Makale

Hayatı anlamlı yaşamak

Hayatı anlamlı yaşamak
Mustafa Özçelik

Günümüz insanı için hayat, sadece maddi boyutuyla algılanan bir kavrama dönüştü. Bu yüzden çok para kazanmak, güzel evlere, pahalı arabalara vb. sahip olmak gerçekleştirilmesi öncelenen hedefler arasında... Bunlar, bir bakıma insani şeyler... Bu yüzden bu durumu anlayışla karşılayabiliriz. Yanlış olan bütün bunları “hayatın anlamı” olan şeyler olarak kabul etme tavrı... Hayata bunları edinmek için geldiğimizi düşünmek şeklindeki yanılgı...

Çünkü insan denen bir varlıktan söz ediyoruz. Onun sadece maddi varlığı yok ki yiyip içmekle, güzel bir evde oturmakla mutlu olsun. İnsan, sadece et, kemik ve sinirden mürekkep bir varlık değildir ki önüne bu hedefleri koysun. Bir zihin, bir gönül dünyası var insanın. Bu zihnin ve gönlün ihtiyaçları da sözkonusu... Karnı en leziz yemeklerle doymuş bir insanın duyacağı his, mutluluk değil hazdır. Mutlu olmak, huzurlu olmak zihinle, gönülle alakalı kavramlar... Nitekim aynı kişi, eğer o yemeği bir nimet bilerek yemişse, birileriyle paylaşmışsa, sonunda da şükretmeyi bilmişse işte o zaman hissedebilir mutluluğu...

İnsanoğlu bu son derece basit ve kolay uygulanabilir ilkeyi unutunca bu defa başka yerlerde arıyor huzuru... Kimi yogaya sığınıyor, kimi kapitalist kültürün insanı sadece zengin ve başarılı olmaya endeksleyen kişisel gelişim programlarında kendini gerçekleştirmeye çalışıyor. Ama ne yaparsa yapsın girdiği sokağın bir sonu olduğunu görüyor ve mutsuzluğu daha da artıyor. Oysa mesele “aşkın” değerlere yönelmekte... Onları hayatın yaşama ilkeleri olarak görmekte... Bunun için uzağa gitmesine hiç gerek yok. Sadece eline bir hadis kitabı alsa ve orda yazılanları kendisi için bir yol haritası olarak içselleştirse, benimseyip uygulasa yetecek.

Şimdi, bu anlamda bir temrin yapalım: Bir gün, bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yanına gelerek "Size dünya ve ahiretle alakalı soracak sorularım var." der. Bunun üzerine Peygamberimiz o kimseye "Ne istiyorsan sor." buyurur. Adamın ilk sorusu tam da yazımızda sözünü ettiğimiz mesele ile ilgilidir. Şöyle der adam: “İnsanların en zengini olmak istiyorum.” Hz. Peygamber, şu şaşmaz ölçüyü söyler: “Kanaatkâr olursan insanların en zengini olursun.” (Kenzü’l-Ummal, c.XVI, s.127-128, hadis no: 44153) Kanaatkârlığın “Elinde olanla yetinme.” şeklindeki manasını bir de şöyle düşünelim: ”Elinde olandan razı olma.” Meseleye böyle baktığımızda o kişi bu razılıktan dolayı huzur bulacak, huzursuzluktan uzak duracaktır. Böylece insan, nefsini dizginleyebilecek, ona hâkim olabilecektir. Elinde var olana sadece para, ev, araba olarak değil nimet olarak bakacaktır. Bu bakış ise kişiyi hem bu anlamda zengin hem de mutlu kılacaktır.

Adam, bu minvalde daha pek çok soru sorar Peygamberimiz’e. Bunlardan biri de şöyledir: “İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.” Peygamberimiz’in cevabı yine çok nettir: “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. Sen de insanlara faydalı ol.”

Sadece bu iki soru ve bu sorulara verilen cevaplarla hayatla ilgili bütün problemleri aşmak mümkündür. Çünkü zenginlik ve insanların en hayırlısı olma meselesi, insanoğlunun en temel meseleleri arasındadır. Gerçi günümüzde hayırlı olmayı saygın olma şekline dönüştürerek kelimenin anlam alanını daralttık ve dünyevileştirdik. Öyle de olsa madem bu ikisi temel meseledir, verilen cevaplar üzerinde yeniden düşünelim. Savaşlar, katliamlar, hırsızlık, soygun, yer altı ve yer üstü zenginliklerini tekelinde toplama hırsı... Bütün bunlar değil midir dünyayı yaşanmaz kılan. Ölümlere, zulümlere, haksızlıklara yol açan... Çünkü kanaatkârlığı bilmeyenin isteklerinin sonu asla gelmez. Gelmeyince de daha fazlasına sahip olabilmek için her şeyi yapmayı göze alır. Oysa kanaatkâr olan, elindekinden razı olacağı hatta daha fazla huzur bulabilmek için elinde olanı olmayanla paylaşacağı için gönül huzurunun zirvesine çıkacaktır.

Şimdi de “hayırlı” yahut “saygın” olma meselesine bakalım. Günümüz idraki bunu da maddi gerekçelerle izah etme eğiliminde... Daha fazla zenginlik ve daha fazla güç... Kişi, bunlara sahip olunca saygın mı olur yoksa kendisinden çekinilen, korkulan biri mi? Elbette ikincisi olur. Oysa Peygamberimiz bunu insanlara faydalı olma şartına bağlıyor. Zenginsen yoksulu gözetme, okul, hastane kurma, çeşme yaptırma, öğrenci okutma gibi alanlarda kullanılması gerekiyor maddi imkânların. Çünkü bütün bunlarla cemiyet hayatında bir faydalanma söz konusu olacak, pek çok problem bu yolla çözülecek ve elbette buna katkı sağlayan kişi de hayırla anılacaktır. Bu anılmada korku yahut çekinme değil belki bir hayranlık ve takdir duygusudur etkili olan. Medeniyetimizde vakıf geleneği bu yüzden vardı. Ve insan, kendisinde olanı sadece kendisine at görmüyor bunda bütün bir toplumun da hakkı olacağını düşünüyordu.

Hz. Peygamber’le o adam arasındaki diyalog devam edip gitmektedir. Adam, sorularının devamında merhamet, adalet, sevgi, güzel ahlak üzerine daha pek çok soru sorar. Adamın bu tavrı elbette doğrudur. Zira hakikati kavramak isteyen biri, işe sorularla başlamalı ama cevapları emin bir kaynaktan almalı ki doğru cevaplara ulaşabilsin. Çünkü verilen her cevap “reçete” hükmündedir ve her biri bir ruhi hastalığa iyi gelmektedir. Ayetleri, hadisleri bu gözle okumak lazım. Çünkü insanın bütün hallerini en iyi onu yaratan bilir. Dolayısıyla çözüm ve çare onun kelamında olacaktır. Her ayet her hadis, bu yüzden bir kılavuzdur yolumuzda... Nereye gideceğiz, ne yapacağız yahut nereye gitmeyeceğiz nelerden kaçınacağız? Yola düşmüşsek, trafik işaretlerine doğru bakarak ve o yönde ilerleyerek hedefe varabiliriz. Zira bu yol, Veysel’in de dediği gibi “uzun, ince bir yol”dur. Bu yolda yürümek bilgi, bilinç, dikkat ve itina ister.

Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, bu yolculuğun selametle bitmesi için ilkeler vaz etmenin ötesinde örnek yolcular da göndermiştir. Onlara bakarak yolumuzda istikamet üzere olalım diye... Bu yüzden insanın hiç bir mazereti yoktur. “Bilmiyordum.” sözü bizim için bir mazeret teşkil etmeyecektir. “Bilmek” gerekir. Bilenle bilmeyen elbette aynı olmayacaktır. Bilen, selamet içinde olacak, bilmeyen hüsrana uğrayacaktır.

Gelin, bütün bildiklerimizi unutalım. Gönlümüzü de zihnimizi de kutlu sözlere çevirelim. Modern bilgi kirliliğinden ancak böyle kurtulabiliriz. Bu kirlilikten kurtulmadan hayatımızı hakikate ayarlamanın imkânı yoktur. Bilginin kaynağı sağlam olmalıdır. Dahası, bilgi uygulamak için öğrenilmelidir. Kadim olanla modern olan bilgi arasındaki önemli bir farklılık da budur. Günümüz insanı, çok şey biliyor ama bilgi kaynakları sahih değil ve uygulama imkânından ve iradesinden yoksun. Böyle olunca da midede hazmedilemeyen gıdalar gibi insana bildikleri de zarar veriyor.

Arınmış bir zihin, mutmain olmuş bir gönülle insanın ulaşamayacağı huzur ve mutluluk yoktur. Öyleyse bilelim, bildiklerimizi içselleştirelim. Onları uygulama alanına sokalım. Bedenin ihtiyaçlarından çok kalbimizin ihtiyaçlarını giderelim. Kutlu ilkeler, ortada... Asırlardır tek biri bile hükümsüz kılınamadı... Bütün mesele bunlarla bulaşabilmekte... Dün nasıl sahabe sorup Hz. Peygamber cevap veriyor idiyse bugün de sorucular bizler olalım. Cevabı yine Peygamberimiz verecektir.