Makale

Din Eğitiminin Niteliği ve Önemi

Din Eğitiminin
Niteliği ve Önemi

Prof. Dr. M. ½evki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

J. J. Rousseau, “Yaratan’ın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanların elinde bozulur.” (Rousseau, 1956: 8) der. Ona göre çocuk dünyaya tertemiz gelir; ama toplum onu bozar. Çare, çocuğu toplumdan uzak tutarak yetişmesini sağlamaktır. Hayali çocuğu Emil’i işte bu anlayışla toplumdan izole ederek tabiatla başbaşa yetiştirmeye çalıştığını anlatmaktadır Emil adlı eserinde. Emil’e dinden, Allah’tan, ruhtan söz etmediğini ve on beş yaşına geldiği halde Emil’in hâlâ bir ruhu olduğundan habersiz olduğunu; bu konularda bir soru sormadığını, hatta on sekiz yaşında da buna vakti olmayacağını belirtmektedir. (Çok ilginç: Bir yandan bunları söyleyen Rousseau öte yandan aynı eserinde, çocukların ve gençlerin gelişim düzeylerine uygun ilmihal kitabının yazılmasını önermekten kendini alamamaktadır.)

Bu fikirlerin etkisiyle 19. asırdan itibaren gelişen bir anlayış, “Çocuğu en iyi eğitmek, onu hiç eğitmemektir.” sloganını ortaya attı. Ama çok kısa sürede, çocuğu kendi başına bırakmanın ona nasıl zarar verdiği anlaşıldı ve bu görüşten vazgeçildi. “Özgürleştirici Din Eğitimi” başlıklı yazımı (Bk. Aydın, Eylül-2008) okuyan birisi, benim de çocuklara anne babaların kendi dinlerini öğretmemelerini, onları kendi hallerine bırakmalarını önerdiğim kanaatine varmış. O yazıyı okuyan birinin böyle bir kanaate nasıl vardığını hâlâ anlamış değilim. Çünkü o yazının tümünü bir tarafa bırakalım, en yanlış anlaşılmaya müsait kısmından şu alıntıyı okumak bile böylesi yanlış kanaate ulaşmaya imkân vermeyecektir:

“Anne babalar ve din eğitimcileri olarak, çocuklarımızın/öğrencilerimizin bizim inandığımız dine inanmalarını, ona bağlanmalarını arzu ederiz. Gönlümüz bunu ister. Bu, son derece doğal bir durumdur. Ancak bu arzumuzu gerçekleştirmek amacıyla kendi inanç dünyamızı onlara dayatmaya, empoze etmeye, buyurgan bir tavır takınmaya, bizim sunduklarımızı onların hiç sorgulamadan kabullenmelerini, bizi aynen taklit etmelerini istemeye kalkışmamız, hoş görülecek bir tutum değildir; bundan olumlu sonuç alınamaz. Hele, kendi dindarlık anlayışımızı olduğu gibi benimsemelerini, aynen bizim dindarlık kalıbımıza girmelerini beklememiz hiç olacak iş değildir.

Din eğitimi adına böylesi bir yaklaşım, çocuklarımızın/öğrencilerimizin özgürleşmelerini değil tutsaklaşmalarını doğurur. Dolayısıyla onlar, kendi varlıklarının mimarı olma ve bu varoluş çabası bağlamında kendi dindarlıklarını bizzat oluşturan birey olma imkânını kaybederler. Böyle bir durumda, sahip olduklarını sandığımız dindarlık, onların özgün ürünleri olmaz. Onlar, o dindarlığın sahibi değildirler; aksine bizim empoze ettiğimiz dindarlık onlara sahiptir. Onlar, bu dindarlıklarının özneleri değil, nesneleridirler.

Böylesi bir dindarlık, bireyi besleyen, gelişmesine katkı sağlayan unsur olmak şöyle dursun, tam aksi işlevler icra eder. Böyle bir dindarlık, bireyin düşünme, sorgulama, seçme, karar verme, sorun çözme gibi insani yeteneklerini besleyip geliştiren güç olmaktan çıkar, bunlara ket vuran etkili bir unsura dönüşür. Avrupa insanının, aydınlanma yolunda, “inanan insan”ın yerine “düşünen insan”ı yetiştirme ihtiyacı duyması, işte böyle bir olumsuz dindarlık anlayışını yok etmeye mecbur olmasından kaynaklanıyordu. İslam’ı böyle bir duruma düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.”

Görüldüğü gibi, o makalede söylemek istediğimiz husus, anne-babaların, çocuklara kendi dinlerini öğretmemeleri değil; onların din eğitimi yaklaşımları, din eğitimi anlayış ve uygulamalarıdır, yaptıkları din eğitiminin niteliğidir. Orada sorgulanan, din eğitiminin nasıllığıdır. Kısacası o yazı, çocukların din eğitimiyle ilgilenmemeyi değil de, din eğitiminin nasıl yapılacağını konu edinmektedir. Orada, “din eğitiminde özgürlük” meselesi konu edilmemekte; din eğitiminin bireyi özgürleştirici, yetkinleştirici işlevi ele alınmaktadır. Çocukları kalıplamaya öylesine kilitlenmişiz ki, çocukların kendi varlıklarının mimarı olmalarına yönelik bir anlayış veya tutumu ima eden bir sözü bile hiç anlamaya çalışmadan hemen karşı çıkılması gereken görüş olarak telakki edebiliyoruz. Gerçekten bu durum, son derece düşündürücü ve kaygılandırıcı!

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, “çocuğumu kendi haline bırakayım, kendi tercihlerini yapsın, istediği dini veya dinsizliği seçsin” diyemeyiz. Desek bile fiilen bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü birey, fiziki ve sosyal çevresiyle sürekli etkileşim içindedir. Çevreden bireyin etkilenmesi demek, onun tarafından eğitilmesi, onun etkisiyle kendinde davranış değişikliğinin oluşması demektir. Yani, birey her zaman ve her yerde, herkes ve her şey tarafından eğitilmektedir. Üstelik bireyin çocukluk devresindeki çevreden etkilenme düzeyi, yetişkinlik dönemine göre çok fazladır.

Bu gerçeklik karşısında anne baba olarak, eğitici olarak biz, çocuğu kendi haline bıraktığımızı sandığımız durumda, gerçekte hiç de kendi haline bırakmış olmuyoruz. Aksine onu çevrenin acımasız dişlileri arasına terk etmiş; gelişigüzelliğe, rasgeleliğe havale etmiş oluyoruz. Bizim ihmal ettiğimiz eğitim işini başkaları, dostlar, medyalar, gündelik dil, sokak vs. üstleniyor. Biz değerleri aktarmayı reddediyorsak da, bizim dışımızdaki herkes ve her şey, bu görevi yapmaktan asla geri durmuyor. Eğitilen kişilerin kültüre ve kültürün içerdiği değerlere sokulması reddedilirken, onlara seçim serbestisi tanınmış olmuyor, tam aksine bir alt-kültüre, önyargılara, geçici öfkelenmelere, klan ahlakına, sokağın insafına terk ediliyorlar. Öyle görünüyor ki, Reboul’un dediği gibi, günümüzde, en büyük beyin yıkama tehlikesi, “bizzat eğiticilerin kayıtsızlığından veya belli bir çekilmesinden gelmektedir.” (Reboul, 1991: 112) Bu demektir ki eğitilenler, serbestliğe, seçim yanılmasına, öğrenebilecekleri şeylerin bilinmemesine terk edildiğinde de başkalarının beyin yıkamasına havale edilmiş olmaktadırlar.

Peki, Rousseau’nun düşündüğü gibi, çocuğu çevreden tamamen izole etmek suretiyle onu çevrenin etkilerinden korumak mümkün değil midir? Böyle bir şey gerçekte fiilen mümkün değildir. Bu mümkün olsa bile bu takdirde çocuk doğuştan sahip olduğu güçlerini/yeteneklerini asla geliştiremez; dolayısıyla biyolojik anlamda insan olsa da kültürel anlamda insanlaşamaz, toplumsallaşamaz. Kültürleme, çocuğun yeteneklerini geliştirmesine imkân sağlamaktadır. Ondan asla vazgeçilemez. Dinî kültürleme de böyledir. Onun için çocuklara yönelik dinî kültürlemenin vicdan özgürlüğüne aykırı olduğunu söyleyenler, bu kültürleme yapılmadığı takdirde çocuğun hiçbir bilgisi olmadan vicdanını geliştirip dinsel tercihte bulunabileceğini sanacak kadar gerçeklerden gafildirler (Bu konu üzerinde ayrıca durmak gerekir).

Ne var ki, kültürleme/eğitim işine karşı çıkanların hiç haklı yanları yok da değildir. Aslında hareket noktalarında haklılıkları var; ama vardıkları sonuç asla onaylanacak nitelikte değildir. Yani kültürleme/eğitim işi, mutlak masum değildir. Her kültürleme yararlıdır diyemeyiz. Niteliğini sorgulamak gerekmektedir. Bazen yapılan kültürleme, çocuğun beynini yıkama, onu kalıplama işlemine de dönüşebilmektedir. Kimi anne babalar/eğiticiler, başkasının beyin yıkamasına bırakmamak adına bizzat kendileri çocuğun beynini yıkamaktadırlar. Bu defa çocuğa aynı kötülük yapılmakla birlikte, aktör değişmiş olmaktadır. Eğiticinin, kendi dindarlık anlayışını çocuğa dayatması, belli dinî bilgi kalıplarını telkinle yetinmesi, onları anlamadan ezberleterek onlarla şartlandırması, düşünmeyi durdurup dinin öngördüğü değerleri anlamadan/anlamlandırmadan benimsemeye veya benimser görünmeye sürüklemesi vb. de bir tür beyin yıkamadır.

Rousseau şunu sormaktadır: Neden Paris’te doğanlar Hristiyan, İstanbul’da doğanlar ise Muhammedî olmaktadırlar?“ Bunu sormakla o, çocuğun çevresi tarafından nasıl esir alınıp kalıplandığını; artık dinsel tercihte bulunma yeteneğini geliştirme imkânının nasıl elinden alındığını dile getirmeye çalışmaktadır. İstanbul’da doğanların hepsi Müslüman olmadığına göre, çocuğun hangi dini benimseyeceğini belirleyen çevreden kastedilen öncelikle anne-babadır, ailedir. Hz Peygamber (s.a.s.), asırlar öncesinden bu gerçeğe dikkatleri çekmiştir:

“Her çocuk, fıtrat üzere (iman etmeye, hakkı kabullenmeye eğilimli) doğar. Sonra anne babası onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır veya Mecusîleştirir.” (Buharî, Cenaiz, 80, 93; Muslim, Kader, 22-25) Bu sözüyle Hz. Peygamber, olan gerçekliği/olguyu betimlemektedir. Demek ki, anne babalar, çocuklarını öylesine beyin yıkama işlemine tabi tutup kalıba sokuyorlar ki, onlar artık fıtratlarının yol göstermesiyle hakkı bizzat keşfetme ve batıldan uzak durma imkânından yoksun bırakılıyorlar. Başka bir deyişle onlar, kendi kararlarını verebilme yeteneklerini (fıtratı) dumura uğratıyor, ancak başkalarının verdikleri kararların yönettiği nesnelere dönüşüyorlar.

Hz. Peygamber bu olgusal tasviriyle, aynı zamanda Müslümanlara çocuk eğitimi konusunda önemli mesajlar vermektedir. Verilen mesajlar arasında sanıyorum şu öne çıkmaktadır: Çocuklarınızın sonuçta Müslüman olmaları, Müslüman olma kararlarını bizzat almaları, kendi dindarlıklarının özneleri olmaları konusunda yardımcı olun, buna kılavuzluk ediniz. Bunu gerçekleştirmek için de, her insanın ortak paydası olan fıtratı çocuklarınızın koruyup geliştirmelerine imkan sağlayınız.

Bu yapıldığı takdirde bireyin İslam’la buluşmasının önü açılmış olacaktır. Zira İslam, fıtrat dinidir: “Hakka yönelerek kendini dine, yani Allah yaratılışta insanları hangi fıtrat üzre yaratmışsa ona yönelt. Allah’ın yaratışında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Rum, 30) Dinsizlik fıtrata aykırı olduğu gibi, Allah’tan başkasına tapmak, O’na ortak koşmak da fıtrata aykırıdır. Peygamberler, işte insanlığın ortak tabiatı olan bu fıtratı koruyup geliştirmenin yolunu göstermektedirler. İslam fıtrat dinidir; çünkü onun bütün ilkeleri ve öngördüğü değerler, insanın doğal nitelikleriyle ve ihtiyaçlarıyla çelişmezler. İslam fıtrat dinidir; çünkü insanların ortak tabiatı olan fıtratını koruyup geliştiren kişi, İslam’ı, İslam’ın değerlerini kabullenmekte zorlanmaz; onun(esaslarıy)la ister istemez buluşur. İslam, insanın fıtraten sahip olduğu yeteneklerini kullanarak geliştirmesini istemekle bu gerçekliğe işaret etmektedir. Onun için İslam’ın özgür düşünceden, aklın özgür kullanımından, bilimden rahatsızlık duyması söz konusu değildir; o kendinden emindir.

Oysa, beyin yıkama, eğitimde dayatmacı tutum takınma, çocuğu/bireyi nesneleştirme, bir meslektaşımın belirttiği gibi, “öğrenciyi teslim alan” din eğitimi ise, bireyin fıtratını koruyup geliştirmesini önleyici role sahiptir. Fıtratı korunup geliştirilmemiş birey, İslam’ın getirdiği değerleri anlamlandırıp içselleştirme potansiyelini işlevsiz hale getirmiş demektir. Dolayısıyla bu tutumun, her şeyden önce İslam’la ne kadar bağdaştırılabileceği tartışılır.

Çocuğun din eğitimini ihmal etmek zararlı olduğu kadar, din eğitimi adına beyin yıkayıcı yaklaşımla çocuğu kalıplamak da yanlıştır. Din eğitimi bağlamında ifrat ve tefriti temsil eden bu iki yaklaşım da Müslümanlarca tasvip edilmeye değer görülemez. Geriye üçüncü bir yaklaşım kalıyor ki o da şudur:

Müslüman her anne baba/eğitimci, elbette çocuğun da iyi bir Müslüman olmasını arzu edecek ve bu arzusunun gerçekleşmesi için çalışacak, onun eğitimiyle ilgilenecektir. Ancak, onu eğitirken sonunda onun İslam’ı içtenlikle seçme kararının öznesi olmasına imkân sağlamalıdır. Üstelik, dindarlığının öznesi bizzat kendisi olacağına göre onun dindarlığının, “meşruiyyet ve sahihlik sınırları” içinde kendilerininkinden farklılıklar taşıyabileceğini; hatta bunun kaçınılmazlığını da peşinen kabullenmelidir.

Anne-baba/eğitimci, böyle bir anlayışla çocuğu eğitme görevini bilimden, bilimsel bilgiden yararlanarak bilinçle yapacaktır. Bu yaklaşım, çocuğun yeteneklerini nihai sınırına kadar gelişmesine katkı sağlamayı amaçlayacaktır. Bu din eğitimi, düşünmeyi durdurucu hiçbir tavır takınmayacak; çocuğun düşünme, sorgulayıp anlamlandırma, alternatifleri fark edip doğru olanını seçme, karar verme yeteneğini geliştirici bir yol izleyecektir. Çocuğun zamanla kendi dindarlığının mimarı olması, kendi dindarlık kararlarının uygulayıcısı olmasına katkı sağlayacaktır. Bunu yapabilmesi için de, gerekli dinî bilgiyi bizzat elde etme ve onları kullanarak dindarca tutum ve davranışlar belirleme gücüne kavuşması sağlanacaktır. Böyle bir tutum takınarak çocuğun fıtratını koruyup geliştirmesine katkıda bulunacaktır. Bunları gerçekleştirecek din eğitimi, belli bilgi kalıplarını ezberletmekle yetinmeyi marifet sayan anlayıştan uzak olacaktır. O, dinin değerlerini, öğretisini çocuğun/bireyin anlamasını, anlamlandırıp içselleştirmesini, benimseyip kendine mal etmesini kılavuzlayacaktır. Çoğulcu toplumun dindarını yetiştirme sorumluluğumuz da, bizi buna zorlamaktadır.

Artık anne baba ve din eğitimcileri olarak bize düşen acil görev, böyle bir din eğitimini yapabilmemiz için gerekli olan yepyeni bilgi ve beceri donanımını kazanmak için çalışmaktır.