Makale

Bireyselleşme ve Kutsaldan Uzaklaşma

Bireyselleşme ve Kutsaldan Uzaklaşma

Dinin en önemli özelliklerinden biri kişiyi sosyalleştirmesi; yani topluma uyumlu bir birey hâline getirmesidir. Bireyselleşme ise çevresel baskılara olabildiğince direnmeyi ifade ettiğinden, bireyci bir kişi dinden/kutsaldan uzaklaşma eğilimi gösterecektir.

Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu
Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak.

Bireysellik ve bir bakıma zıddı veya daha doğrusu onu dengeleyecek bir kavram olarak sosyallik (kolektiflik), gündelik hayatımızda sürekli iç içe olduğumuz iki davranış eğilimi olarak tanımlanabilir. Gündelik hayatta bireysel yaşamak, grup/toplum baskısına karşı çıkmayı veya bu baskıdan asgari düzeyde etkilenmeyi ifade eder. Sosyal/kolektif yaşamak da tersinden grup/toplum baskısına boyun eğmeyi veya bu baskıyı azami derecede dikkate almayı dile getirir.
Kuşku yok ki insan yaratılışı itibariyle kendine özgü yanı olan ve onu diğer insanlardan (toplumdan) ayıran bir yöne de sahiptir; aynı zamanda doğduğu andan itibaren başkalarına muhtaç olan ve bu nedenle sosyalleşmeye de eğilimli olan bir varlıktır. Bu iki yönlü durum beşerî bilimsel kuramlara da yansımıştır. Örneğin sosyolojide kuramları en temelde “insan mı toplumun ürünüdür; yoksa toplum mu insanın ürünüdür?” temel varsayımına bağlı olarak iki kategoriye ayıranlar da vardır. Bu bağlamda sosyal davranış yoktur deyip psikolojizme kayan veya bireysellik mümkün değildir deyip sosyolojizme kayan görüşler mevcuttur.
Bu iki zıt görüşü, dünyanın imtihan dünyası olmasını sağlamak bakımından birbirini dengeleyen eğilimler olarak birleştirmek daha anlamlı görülebilir. İnsan, topluma muhtaç bir varlık olarak doğar ancak gittikçe kimseye muhtaç olmamak ister. Gün gelir ya dünyayı sırf çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek veya onu ıslah edip tüm insanları mutlu kılabilmek için bütün güçlere tek başına sahip olmayı arzulayabilir. “Keşke tek güçlü ben olsam da tüm dünyayı ıslah edip adaletli bir yapıya kavuşturabilsem.” şeklindeki bir temennide, bireysellikle toplumsallığın en anlamlı bileşimini görmek mümkündür. Tolstoy’un da değindiği üzere gerçek hiç de bu temenniye uygun değildir. İnsanlar sürekli birbirine muhtaçtır, hatta muhtaç yaratılmışlardır; yani başkasına muhtaç olmanın önüne geçilemez. Bundaki hikmeti Tolstoy “İnsan Ne ile Yaşar” adlı eserinde, ‘İnsanlar birbirlerine muhtaç kılındılar ki, birbirlerinin kıymetini daha iyi bilsinler ve bu nedenle kardeşçe yaşamayı başarabilsinler’ şeklinde dile getirir.
Günlük hayatta bireysellik, kendi ayakları üzerine durabilen, kendi kendine yeterli olabilen kişi anlamına da gelmektedir. Birey olabilmiş kişi ifadesi ile kendi kendine yapması gerekenleri başkasından beklemeyen; başkasına ve topluma gereksiz yere yük olmayan insan anlaşılmaktadır. “Veren el alan elden üstündür.” özdeyişi de bize böyle bir birey olmamızı tavsiye eder.
Çağımızda bireyselleşme ile daha çok aşırı özgürlükçü toplumların bireylerinin kişiliği ifade edilmek istenmektedir. Aşırı bireyci bir kişi, özgürlükleri kısıtlayan hemen her şeye karşı çıkma eğiliminde olacaktır. Örneğin dini, toplumun genelinin anladığı gibi değil de kendine özgü anlayıp yorumlayabilecektir. Dinî gruplardan değil, bireyci dindarlardan söz edilecektir. Bu tutum da dinin veya kutsalın en önemli özelliği olan cemaat vasfına zarar verecektir. İnananları bir çatı altında toplayan anlamına gelen camiler bireyci topluluklarda bu görevlerini çok cılız olarak ifa edebilirler. Bireysel yaşayan bir dindar namazı cemaatle kılmaya az önem verecektir.
Bireyselleşme, modernitenin ikilemlerinden biridir. Bu ikilemler; soyutlama, gelecek yönelimi, bireyselleşme, özgürlük ve dünyevileşme olarak ifade edilir. Bunların hemen hepsi aşırı özgür bir bireyci topluma götürür. Modernitenin tüm bu ikilemlerinin dine olumsuz etkileri bilinmektedir. Daha çok Batıya özgü bu husus zamanla Doğu ülkelerine de sirayet etmiştir ve hâlâ etmektedir. Tönnies’in ayırımıyla cemaatçi bir yapıdan cemiyetçi bir yapıya geçiş veya Durkheim’ın ifadesiyle mekanik toplumdan organik topluma geçiş ağır bedeller ödetmiştir.
Dinin en önemli özelliklerinden biri kişiyi sosyalleştirmesi; yani topluma uyumlu bir birey hâline getirmesidir. Bireyselleşme ise çevresel baskılara olabildiğince direnmeyi ifade ettiğinden, bireyci bir kişi dinden/kutsaldan uzaklaşma eğilimi gösterecektir. Bireyci bir kişi sadaka isteyene bir şey vermek yerine “Allah versin” demeyi tercih edebilir. Zira bireyselleşme dünyaya aşırı önem vermeyi de ifade eder. Dünyaya aşırı önem vermek demek, dine az önem atfetmek demektir. Hâlbuki din/kutsal, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için; yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışmayı önererek din-dünya dengesini gözetmektedir. Modernitenin dünyevileşme ikilemi ise dini esas almaz ve onun yerine aklı koyar. Dinin terbiyesinden yoksun salt bir akıl çıkarcıdır ve sadece görünen bu dünya için çalışmayı anlamlı bulur. Din, insanın çıkarına ve keyfine göre hareket etmesini sınırlarken, bireyci bir insan ise aşırı özgürlükten yana olacağı için böyle bir sınırlamaya rıza göstermeyecektir.
Modernitenin söz konusu olumsuz tesirleri günümüzde tersine dönmeye başlamıştır. Bunun nedeni aşırı bireyselleşme ve özgürlük talebinin sağlıklı toplumsal bir yapıya zarar verdiğinin daha iyi farkına varılmasıdır. Çünkü aşırı bireyselleşme ve özgürlük talepleri dinî canlılığı zayıflatmış ve bundan da toplumsal hayat zarar görmüştür. Dinsel çöküş beraberinde toplumsal çöküşü de getirdiğinden, bu durumu fark eden aileler, düşünürler ve yöneticiler çareler düşünmeye başlamışlardır. Toplum demek beraber yaşama sanatını öğrenmekse, sadece kendini düşünen bireylerden oluşan kalabalıklar sağlıklı toplumsal bir yapıya kavuşamazlar. Aşırı bireyselleşmiş gruplar grup vasfını kaybeder ve toplum çöker. Bu nedenle bir arada yaşamayı en iyi destekleyen bir kurum olarak dinin önemi günümüzde yeniden anlaşılmaya başlanmıştır.
Modernite ile başlayan dinî açıdan olumsuz tesirler günümüzde dinsel geri dönüşe dönüşmektedir. Zira bir Yaratıcı’ya inanma ihtiyacı ve dinin, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” şeklindeki ahlaki buyrukları olmadan huzurlu bir hayat kurmanın âdeta imkânsız olduğunu tarih sürekli telkin etmektedir. Soyutlama, gelecek yönelimi, bireyselleşme, özgürlük ve dünyevileşme gibi nitelikleri ile modernite âdeta tek rakibi olarak dini karşısına almış ve maddi açıdan huzurlu bir toplum inşa edeceğini vaat etmişti. Ancak hiç de öyle olamamıştır; işsizlikler, savaşlar, sömürüler artarak devam etmiştir. Modernite kendine olan güveni sarsınca postmodernite ortaya çıkmış ancak o da modernitenin açtığı yaraları tedavi edememiştir. Çünkü modernite tek gerçek benim derken, postmodernite de adeta gerçek sonsuzdur, diyordu. Bu anlamda postmodernite modernitenin bireyselleşme ikilemine dönüşüyordu. Bunların ikisi de insanın anlam arayışına yeterince cevap olamadı. Neticede modernite ile vicdanlara çekilen ama hiç değişmeyen bir hakikat olarak kutsal/din tekrar gündelik hayata daha canlı olarak dönmeye başladı. Zira insanın anlam arayışına; yani ben kimim, nereden geldim, ne için geldim, nereye döneceğim, niçin döneceğim gibi asli sorulara en doyurucu cevabı sadece kutsal/din verebilmiştir. İnsanın ben varım diyebilmesi için bu sorulara cevap bulması gerekir ve bu nedenle söz konusu sorulara varoluşsal sorular denmektedir. Çünkü insanı diğer canlılardan (içgüdüsel dünyadan) ayıran, bu soruları sorması ve onlara cevap aramasıdır. Cevap kaynağını ta Hz. Âdem’den beri bulmuştur: Din/Kutsal. İnsan o günden beri bu kaynakla olan irtibatının kuvveti nispetinde huzurlu bir dünya inşa edebilmiştir/edebilmektedir.