Makale

Çanakkale Ruhu ve Avustralya'da Çanakkale Şehitleri

Çanakkale Ruhu ve Avustralya’da ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ
Dr. Sadık Eraslan

İslâm tarihinde öyle kahramanlıklar vardır ki, bunları imandan başka bir şeyle izah etmek âdeta mümkün değildir. Meselâ, Mute savaşında 200 bin kişilik (İbn el-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c.II, s. 235, Beyrut, 1979) (en az rivayet 40) Bizans ordusuna karşı Hz. Peygamber’in bizzat gönderdiği 3 bin kişilik orduyu mağlup olmaktan kurtaran Halit bin Velid ve gözünü kırpmadan ölüme giden diğer üç komutanın durumu böyledir. Kuzey-Batı Afrika Fatihi Ukbe bin Nafii’nin, fetihler esnasında atını Atlas Okyanusu’na sürüp, “ Ya Rab! Sen şahit ol! Ben zaferi elde ettim. Ve eğer önüme bu derya çıkmasaydı, Sen’den başka ibadet edilecek kimse kalmayıncaya kadar mücadeleye devam ederdim.” (Ali Muhammed, Muhammed es-Sellabî, Safahatün Müşrıka Mine’t-Tarihi’l-İslâmî, I, s. 271, İskenderiye, Tarihsiz) deme noktasına gelmesi ve Tarık bin Ziyad’ın aynı yolda gemileri yakması da bu örneklerden biridir. Şüphesiz o koca gemileri karadan yürütüp İstanbul fethini gerçekleştiren iradeyi de bunlara eklemek lazım. İşte bu yazımızda konu edinmek istediğimiz; “Avustralya’daki Çanakkale şehitleri” de bu tür ibretli vaka’lardan biridir. Ancak önce “Çanakkale Ruhu”ndan neyi kastettiğimizi ifade etmek istiyorum.

Çanakkale Ruhu’nu Akif bize şöyle anlatıyor:
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…” (Ersoy, M. Akif, Safahat, s. 360)

“Çanakkale ruhu” budur. Bizim bu ruhun büyüklüğünü ölçüp takdir etmeye gücümüz yetmez. Buna herhalde kelimeler kâfi gelmez. Ancak “iştir kişinin aynası” dendiği gibi; insan, yaptığı iş, ortaya koyduğu eser ve mücadelesini verdiği dava nispetinde büyük olsa gerek. Dava “Tevhidi kurtarmak” olduğuna göre, onun değerini beşer olarak biz takdir edemeyiz. Onu ancak, “Tevhid”in sahibi belirler ki, o da cennettir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak vaadetmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O halde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır. (Tevbe, 111)

Tevhid, birliktir; Allah’ın birliğidir. Şirkin; Allah’a ortak koşmanın ve Allah’ın birliğini inkâr etmenin karşıtıdır. Çanakkale’de mesele dindir, imandır, vatandır, namustur. Kısaca, var olma veya yok olma davasıdır. Zaten bu saydığımız mukaddes değerlerin çiğnenmesi, yok olmanın en çetin şekli olsa gerek. İşte dünya tarihinde eşine hemen hemen hiç rastlanmayan Bedir ve Çanakkale savaşlarını Akif, en önemli müşterek hedefleri olan “Tevhid’i kurtarma” ile ifade etmiştir. Zaten Çanakkale’yi sadece milletimiz için değil, belki tüm İslâm âlemi için bir kurtuluş ve zafer kılan husus da budur. Ancak bu tevhid davasında öyle fedakâr ve kahramanlar çıkmıştır ki, sadece mallarını değil, aynı zamanda canlarını da feda etmekten kaçınmamışlardır. İşte binlerce km. uzağımızda bulunan Avustralya kıtasının ortasında Çanakkale adına şehit düşenler bunlardandır. Şimdi bu olayı okuyucularımızın bilgisine sunmaya çalışalım:

Avustralya/Sydney’de görevli bulunduğum sıralarda, Diyanet İşleri Başkanlığı adına Kutlu Doğum faaliyetleri çerçevesinde bazı etkinlikler gerçekleştirmeye çalışıyorduk. Bu etkinliklerden biri de, Avustralya kıtasında bulunan diğer Müslümanları da ziyaret etmekti. Bazı din görevlilerimiz ve onların üniversite seviyesindeki birkaç kişilik talebe grubu ile birlikte bir ziyaret gezisi düzenledik. Bu gezi sırasında bir ara Avustralya’nın orta kısmında bulunan ve “Broken Hill” denilen bir kasabanın yanından geçmekte olduğumuzu öğrendik. Bu esnada yanımızdaki gençlerden biri, “Hocam buradaki şehitlerimizi ziyaret edebilir miyiz?” dedi. Doğrusu önce konuyu tam anlayamadım ve latife olarak, “burada hangi savaşı yaptık ki, şehitlerden söz ediyorsunuz” diye karşılık verdim. Bunun üzerine diğer gençlerden birkaç tanesi birlikte, “Hocam bunlar Çanakkale şehitleri” diye cevap verdiler. “Çanakkale şehitleri” denince, birden ortalık bir suskunluğa büründü. Ancak konuyu biraz daha gençlerden dinledikten sonra, hemen yönümüzü kasabaya çevirdik. Oraya varınca şöyle bir manzara ile karşılaştık: Kasabanın bir mahallesinde metruk bir ev; sahipsizlikten avlusundaki yabani otlar adam boyunu aşmış durumda. Kasabada daha evvel yaşayan Müslümanlardan hiç kimse hayatta kalmadığından, evin anahtarını başka bir kasabada oturan bir Müslümandan alıp kapıyı açtık. Avlu kapısından içeri girer girmez gözümüze ilk çarpan, avlunun bir kenarında kırık-dökük; çürümeye yüz tutmuş ufak bir tahta araba oldu. Meğer bu, ev sahibi kahraman ve şehit Muhammed Gool ismindeki kişiye ait bir seyyar dondurma arabasıymış. Avlunun içindeki mütevazı ev duruyor. İçeri girdik, ufak bir müze hâlinde idi. Yerde kıble tarafında küçük bir namazlık, üzerinde Muhammed ve arkadaşı Molla Abdullah’a ait tespih ve namaz takkeleri gibi şahsî eşyaları aynen duruyordu. Evin duvarında asılı duran silah ve mermiler dikkatimi çekti. Öğrendiğimiz kadarıyla Muhammed dondurma satarak kazandığı paranın tamamını biriktirip, bu silahı satın almak için harcamıştı. Arkadaşı da aynı şeyleri kasaplıktan kazandığı para ile yapmıştı. Bunların dışında evde ufak-tefek başka eşyalar da vardı.

Her birimiz ayrı bir ruh hâleti içerisinde istemeyerek te olsa ziyaretimizi bitirdik ve kasaba halkının bu iki kahramanın hatıralarına bu şekilde saygı duymalarını takdir hisleriyle ayrıldık.

Bu iki kahraman kimdi ve bunlara neden Çanakkale şehitleri deniyordu? Söz konusu kasabada bulunan Tarih Araştırma Merkezi’nden elde ettiğimiz bazı bilgi ve belgelere göre, Çanakkale savaşının bütün şiddetiyle sürdüğü 1915 yılında, “Broken Hill” denilen bu kasabada Molla Abdullah ve Muhammed Gool isminde iki Müslüman genç yaşamaktadır. Molla Abdullah kasaplık yaparak, Muhammed Gool da seyyar dondurmacılıkla geçimini sağlamaktadır. Diğer taraftan, İngiliz Milletler Topluluğuna bağlı olduğundan Avustralya hükümeti, istemeyerek de olsa, Mehmetçiğe karşı savaşmak üzere Çanakkale’ye asker gönderme talihsizliğinde bulunmaktadır. Merhum Akif bunu şöyle anlatır:

“Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…” (Ersoy, M. Akif, Safahat, s. 359)

Akif’in saydıklarından biri de Yeni Zelanda ile birlikte Avustralya’dan Çanakkale’ye gitmek üzere gemilerle gönderilen ve kısa adı ANZAC olan askerî birliklerdir. Bu askerlerin limana sevkiyatı ise demiryolu ile yapılmakta ve askeri taşıyan tren yolu güzergâhı da adı geçen iki Müslüman gencin yaşamakta olduğu kasabadan geçmektedir. İşte “ancak imanla izah edilebilir” dediğimiz olay bu sırada gerçekleşir. Şöyle ki: Molla Abdullah ve Muhammed Gool ismindeki iki Müslüman genç, Çanakkale’deki Müslüman kardeşlerine ve netice olarak İstanbul’a saldırmakta olan gayrimüslimler karşısında sessiz kalmalarının imanları ile bağdaşmayacağını düşünerek, ne varsa ellerindeki para ile silah ve mermi alırlar. Daha sonra gider asker sevkiyatını gerçekleştiren tren yolunun kenarında mevzilenirler. Binlerce askeri taşımakta olduğunu düşündükleri tren (o günkü bazı basın mensupları yanlış trene ateş edildiğini iddia etmekle beraber, bizim için niyet ve hedef önemlidir) geldiğinde de, gözlerini kırpmadan ateş eder, birkaç kişiyi öldürür ve çok sayıda insanı de yaralarlar. Tabi ki, mermileri tükendikten sonra her ikisi de şehit düşer. Böylece Çanakkale, dünyanın diğer ucunda da iki şehit vermiş olur. İşte bunlara Çanakkale şehitleri denmesinin sebebi budur.

Gittik o güzel mezarları ziyaret ettik. Avustralya halkı da, bu büyük kahramanlığa saygı gösteriyor. Bir insan, başka bir milletin insanları için böyle mutlak bir ölüme nasıl gidebilir? Ancak bu bir iman meselesidir. Nitekim bu kahramanlarımız ölmeden evvel yazdıkları birer mektupla bunu kısaca açıklıyorlar; Her iki kahramanın birleştiği nokta şu sözlerle ifade edilmiştir: “Bizim kimseye bir şahsî düşmanlığımız yoktur. Biz bunu sadece imanımızın gereği olarak yapıyoruz. Ne kimseden bir bilgi aldık ve ne de kimseye bir şey söyledik.” (Urduca yazılmış her iki mektubun orijinallarının fotokopileri bizde mahfuzdur)

Bu kahramanların korkusuzca mutlak bir ölüme yürümeleri, Akifin, “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhidi” sözleri üzerinde tekrar düşünmemizi sağlıyor. Misal, acaba bunu, gençlerin tevhide olan bağlılıklarından başka ne ile izah edebiliriz? Zira tevhid müşterektir; tevhid Hz. Peygamber’in en büyük ve yegâne davasıdır. Tevhid, risaletin ta kendisidir. İslâm’ın hem özü ve hem de temelidir. Tevhid ibadettir, secdedir, ezandır; Allahuekberdir. Tevhid, askerin cephede düşman üzerine yürürken haykırdığı Allah, Allah nidalarıdır.

Bu iki kahramanın diğer bir önemli özelliği de, Türk bayrağını yanlarında taşımalarıdır. Hem de savaş günlerinde olduklarını bile bile. Nitekim Muhammed Gool, seyyar dondurma arabasının üzerine, Türk bayrağını asmış ve şehrin içinde sürekli onunla dolaşmıştır. Onun için Türk olmadıkları halde bunlara Türk denmiştir. Zira her fırsatta bayrağa olan sevgi ve saygılarını ortaya koymuşlardır.

Acaba bu insanlar bayrağımızı neden bu kadar seviyor, kendi bayrakları yerine bizim bayrağımızı taşıyorlardı? Şüphesiz tek sebep vardı. O da, Çanakkale’de verilen mücadelenin bir iman-küfür mücadelesi; bir tevhid’i kurtarma mücadelesi olduğunun farkında olmalarıydı. Bu insanlar da tevhid ve iman ehliydi. Dolayısıyla bu mesele onların da meselesiydi. Bu mukaddes mücadelenin sembolü de bayraktı. Onun için seviyorlardı. Bu da gösteriyor ki tevhide verilen önem, aynı zamanda bayrağı da sevdiriyor ve benimsetiyor. Bayrağa duyulan sevgi de birliktir, beraberliktir, kardeşliktir. Zira tevhid gerçek kardeşliğin teminatıdır. Kur’an bunu şöyle ifade eder: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 10)

Milletimiz, tarihimiz ve bayrağımızın diğer Müslüman milletler tarafından sevilmesi olayı şanlı tarihimizde sürekli var olmuştur. İnsanlar, kendi din ve mukaddesatlarına sahip çıkanı sever. Kanaatimce Osmanlı’nın bu uzun ömürlülüğünün en önemli sebeplerinden biri de budur. Meselâ, Haremeyn-i Şerifeyn’e yapılan hizmetler, gönderilen Sürre Alayları, Osmanlı’nın tüm İslâm dünyası tarafından asırlarca sevilmesine vesile olmuştur. Bu olayda da olduğu gibi, hâlâ birçok yerde o sevginin izlerine rastlanmaktadır. Bu sevginin temelinde de iman ve İslâm kardeşliği şuuru yatmaktadır. Nitekim bu kardeşlik en muhteşem şekliyle Çanakkale’de ortaya çıkmıştır. Şehitlik bunun en çarpıcı belgesidir. Herkesin gidip ziyaret etmesi, görmesi lâzım. Edirne’den Kars’a kadar; Konyalı, Kayserili, Trabzonlu, Diyarbakırlı, Ağrılı, Vanlı, Antalyalı ve Muğlalı yan yana yatıyor. Din, vatan, bayrak sevgisi ile yoğrulmuş bir iman kardeşliği ruhunu gösteren en muhteşem tablo. Bu ruh ve kardeşlik devam edecektir inşaallah. Devam ettikçe de bayrak sevgisinden en ufak bir şüphe ve tereddüt olmayacaktır. Özellikle bugünlerde buna çok ihtiyacımız var. Öyleyse Akif’in dediği “tevhid” ihmal edilmemelidir. Camilerimizde kardeşliğimizin dinamikleri şuuru üzerinde durulmalıdır. Medya da şüphesiz bu hususta sorumlu yayıncılık yapacaktır ve yapmalıdır. Zira fitne ve fitneciler her zaman vardır ve var olmaya devam edecektir. Onları önlemek de hepimizin görevidir. Şu iyi bilinmelidir ki, milletimizin fertleri arasında oluşturulmak istenen her türlü fitne-fesadın panzehiri Çanakkale’de ortaya konan Tevhid kardeşliği ruhu ve şuurudur. Zira bu topraklar “tevhid” ile yoğrulmuştur.