevlerinin başına almış bir devlettir; bunlar İslam toplumunun da önde gelen görevleridir. Yabancılara verilen bu nevi haklarda işte bu görev esas alınacak, ona aykırı düşmedikçe, İslam ve topluma bir zarar vermedikçe hürriyet kısıtlanmayacaktır. (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul 1987, 3/265)

Buraya kadar yer verdiğimiz teorik yaklaşımlar ve tarihî örnekler, azınlıkların İslam toplumlarında yaşayageldikleri dinî ve kültürel rahatlığı görmeye yeterlidir sanırım. Yazıyı azınlıkların, aslında daha doğru isimlendirmesiyle sorumluluklarını üstlendiğimiz ehlizimmenin bu topraklardaki durumunu gösteren bazı örneklerle tamamlayacağım:

• Bizans İstanbulu’nda baskı altında yaşayan Yahudiler, Müslüman İstanbul’da rahata kavuşmuşlardı. Bunun bir göstergesi olarak Fatih Sultan Mehmed, Bizans’ta çok zor şartlar altında hahamlık görevini yürütmeye çalışan Rabbi Moses Capsali (Moşe Kapsali)’yi Yahudi taifesinin yetkili hahamı olarak tayin etmişti. (Aryeh Shmuelevitz, The Jews of the Ottoman Empire in the Late 15th and 16th Centuries, Leiden 1984, s. 20-21; Naim Güleryüz, Türk Yahudileri Tarihi I, İstanbul 1993, s. 51-52) Ardından, mabetlerine dokunulmayacağı, Tevrat eğitimine karışılmayacağı ve dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebilecekleri teminatını vermişti. Nitekim aynı teminat 1011/1602 yılında “ellerindeki fetâvâ-yı şerîfe ve ecdâd-ı ızâmın verdikleri evâmir-i münîfe muktezâsınca” tekrarlanmıştır. (Ahmet Refik, Onikinci Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul 1988, s. 11-13)

• Sadece kendi aralarında olmak kaydıyla, dinlerince yasaklanmayan alkollü içki imal etmek ve içmek, domuz beslemek ve yemek, mahremlerle evlenmek gibi uygulamalarda, İstanbul gayrimüslimleri özgür bırakılmışlardı.

• Osmanlı merkezî yönetimi, kuruluşundan sona ermesine kadar, aileyi ilgilendiren hukuk alanını gayrimüslimlerin kendi cemaat önderlerine bırakmakla kalmamış, bu alana dışarıdan hatta Müslümanlardan gelebilecek müdahalelere de fırsat vermemiştir. Kadılara ve imamlara buyruklar gönderilerek, gayrimüslimlerin nikâh işlerine karışmamaları istenmiş; kadılara kendi yargı çevrelerinde duyarlı olmaları talebiyle, mahalle imamlarının yetkilerini aşarak gayrimüslimlerin nikâhlarını kıyıp kıymadıklarını denetlemeleri emri verilmiştir. (Külliyyât-ı Kavanîn, c. 2, No: 3991; c. 3, No: 3992’den nakleden M. Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek, İstanbul 2004, s. 246) Dahası, gayrimüslimlerin nikâh-talak işlemlerini kendi dinlerine, belgelerdeki özgün ifadeyle “kendi âyinlerine göre” yapıp yapmadıkları bile denetlenmiş, bu denetlemeyi yapan ehliörfe, söz konusu olan hangi dinî zümre ise onların hukuk ve telakkilerine göre caiz sayılmayacak işlemlerin iptali yetkisi verilmiştir. Bunun yanında ehliörfün, rüşvet alarak gayrimeşru evlilikleri onaylamaları için ruhani önderlere baskı yapmaları da engellenmeye çalışılmıştır. (Külliyyât-ı Kavanîn, c. 3, No: 3993; c. 4, No: 3994’den nakleden Kenanoğlu, age., s. 246-247; Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayri Müslimler: Kuruluştan Tanzimata Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukukî Durumları, Ankara 2001, s. 204)


• Gayrimüslimlerin İslam’ı kabule zorlanmalarını bertaraf etmek için, mühtedinin, kimseden baskı görmeden kendi isteğiyle Müslüman olduğunu mahkemede şahitler veya son dönemlerde konsolosluk tercümanı huzurunda beyan etmesi usulü benimsenmişti. (Gülnihal Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu (1839-1914), Ankara 1996, s. 134)