Makale

Alfabe devrimi ve Diyanet İşleri Başkanlığı

Alfabe devrimi ve
Diyanet İşleri Başkanlığı

Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman

Diyanet İşleri Başkanlığının tarihi sürecini incelerken Cumhuriyetin ilk yıllarında alfabe ve dil konusunda yaşanan gelişmelere kısa bir göz atmak faydalı olacaktır. Çünkü alfabe değişikliğinin Diyanet ve din hizmetlerini şu veya bu şekilde etkilemiş olma durumu söz konusudur. Yine bu yıllarda gündeme gelen Türkçe ibadet ya da anadilde ibadet konusu ise bu yazının kapsamı dışında kalacaktır.

Din ve dil
İnsanın en önemli vasıflarından biri, Yüce Allah’ın ona lisan vermiş olması, konuşmasıdır.

Dil, fikirleri insanlara anlatmanın bir aracıdır; düşüncenin hem dayanağı hem de taşıyıcısıdır. Dil geliştikçe düşünce de gelişecektir.

Öncelikle insanları etkilemede dili etkili bir şekilde kullanmanın önemine işaret etmek gerekir. İnsanları ikna etmenin en yaygın yöntemlerinden biri etkili konuşmaktır. Bir düşünceyi iyi ifade edebilmek için kusursuz bir dil kullanmak gerekir. Beşeri ilişkilerde karşımızdakileri etkileyebildiğimiz ölçüde inandırıcı olabiliriz. Din hizmetinde dilin önemi de bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de güzel konuşmanın insan üzerindeki olumlu etkilerine dikkat çekilmiş, güzel söz ve bağışlamanın erdemi önemle vurgulanmıştır. (Bakara, 263)

Dinî hizmetler bağlamında kullandığımız dili toplumda konuşulan dilden tamamen ayrı düşünemeyiz. Haliyle bir toplumda dil konusundaki gelişmeler, dinî bilginin aktarımını da doğrudan etkilemektedir. Çünkü dinî bilginin sözlü ve yazılı aktarımında bu ortak dilin kuralları paylaşılmakta, ortak kavramlarından yaralanılmaktadır. Öte yandan dinî nitelikli hizmetlerin; vaaz ve hutbelerin, dinî yayın ve sohbetlerin milletin konuştuğu dil ve edebiyatın gelişimine çok önemli katkıları olduğu unutulmamalıdır. Tarihte dili en güzel konuşan kesim din görevlileri olmuştur. Bu durum kuşkusuz bütün dinler için geçerlidir.

Tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanan Türkler, X. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayınca Arap alfabesini benimsemişlerdir. Bilindiği gibi, Türklerin İslâm’ı kabulü ile birlikte çok sayıda Arapça kelime, kavram ve deyim Türkçeye girmiştir.

Alfabe devrimi
Dilbilimcilerin çoğunluğuna göre, Osmanlı devleti süresince kullanılmış olan Türkçeye “Osmanlı Türkçesi” veya kısaca “Osmanlıca”; Cumhuriyet dönemi kullanılan Türkçeye ise “Türkiye Türkçesi” demek en uygun olanıdır. Buna göre Osmanlıca, XV. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın başlarına kadar Arapça ve Farsçadan oldukça etkilenmiş biçimde devam etmiş olan yazı dilidir.

Gerek TBMM hükümetleri gerekse alfabe devrimine kadar Cumhuriyet döneminde, konuşma ve yazı dili olarak Osmanlı Türkçesinin hâkim olduğunu görüyoruz. O yıllara ait tutanak dergilerinde, hukuki metinlerde, resmi yazışmalarda ve Atatürk’ün Nutkunda bu durumu açıkça müşahede etmek mümkündür. Ancak Cumhuriyetin ilânını müteakip dil konusunda da ani gelişmeler yaşandı. 1 Kasım 1928’de “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” TBMM’nde kabul edildi, 3 Kasım’da da yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun 5. maddesi ile Türkçe kitapların Latin harfleriyle basılması zorunluluğu getirildi; Türkçe kitapların eski harflerle basım ve satışı yasaklandı. Başta memurlar olmak üzere halkın bu alfabeyi öğrenebilmesi için de kurslar açıldı.

Yapılan bu ani değişiklik, başta Latin harflerinin öğrenilip yazımında bir kıvam tutturulması, ayrıca yazı için araç gereçlerin temini epey bir zaman gerektirmiş olmalıdır. Kanunun yürürlüğe girdiği ilk aylara (10 Kasım 1928) ait olan ve inceleme imkânı bulduğum, bir Başkanlık genelgesinin Müftülüklerde personele okutularak tebliğinde izlenen yol buna güzel bir örnektir. Şöyle ki; genelge önce eski harflerle çevrilerek okutulmuş ve imzalatılmıştır. Bir anlamda yeniyi eskiye çevirerek anlaşılması sağlanmıştır.

Benzer şekilde Başkanlıkta (kuşkusuz başka kuruluşlarda da öyledir) resmi yazıların müsvettelerinin uzun yıllar eski harfle yazılıp sonra Latin harfleriyle daktilo edildiğini görüyoruz. Şunu da kaydetmek gerekir ki, birçok münevver, yazar, ilim adamı kişisel el yazılarında, notlarında eski yazıyı ömür boyu kullanmışlardır.

Bir başka husus da şudur: Atatürk’ün birtakım icraatına dayanarak ve ona yaranmak, bazen de bu yolla kişisel çıkarlar sağlamak amacıyla bunları amacından saptıran kişilere hemen her dönemde rastlanmıştır. Bunu Alfabe devriminin uygulanmasında da görüyoruz. Meselâ, Başkanlığın 27 Aralık 1939 tarih ve 14 sayılı yazısından, 1932’de Kütüphane-i Hilmi tarafından, bazı işaretler de kullanarak Latin harfleriyle bir Kur’an tabedildiği, bunun bir nüshasının da Atatürk’e gönderildiğini, Atatürk’ün ise bu işgüzarlığa karşı çıktığını ve gereğinin yapılması için Başvekâlet aracılığıyla Diyanet İşleri Reisliğine talimat verildiğini, Reisliğin de bunun hiçbir şekilde uygun olamayacağını, bunu yapmaya cüret eden yayınevinin sahibi Hilmi hakkında gerekli işlemin yapılması için Başvekâlete bildirildiğini öğreniyoruz. Yazıda, ilgili yasanın Latin harfleriyle ilgili zorunluluğun Türkçe kitaplar için söz konusu olduğu, Kur’an’ın ise Türkçe bir kitap olmadığı vurgulanmıştır.

Ayrıca, 1934 yılında Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti’nden Müftülüklere gönderilen birçok yazıda, Reisliğin 3 Şubat 1934 tarihli genelgesine atıfta bulunularak vaaz konularında âyet ve hadislerin eski yazı ile, Türkçe olanların ise yeni harfle yazılacağı ifade edilmiştir.

Yukarıda da değinildiği gibi, bu konuda yaşanan en büyük sıkıntı şu olmuştur: Cami, mescit ve evler de dâhil olmak üzere değişik mekânlarda Kur’an öğretmek, eski harflerle okuma-yazma öğretmek; alfabe devrimine muhalefet etmek olarak hükmedilmiştir. Yani kanunun ilgili maddesi yanlış yorumlanıp iş Kur’an yasağına kadar götürülmüştür. Bu nahoş durumun millet vicdanında açtığı yaraların yıllar boyu kapanmadığı herkesçe malumdur.

Bir bilgi olarak şunu ilave etmek isterim: DİB harf devriminden önce eski harflerle sadece dört eser yayınlamıştır. Bunlar Ahmed Hamdi Akseki’ye ait “Ahlak Dersleri (1924)” ve “Askere Din Dersleri (1925)” ile “Türkçe Hutbe (1927)” ve “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi (1928)”nin ilk iki cildidir.

Dilde tasfiye çabaları
Osmanlı’da Tanzimat’la başlayıp Meşrutiyet’le şiddetlenen dilde sadeleştirme hareketleri Cumhuriyetle farklı bir boyut kazanmıştır.

M. Kemal Paşa, 1 Kasım 1932’de Meclisi açış konuşmasında bütün devlet teşkilatının dildeki özleştirme çabalarına destek vermesini talep etti. O, dil devrimi çerçevesinde Türkçede kullanılan bütün yabancı kelimelere karşılık bulunmasını istiyordu. Bilindiği gibi dilde tasfiyesi düşünülen kelimelerin başında Arapça ve Farsça kökenli kelimeler gelmekteydi. Çevresindeki bazı kişilerin de bu doğrultudaki gayretlendirmesiyle Atatürk dil devrimine bilahare yeni bir boyut kazandırmış ve “Güneş-Dil” teorisi ortaya çıkmıştır. (Ali Karamanoğlu, Türk Dili, İst. 1984, s.127)

Dilde tasfiye çerçevesinde 1933 yılı başında bir derleme ve tarama faaliyeti başladı. Yabancı kökenli kelimelere bulunan karşılıklar, “Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları-Tarama Dergisi”nde yayımlanarak yazılan makale ve resmi yazışmalarda bunların kullanılması zorunlu kılındı. Güneş-Dil teorisinin benimsenmesiyle bu tasfiyeden de vazgeçildi. 1932-1934 yılları arasındaki bu uğraşlar neticesinde dil açısından ortaya çıkan kaosu erkenden fark eden Atatürk, “Türk halkının dilinde yaşayan, edebiyatında bulunan kelimeler Türkçedir” diyerek bu girişimden vazgeçilmesini istemiştir.

Görüldüğü gibi, harf devrimi çıkartılan kanunla hemen uygulamaya konulduğu halde, canlı bir kurum olan dilde, haklı nedenlerle bu mümkün olamamıştır. (Karamanoğlu, 118)

Dilde tasfiye akımının Türkçeyi kısırlaştırdığı noktasında bir kanaat hakimdir. Böyle olmakla birlikte bunun, dilimize yeni kelimelerin kazandırılması, dinî alan da dâhil, yeni ortaya çıkan bu tür bazı kelime ve kavramların düşüncelerimizi daha iyi ifade edebilmemize imkân sağladığı da söylenebilir. Keza Türkçeye yabancı dillerden gelen kelime ve kavramlar da bir kazanç ve zenginlik olarak görülmelidir. Yeter ki Güneş-Dil teorisinde olduğu gibi, bu doğrultudaki gayretler dili anlaşılmaz bir boyuta ulaştırmasın.

Dilde tasfiye hareketinin etkili olduğu 1932 yılı ve sonrasında başta Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Hak Dini Kur’an Dili olmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanan eserlere bir göz attığımızda bu akımın etkilerini göremiyoruz. Bu amaçla bu yıllarda basılan A. Hamdi Akseki’ye ait “Dinî Öğütler Vâızlara Vaız Numuneleri-I Kuvvet ve Tayyare (1935)” ile “Yeni Hutbelerim (1936)” ve Mehmed Fehmi Ülgener’e ait “Dinî İdarî Malûmat Mecmuası ve İmtihan Rehberi (1940)” adlı eserleri gözden geçirdim. İstisnai olarak, Tecrid’in tercüme ve şerhinde değil; ama bu eseri 4. ciltten itibaren tercüme eden Kamil Miras’ın 1939 yılında bu cildin başına yazdığı “Önsöz”ünde sadece birkaç “yeni” kelimeyi kullandığını görüyoruz. “Sayın Rifat Börekçi”, “Bay Hamdi Akseki”, “Türk Milletinin büyük başbuğu Atatürk’ü derin saygılarla...” gibi. Keza İslam’ı çocuklara şiir dilinde anlatan ve Diyanet İşleri Reisi olduğu sıralarda Ord. Prof. M. Şerefeddin Yaltkaya tarafından yazılan “Benim Dinim (1943)” adlı şiir kitabı, gerçekten sade, açık ve anlaşılır bir dille yazılmış; ancak, zorlama kelimelere yer verilmemiştir. Bu yıllarda Başkanlık dışında yayımlanmış dinî nitelikli çok az sayıdaki kitaptan birkaçını, örneğin Milaslı İsmail Hakkı’ya ait “İslâm Dininde Etlerin Tezkiyesi (1933)” adlı risaleyi ve Ömer Rıza (Doğrul)’a ait “Müslümanlık Nedir (1933)” adlı kitabı da bu açıdan gözden geçirdim. Aynı durum bu eserler için de söz konusudur.

Dinî kelime ve kavramlara karşılıklar
Maarif Vekâleti’nce 1934 yılında basılan “Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Sözlüğü”nde bazı dinî kelime ve kavramlar için de karşılık önerildiğini görüyoruz. Bunlardan bir kısmının XIV. ve XV. yüzyılda yazılmış Kur’an’ın Türkçe tercümelerinin birkaçından derlendiği anlaşılmaktadır. Örnek olarak bazı kelime ve kavramlarla bunlara önerilen karşılıkları buraya alıyorum (kesme / işaretinden sonrakiler önerilen karşılıklardır):

Af/boşatlık; Affetmek/boşlamak; Âhiret/gidinki ajun, ol ajun; Ahlâklı/onat, sağ gönüllü; Âlem/acun; Allame/bilecen, bilge; Âmin/andağ olsun, öyle olsun; Avret/ut yeri, uyat yeri; Azrail/can alağan; Beddua/ilenç; Beddua etmek/ilenmek; Bedevî/çölik; Benî âdem/kişioğlu; Bid’at/yeni çıkma; Cami/yüğnek; Cehennem/tamu; Cennet/uçmak; Cin/çor, uçuk; Def’i hacet etmek/ayakyoluna gitmek; Din reisi/tayın, tuyun; Dua/algış; Dua etmek/algamak, yakarmak; Ebedî/bengi, bengü; Ezan okumak/banlamak, kığırmak; Fazilet/artıklık; Edep/buyuk; Gafur/yargılayıcı; Ganimet/alanç, bulun; Gargara etmek/boğaz çalkalamak; Gayri ahlâki/uçkur üstü; Gayri kabili kıyas/kerinçsiz; Hâşâ/bizden uzak, olmaya; Hilâl/aydoğdu, yeni ay; Hizmet/buyan; Huda/Çalap; İbadet/kulluk, tapı, tapınma; İbadet etmek/bağınmak, tapınmak; İdrak/anlak; İhtikâr/ağışmak; İlâh/Çalap, tapıngu; İmam/başçı, öndin başlağı, uylası, tayın tuyun; İman/inan, inam; İnkâr etmek/danmak; İntihar/ölünmek; İrşad/kılağuzlamak; İstiğfar/Tanrıdan bağışlık dilemek; İtaat/tapık, tapuğ; İttiba/izine uymak, iyermek; İttika/söygünmek, söykenmek; Kabile/oymak, boy; Kabir/gömgen, sin; Kadir/erik, oğan; Kâfir/tanığlı; Kasem/ant; Katletmek/tepelemek; Kayy/kusku, kusu; Kefalet etmek/boyun tutmak; Kefaret/yazuk yünkülmek; Kısas/bendeş eyleme, beydeş eyleme; Kitap/bitik; Kurban kesmek/taymak; Lanet/ilenç; Maazallah/Tanrı esirgesin, Tanrı korusun; Mağfiret/yarlıgama, Mahreç/çıkak; Malik/erkli; Maruf/belli; Meal/cüyrük, cürük; Meni/bel suyu; Merhum/yarlığ; Mescit/yüğnek; Meshetmek/sığazlamak; Mevzu/düzme, uydurma; Mezar/kara örün; Mihir/ağırlık, başlık; Mihrap/tabungu yer; Miraç/ağası yir; Miskin/cığan, cığay; Muahhar/ardıl; Musibet/değen, deygen; Müçtehit/dürüşcü; Müfsit/azgun işlü; Nafile ibadet/atıksı; Namaz/yükünç, yüvünce; Namaz kılmak/yükünmek; Nikâh/gereksilik; Oruç/deksiz durmaklığ; Peygamber/yalvaç; Riba/yaramaz artukluk; Risalet/yalvaçlık; Secde/yüknü; Şehadet/tanıklık; Vaaz etmek/öğütlemek; Vaiz/öğütçü; Zan/işgil, sezme; Zekât/turtanak; Zina/aranak iş, irincü...

Dikkat edilirse, bulunan bu karşılıkların çoğu halkın dilinde yerleşmemiş, yaygınlık kazanarak günümüze gelememiştir.

Sonuç yerine
Konuyla çok fazla ilintili gözükmese de yazımı bir-iki tespitle tamamlamak istiyorum.

Birincisi, Latin harflerinin kullanılmaya başladığı daha ilk yıllarda gerek Diyanet İşleri Başkanlığınca gerekse Başkanlık dışında yayınlanan kitaplarda -henüz ilk örnek olmalarına rağmen- fazla bir dizgi/tashih hatasına rastlamıyoruz. Kullanılan hurufat ve sayfa düzenleri de şaşırtacak derecede güzeldir.

İkinci tespitimiz acı bir gerçeği yansıtacaktır. DİB Kütüphanesindeki mevcut eserleri yayım tarihlerine göre taradığımızda şunu görüyoruz: 1920-1940 yılları arasında Türkiye dışında Arapça olarak yüzlerce temel dinî kaynak eser basılmışken bu süre içerisinde ülkemizde basılan dinî eser yok denecek kadar azdır.

Üçüncüsü öneri niteliğindedir: 1928’den önceki bin yıllık kültür ve edebiyatımızı, yazıldıkları alfabede okuyabilmeleri açısından yeni kuşakların Osmanlıca bilmeleri önem taşıyor. Din hizmetinde bulunan Diyanet mensupları için bu önemin daha büyük olduğu izahtan varestedir. Dolayısıyla bütün Başkanlık personelinin Osmanlıca bilmesi teşvik edilmeli, hatta zorunlu hale getirilmeli, sırf bu amaçla eğitim programları geliştirilmelidir.