Makale

Ata Sporumuz Güreş

Ata Sporumuz
Güreş

Mustafa Bektaşoğlu

Çalışmanın yorgunluğunu ve hayatın tek düzeliğini unutturacak çözümler aramak, sosyal hayatın ihtiyaçlarındandır; oyun ve eğlence de bunun yollarından biridir. İslâm açısından oyun ve eğlence meselesine bakıldığında en başta söylenecek şey, oyun ve eğlencenin insanlık onur ve haysiyetini hiçe sayacak içerikten uzak olmasının gerekliliğidir.
Bu perspektiften baktığımızda, insanın eğlenme ve dinlenme ihtiyacının, temel inanç ve ibadet ilkelerine aykırı olmayacak bir biçimde düzenlenmesi esastır. Genel ölçülere uymak şartıyla, gerek amatör gerekse profesyonelce yapılmasında ve seyredilmesinde bir sakınca olmasa gerektir. Hatta, günümüzde spor yarışmalarının, ülkelerin tanıtımında bir vasıta hâline geldiği ve özellikle millî müsabakaların ülkede birlik ve bütünlüğü sağlamadaki katkıları düşünülürse, bunların özendirilmesi gerektiği söylenebilir.
Spor, insanların kendi becerilerini, zihin ve beden güçlerini başarıya dönüştürme arzusunun sonucu olan yarışma ve yarıştırmanın adıdır. Bedenî yarışmalarda gücünü kullanma, güç ve aklın başarıya dönüştürülmesi Türkler- de çok görülüyor olmalı ki, Avrupalıların "Türk gibi kuvvetli" sözü bir darb-ı mesel olarak söylenegelmiştir.
Günümüzde spor; sosyal, biyolojik, psikolojik ve sanatsal işlevi olan, kültürel ve ahlâkî bir olgu olarak görülmektedir. Diğer bir deyişle, insanın aklını ve vücudunu kullanarak rakibine, kendisine, tabiata, mesafeye ve zamana karşı, eşit kurallar içerisinde yaptığı bir mücadele şeklidir. Buradan da anlaşılacağı gibi, sporun temelinde mücadele ve rekabet unsuru vardır.
Toplumlar, coğrafî konumlarına, geleneklerine, kültür birikimlerine ve kültür özelliklerine göre farklı spor dallarına ağırlık vermektedir. Amerika’da Amerikan futbolu, Asya ülkelerinde Hokey, Japonya’da Judo, Güney Kore’de Taekwando ve Türklerde güreşe duyulan ilgi, diğer ülkelere göre daha çoktur.
Günümüzde bazı spor dallarının milletlerarası bir nitelik kazanmasına karşın, ülkemizde yapılan yağlı güreş, karakucak güreş, cirit gibi millî niteliği koruyan ve geleneksel olarak dünyanın belirli bölgelerinde yapılan sporlar da vardır. Millet olarak coşkuyla seyrettiğimiz ve bu sebeple kaleme aldığımız güreş, ata sporlarımızdan biridir. Güreş, tarihimizin her döneminde büyük şehirlerden en küçük köye kadar her yerde yapılagelmiştir.
Türk folklorunda güreşçilerin pîri "Allah ve Rasûlü’nün arslanı" lâkabıyla tanınan ve şehitlerin efendisi kabul edilen Hz. Hamza’dır. Selçuklular, Türk güreş geleneğini İran’da Fars ve İslâm kurallarıyla birleştirilerek yeni bir kimliğe büründürmüşlerdir. Farsça asıllı "pehlivan" kelimesi de muhtemelen o sıralarda Türk diline geçmiştir. Güreş sporuna yeni giren kuralların başında; Hz. Peygamber’e salâvat getirilmesi, dua okunması ve Hz. Hamza’nın adının anılması gelir.
XIX. yüzyıla kadar imparatorluk içinde millî bir gelenek ve eğlence olarak devam etmiş olan güreş, bu asırda imparatorluk sınırları dışına çıkmak imkânını buldu. Avrupa ve Amerika’da yapılan müsabakalarda pehlivanlarımız, bu spor dalındaki Türk üstünlüğünü dünyaya tanıttılar. Devrin ünlü pehlivanları; Koca Yusuf, Kurtdereli Mehmet, ilk dünya şampiyonu Kara Ahmet, 26 yıl Kırkpınar başpehlivanlığını kimseye bırakmayan Kel Aliço, büyük karakucak ustası Sicimoğlu Halil, Adalı Halil, Yörük Ali, Filiz Nurullah, yağlı güreş ustalarından Çolak Mü’min, Hergeleci İbrahim, saray güreşçisi Şamdancı Kara İbo, Katrancı Halil gibi büyük pehlivanlardır.
Serbest ve Greko-Romen stilindeki modern güreşler (minder güreşleri) Batı ülkelerinde XIX. yüzyılda şekillenmiştir. Alafranga denilen bu minder güreşleri Türkiye’ye XX. yüzyıl başlarında getirilmiştir.
Gerek ülkemizde gerekse diğer Türk devletlerinde güreş yapanlara pehlivan veya peh- levân denilmektedir. Esasında Farsça’dan dilimize geçen bu terim; yiğit, iri yarı ve güçlü kimse anlamına gelmektedir. Türklerde pehlivanlık, güç, yüreklilik, mertlik ve centilmenlik, güçlü bir yapı gibi nitelikler taşıdığından, toplum bu kişilere çok değer vermiştir. Güçlü olanlar ağır olurlar ki, kimseye boyun eğmezler ve küçük işlere tenezzül etmez, süflî işlerle uğraşmazlar.
Türk milleti erkeği, kadını ve çocuğuyla güreşi sever, güreşçiye saygı duyar ve pehlivanlara ayrıcalık tanır. Şüphesiz ki bu sevgi ve saygı, Türk’ün ruhundaki savaşçılık, kahramanlık duygularından ve sporu bu yönüyle görmesinden kaynaklanmaktadır. Güreşçiye (pehlivana) karşı duyduğu sevgi ve saygı da pehlivanların herkesten daha güçlü, kuvvetli, vücut yapısının, adalelerinin daha gelişmiş, görünüşünün sağlıklı görünmesinden, davranışının yiğitçe, karakterinin doğru ve mertçe oluşu, diline, eline, beline güvenilir olmasından ileri gelmektedir. Türk milleti tümüyle güreşçiyi böyle bilir ve böyle olmasını ister.
Güreş seyretmeye gelenler taraf tutmaz. Tam anlamıyla sportmence, yiğitçe hareketler görmek için gider. Güzel güreşen, hasımlarını çabucak yenen bir pehlivan, hangi köyden olursa olsun, seyirciden parsa toplarken daha çok bahşiş alır. "Aferin, Allah nazardan esirgesin..." gibi sözlerle gayrete getirilir, ödüllendirilir.
Erkek çocuklar köyün, kasabanın veya çevresinin ünlü pehlivanlarına özenir, onun gibi güçlü, adaleli, yakışıklı olmak amacını güder, onu hayalinde yaşatır. Bu özentiyle akranları arasında güreşerek bu spora başlamış olur.
İslâm kültüründe de güreşin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamber’in birer savaş sporu olarak atıcılık, binicilik, koşuculuk ve yüzmeyi teşvik ettiği gibi, bizzat kendisinin de güreştiği bilinmektedir. Dönemin ünlü pehlivanlarından Rükâne b. Abdüyezîd, İslâm dinini kabul etmek için Rasûl-i Ekrem’le güreşmiş, yapılan karşılaşmada Hz. Peygamber onu yenmiştir. (Ibn Hişam, Sîretü’n-Nebeviyye, Tahkikli ikinci baskı, h.1375, m. 1955, 1 -7/390-391 • fk,, bab: 24, hadis no: 4078; Tirmizi, Libas, bab: 42, hadis no: 1784) Rükâne de bunun üzerine veya başka bir rivayete göre daha sonra Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olmuştur.
Tarih boyunca Türkler, "karakucak, yağlı güreş, aba güreşi" adları altında güreşler yapmışlardır. Bunlardan tarihi çok eski olan ve kıran kırana yapılan karakucak güreşinde pehlivanlar, istedikleri yerden tutabilirler ve istedikleri oyunu uygulayabilirler. Galibiyet için iki omuzun yere değdirilmesi şarttır. Ayrıca rakip kucağa alınarak üç adım taşınır ve eller yere değecek şekilde arka üstü düşürülür veya kispeti fazlaca yırtılırsa yenilmiş sayılır.
Yağlı güreş, pehlivanların beli ve paçaları iple bağlı meşin kispet giyerek ve zeytin yağı ile yağlanarak tuttukları güreş türüdür. Yağlı güreşte galibiyet için iki omuzun yere değdirilme şartı yoktur. Sırtı yere değdirmek, rakibin kispetini yırtmak veya çıkarmak, ayakları yukarı kaldırıp çivi gibi tutmak, pes ettirmek, ayakları yerden keserek bedeni havada tutmak, meydanı terk ettirmek, açık düşürmek galibiyet için yeterlidir.
Panayır güreşlerinin en önemlisi, günümüzde Yunanistan sınırları içinde kalan Kırkpı- nar’da yapılırdı. Hâlen her yıl temmuz ayının ilk yarısında Edirne’nin Sarayiçi mevkiinde aynı adla düzenlenen güreşler eski geleneği devam ettirmektedir. Tarihi, Orhan Bey zamanına kadar giden Kırkpınar güreşleri, rivayete göre Şehzade Süleyman Paşa ile Rumeli’ye geçen kırk gazi yiğidin, o civarda güreşmesiyle başlamıştır. Kırkpınar güreşlerinin en önemli özelliği, "Kırkpınar ağası" denilen bir organizatör tarafından düzenlenmesidir.
Kırkpınar güreşleri, yağlı güreş tarzında ve bu türün kurallarına uygun olarak kıran kırana yapılır. Galip gelen başpehlivana altın kemer verilir ve üç yıl üst üste başpehlivanlığı elinde tutan kişi, üçüncü yılın sonunda altın kemerin sahibi olur.
Bu güreşlerin önemli görevlilerinden biri de cazgırlardır.
Cazgırlar genellikle eski pehlivanlar arasından çıkar. Yağlı güreşlerdeki tüm pehlivanları seyircilere tanıtır, onları güreşe başlatır. "Salâvatçı" da denilen cazgırlar, hakem heyetinin ya da kur’a ile eşleştirilen pehlivanların adlarını, sanlarını, güreş oyunlarındaki hünerlerini uygun mısra ve dualarla tanıtırlar. Bu dualardan şahsa özel olmayanlarından biri şöyledir:
"Hoşgeldiniz, safâ geldiniz erler meydanına / Şeref verdiniz zümrüt Kırkpınar’a / Besmele ile kispetleri çektiniz ince bele / Okudunuz üflediniz hazret-i pîre / Söğüt dalından odun olmaz/ Her ananın doğurduğundan pehlivan olmaz / Hey hey / Allah Allah illallah / Hayırlar gele inşallah / Pîrimiz Hamza pehlivan / Aslımız neslimiz pehlivan / iki yiğit çıkmış meydâne / Biri birinden merdâne / Biri here, biri kare / İkisinin de zoru pâre/ Alta geldim diye yerinme / Üste çıktım diye sevinme / Alta gelirsen apış / Üste çıkarsan yapış / Vur sarmayı kündeden at / Gönder Muhammed’e salâvat / Seğirttim gittim pınara / Allah ikinizin de işini onara!" (DİA, 14/317-320)
Güreş sporunu şu cümlelerle özetlemek istiyorum: Asya devletlerinde, padişahlar birbirlerine elçi gönderdikleri zaman, ünlü pehlivanlarını, atıcılarını veya çok güçlü kişilerin ancak kullanabilecekleri spor araçlarını da göndermeleri gelenekti. Böyle hareket etmekle, kendi milletinin ve ordusunun daha güçlü olduğunu kanıtlamak isterlerdi. Bu nedenle, pehlivanlık doğu ülkelerinde bir çeşit güçlülük sembolüydü. Bu inanç, Osmanlı devletinde yirminci yüzyılın başlarına kadar devam etti. Koca Yusuf ile Adalı Halil’in Avrupa ve Amerika’da, Kara Ahmed’in Paris, Viyana ve Rusya’da, "Bir Türk gibi kuvvetli" sözünü söyletmiş olmaları, hâlâ övüncümüz olmaktadır.