Makale

Millî İradeye Karşı Diplomasi Aracı Olarak Kullanılan ASKERİ DARBELER VE TERÖR ÖRGÜTLERİ

GÜNDEM

Millî İradeye Karşı Diplomasi Aracı Olarak Kullanılan

ASKERIİDARBELER VE TERÖR ÖRGÜTLERİ

Prof. Dr. Mehmet ÇELİK

İnsanlık tarihine baktığımız zaman, tarih öncesi çağlardan itibaren insanların toplu şekilde yaşadıklarını görüyoruz. Gerek nesillerini devam ettirmek, gerek güvenlik ve gerekse ihtiyaçlarını karşılamak için böyle bir hayat tarzına mecburdular. Hâliyle toplu yaşamanın ancak bir yönetim sistemiyle mümkün olabileceğini gördüler. Bu idari sistemlerinin en ilkeli kabile yönetimlerinde görülür. Meşruiyetini de kan bağından alır. Dünyada nüfus arttıkça, insanların ihtiyaçları fazlalaştıkça, kabilelerden müteşekkil şehir devletlerinin tarih sahnesine çıktıklarına şahit oluyoruz. Şehir merkezli devletlerin yerini ilkçağın son zaman dilimlerinde imparatorlukların aldığını görüyoruz. Bu sistem değişimleriyle beraber, yönetim anlayışında da değişimler yaşandı. Sistemin başında bir monark bulunsa da, yetki paylaşımları da güç odakları arasında taksim edilerek sisteme entegre edilmiştir.
Fransız ihtilalinden sonra, başta Avrupa olmak üzere ulus-devlet anlayışı fiiliyata geçince, hâliyle siyasal sistemler de bu yeni devlet anlayışına uygun hâle getirilmeye başlandı. Devletlerin yönetimi bir hanedanın tekelinden kurtarılarak, ulusların iradesiyle oluşturulan parlamenter sistemler hayata geçirildi.
Avrupa’da sanayi devrimi ve teknolojik gelişmeler gözle görülür bir gelişme gösterince Avrupa, tarihinde görmediği bir güce ve refaha kavuştu. Hâliyle Osmanlı aydınları ve üst bürokrasisinin dikkatleri de bu kıtaya çevrildi.
Sanayi devrimini ıskalamış, teknolojik gelişmeleri takip edememiş bir imparatorluğun yeni nesilleri, Avrupa’nın bu gelişmişliğinin, kendi ülkelerinin ise geri kalmışlığının ana sebebi olarak siyasal sistemi gördüler. Tanzimat’la beraber bu anlayış, daha güçlü bir şekilde hissedilmeye başlandı.
Yönetimin dış müdahalelere açık hâle getirilmesi
Devlet’in Tanzimat’la başlayan yasa ve yönetimde yeni düzenlemeler getirmesi, Batılı ülkelerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalesini de kolaylaştırmış oldu. Batı’nın yardım edip örgütlediği siyasal akımlar (Jön Türkler, İttihatçılar), devletin yönetimindeki üst düzey bürokratlar artık rahatça Batı tarafından yönlendirilebiliyordu.
Devlet bürokrasisinin siyasal bölünmelerle birbirleriyle mücadele etmesi, hâliyle orduya da sıçradı. Abdülaziz’in katli, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin arkasında dış güçlerin olduğu artık bugün tartışılmayacak derecede netleşmiştir.
Batılı emperyal güçlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye etmek için siyasal kadroları yönlendirmeleri, imparatorluk tabanını teşkil eden çeşitli dinî ve etnik toplulukları kışkırtmaları, artık vazgeçilmez diplomasi araçları hâline gelmişti kendileri için.
Her taraftan su almaya başlayan imparatorluk gemisini de, Kuzey Afrika, Balkanlar, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale darbeleriyle batırmayı başardılar.
Koca bir imparatorluğun enkazı üzerinde, zar zor yeni bir devlet kurmaya muvaffak olduk. Bu yeni devleti, askerler kurmuştu. Gazi Paşa, İttihatçıların içinden geliyordu ve siyasete bulaşan askerin bir imparatorluğun tasfiyesinde nasıl olumsuz bir rol oynadığını bizzat içinde yaşayarak görmüştü. Bu nedenle ordu içinde bu yönlü bir temizlik yaptı.
Bu önlemler neticesinde, 1923’ten II. Dünya Savaşı’na kadar, askerle siyasal sistem arasında bir problem çıkmadı. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası dünya yeniden dizayn edilince, biz de Batı paktı içerisinde yer almak mecburiyetinde kaldık.
Çok partili sisteme geçişimiz, başta NATO olmak üzere Batı paktları içinde yer almamız, çeşitli askerî, siyasî ve ekonomik ilişkiler… ülkemizin bir kez daha dış diplomasi hamlelerine maruz kalmasını kaçınılmaz kıldı. Ekonomisi güçsüz, silah ve teknoloji üretemeyen bir ülke, hâliyle bu paktların güçlü ülkelerinin her türlü operasyonuna açık olacaktı.
Batı’nın İslam dünyasında askerî darbeleri ve terörü diplomasi aracı olarak kullanması
Türkiye her ne kadar İslam dünyasıyla bağlarını koparsa da, siyasal ve kültürel anlamda Batı dünyasıyla entegre olmaya çalışsa da, tarihî ve kültürel genetiğini tabanda muhafaza ediyordu. Bu tarihî ve kültürel genetik ileride de İslam dünyasını etkileyebilirdi. Bu olgu, Batılıların stratejik bilimsel değerlendirme merkezlerinin dikkatinden kaçmıyordu.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası, başta güvenlik ve ekonomik saiklerle Batı paktında yer almayı hedefleyince, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin diplomatik operasyonlarına da açık hale geldi. Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle bu merkezlerle ilişkiler daha da gelişti. Ekonomik ve askerî yardımlar sonucunda da Türkiye üzerinde etkin oldular. Türkiye’nin ekonomik alanda özellikle 1957’den sonra ihtiyaç duyduğu, başta demir-çelik olmak üzere sanayi yatırımları için arayışlara girmesi, bu alanda ABD’den istediği desteği görememesi sonucu Sovyetlere yönelmesi, Batılı güçleri harekete geçirdi. Batılı güçlerin 27 Mayıs cuntasına açıktan verdikleri desteğin sebebi de böylelikle açığa çıkmış oldu.
Gerekli hazırlıklar yapıldı, altyapı oluşturuldu ve 27 Mayıs 1960 tarihinde bir cunta marifetiyle darbe yaptırıldı. Yıllar sonra bu darbenin finansmanının ABD olduğu ortaya çıktı. Türk Ordusu’nun tüm general kadrosu emekliye sevk edildi. Hedef, Türk Ordusu’nun komuta kademesinde hâlâ güçlü olan millî damardı. Hedef, bu millî damardan zayıf bir NATO ordusu yaratmaktı.
Bu tarihten itibaren Türkiye’de General Cumhurbaşkanları dönemi başlatıldı. Darbenin lideri Cemal Gürsel’den sonra makamına Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay oturdu. Onda sonra Oramiral Fahri Korutürk bu makamı işgal etti.
Demokrat Parti iktidarıyla eğitimin ülke çapında yaygınlaştırılması, buna paralel olarak üniversitelerin çoğalması ve bunun neticesinde okuyan ve düşünen aydın bir neslin yetişmesi Batılı güçlerin dikkatlerinden kaçmadı. Bu, Batı için bir tehlikeydi. Bu neslin bertaraf edilmesi de, sağ-sol kamplaşması ve sonunda silahlı mücadele ve çatışmalarla başarıldı. Bu ortam oluşunca, düğmeye basıldı ve bir askerî darbe daha gerçekleştirildi. Ve son olarak da 12 Eylül 1980 darbesinin lideri Evren bu koltuğa oturdu.
Türkiye, kendi eliyle yetiştirdiği bir nesli, kendi elleriyle yok etti.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, yeniden demokratik sistem işlemeye başlayınca Özal iktidara geldi. Özal, ikili ilişkileri iyi yürüterek Türkiye’nin önünü açmaya yöneldi. Ancak özellikle dış politikadaki açılım (İslam dünyası ile) hayatına mal oldu. Arkasından yine aynı güçler tarafından planlanan ve desteklenen 28 Şubat süreci geldi.
1992 yılında Sovyetlerdeki yeniden yapılanma ve Varşova Paktı’nın dağılması sonucu, ABD başta olmak üzere egemen güçler, İslam dünyasıyla alakayı daha da artırdı. Arap Baharı adı verilen süreçte Kuzey Afrika ve Ortadoğu adeta bir kan deryasına dönüştürüldü. Bu operasyonun diplomasi araçları ise dinî görünümlü terör örgütleri oldu. Batı’nın son 60 yıldır İslam dünyasında yaptığı stratejik bilimsel çalışmaların %90’ı din sosyolojisi ve din psikolojisi alanındaydı. Merdiven altı din eğitiminin çemberinden geçen bir nesil, terör örgütleri formatına çevrildi ve kullanılmaya başlandı. Malzemesi bizim coğrafyamızdan devşirilen ancak Batı tarafından formatlanıp, sevk ve idare edilen bu terör örgütleri üzerinden bir yandan Batı sokaklarında İslam terörle özdeşleştirilirken, öbür yandan da İslam coğrafyası kan gölüne çevrildi. Bu proje sistemini Tayyip Erdoğan dışarıda ve içeride açıktan seslendirmeye başladı. Dünyanın dikkatlerini sistemin komuta merkezine çevirdi. Dünya 5’ten büyüktür (BM Güvenlik Konseyi) söylemiyle, emperyalizmin meşruiyet çarkı görevini gören bu yapıyı deşifre etti.
Dört koldan harekete geçtiler. Başta PKK olmak üzere, Türkiye sistematik terör saldırılarına maruz kaldı. İçeride Gezi, 17-25 Aralık eylemleri düzenlenirken, içeride ve dışarıda medya kanalıyla da Tayyip Erdoğan’ı siyaset dışına itmek için algı operasyonlarına başlandı. Bunlardan istenilen netice alınamayınca, askerî darbe için bir kez daha düğmeye basıldı.
15 Temmuz paralel-askerî darbesi
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde yapılan tüm askerî darbelerin arkasında aynı güçler olmuştur. O güçler 15 Temmuz askerî darbesinin arkasında değil, bizatihi içindedir. Yapımcısı da kendisidir, senaristi de!..
Paralel yapı ve darbenin içindeki birkaç küçük grup ise, taşerondurlar.
Darbe, çok iyi planlanmasına rağmen, halkın hesaba katılmaması, darbeyi başarısız kılmıştır. Teknolojinin ve iletişim araçlarının bu kadar geliştiği günümüzde, devleti yönetenlerin ve devletin stratejik kurumlarının, Batı’nın kullandığı bu ve benzeri diplomasi araçlarını, artık kullanamayacak şekilde yapılandırmaları ve kontrolde tutmaları kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır. 15 Temmuz darbesinden önceki darbeler, dışarıdan yönlendirilen ve devletin gidişatını, özellikle dış politikadaki eksen kaymalarını kendi çıkarlarına uygun hale getirme operasyonlarıdır. 15 Temmuz darbe kalkışması ise devletin tamamen ele geçirilme operasyonudur. Şu gerçek bir kez daha çok açık şekilde ortaya çıkmıştır: Devleti yöneten siyasi erk ve bürokrasi, yetki ve sorumluluklarını yasalardan alır. Normal ve doğru olan budur. Bunun aksine, bu yönetici kadrolar, organizeli bir gruba dönüşür, yetki ve sorumluluklarını bir şahıstan, bir gruptan alırsa, ortada devlet denen şey kalmaz! Dinî kılıklı, dış istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan bir organizeli hareketin ülkenin başına ne belalar açtığını hepimiz yaşayarak gördük!..
Sonuç olarak ülkemiz bin yıllık tarihinin en büyük tehlikesini atlattı. Bu, normal bir askerî darbe değildi, hedefleri de önceki darbelerle aynı değildi. Devleti yönetenlere düşen, bu büyük şerri hayra dönüştürecek son derece hayati adımları hızla atmaktır. Öncelikle bu virüsün kalıntıları devlet mekanizmasından tamamen temizlenmeli, bir daha bu tür virüslerin ürememesi için hem devlet kurumlarında gerekli düzenlemeler yapılmalı, hem de toplum katında bu tür virüs üreten yapılar kontrol altına alınmalı ve virüs bataklıkları kurutulmalıdır. Bu virüs üreten bataklıkların başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, ilahiyat fakülteleri ve dinî merkezler üzerindeki mahalle baskısı da ortadan kaldırılmalıdır.