Makale

Evliya Çelebi (1611-1685)

Evliya Çelebi (1611-1685)

Prof. Dr. Musa Duman


Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde yer alan kendi ifadelerine göre, 10 Muharrem 1020 (25 Mart 1611)’de İstanbul’da, Unkapanı’nda, aslen Kütahyalı olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Evliya Çelebi Şeyhülislam Hâmid Efendi’nin medresesine devam etmeye başlamış, burada Ahfeş Efendi’den yedi yıl ders okumuştur. Diğer yandan Evliya Mehmet Efendi’den on bir sene ders alarak hafızlık yapmış, babasından da hattatlık, kuyumculuk gibi sanatla ilgili bilgiler öğrenmiştir. Bu sayede kuyumcu esnafı arasında da sayılan bir kimse olmuştur.
Kadir Gecesi’ni takip eden üç gece, Ayasofya Camii’nde kalabalık bir cemaatle ihya edilirdi. 1635 yılı Ramazanının Kadir Gecesi Evliya Çelebi için âdeta bir dönüm noktasıdır. O zamana kadar üstadı Evliya Mehmet Efendi’den hıfzı tamamlayıp seb’a kıraatini bitiren ve aşere kıraatine başlayan Evliya Çelebi, babasının zorlamasıyla caminin müezzin mahfilinde hatim okumaya başlar. Musikiye vâkıf, güzel sesli tanınmış bir genç olarak burada IV. Murad’ın dikkatini çekmiş, Silahtar Melek Ahmet Paşa’nın vasıtasıyla Sultan’ın huzuruna çıkarılmış ve Sultan’ın emri gereğince birkaç gün sonra saraya alınmıştır. Bundan sonra tahsiline Enderun’da devam etmiştir. Burada Mehmet Efendi’den yazı, Derviş Ömer Gülşenî’den musiki, Kiçi Mehmet Efendi’den nahiv ve kafiye dersleri almış, haftada belli günler saraya gelen Evliya Mehmet Efendi’den de tecvit okumuştur. Artık, kendi tabiriyle ‘yed-i tûlâ sahibi’ olmuş, yani her bilgi ve sanat dalında uzmanlaşmıştır. Güzel sesli, hoş sohbet, nükteci ve hazır cevap birisi olduğundan sarayda çok sevilmiş, padişahın da özel teveccühünü kazanmıştır:

“Hünkârımız hakîr ile ol kadar hüsn-i ülfet etmiş idi kim, sehel müte’ellim olsalar cümle musâhibân ‘Bre meded Evliyâ’yı getirin!’ deyüb bir gûne evzâ u etvâr ile huzurına varup, hakîri gördükde biemrillâh: ‘İşte def‘-i gam geldi’ deyü tebessüm ederdi.”

Evliya Çelebi IV. Murad’ın son zamanlarına kadar Enderun’da bulunmuş, Bağdat seferi öncesinde sipahi zümresine katılana kadar dört yıl sarayda kalmıştır.

Anlaşıldığına göre, çok sevdiği ailesinden ayrılmaya ve seyahatine âdeta bir icazetname olarak addedilebilecek, hicri 1040 senesinin Muharrem ayında Aşure gününün gecesinde (20 Ağustos 1630) gördüğü meşhur rüyasından önce de bir seyyah dikkatiyle dolaşmış, kendisini bunun için hazırlamıştır. Ancak o, içinde bitip tükenmek bilmeyen seyahat ve macera arzusunu 1630 Muharreminde, Aşure gününün gecesinde gördüğü o rüyaya bağlar. Yemiş iskelesi civarındaki Ahi Çelebi Camii’nde toplanmış olan büyük cemaatin içinde pek çok ulu zat ve ashab-ı kiramdan kimseler bulunmaktadır:

“Bir leyle-i mübarekde künc-i mihnet-hânemde hâb-âlûd iken bizzat Hazret-i Risâlet-penâhı rüya-yı sâlihimde görüp, dest-i şerîflerin bûs edüp “Şefâ‘at yâ Rasûlallâh!” diyecek mahalde “Seyâhat yâ Rasûlallâh!” dimişiz.”
Hazret-i Peygamber’in şefaat ve seyahat müjdesiyle duası ve arzusu kabul olur, aynı zamanda sahabenin önde gelenlerinden Sa’d ibni Vakkas da göreceği şeyleri yazmasını tembihler. Çok canlı ve akıcı bir tarzda anlattığı bu rüyayı Kasım Paşa Mevlevî şeyhi Abdullah Dede’ye tabir ettirir ve onun: “İbtida bizim İslâmbolcağızımızı tahrîr eyle” tavsiyesine uyarak yazmaya başlar:

İstanbul’u semt semt gezip dolaşan ve çeşitli meclislere, meyhanelere, kahvehanelere girip çıkarak bir taraftan seyahat zevkini tadan, bir taraftan da buralar hakkında bilgi toplayan Evliya Çelebi’nin İstanbul dışına ilk seyahati, birtakım dost ve arkadaş grubuyla ve babasından izinsiz olarak yaptığı bir aylık Bursa seyahatidir (1050/1640). Döndükten sonra babası birçok nasihatlerde bulunmuş ve ona bir seyahatname yazmasını tavsiye etmiştir. Böylece babasının iznini de alan Evliya Çelebi’nin gönlündeki seyahat arzusunu tatbik edecek her türlü ortamı kendisine hazırlamış olduğunu görüyoruz. Tahsilini tamamlayıp sipahi zümresine katıldıktan sonra, tanıdığı devlet ricalinin himayesiyle başlayan uzun seyahatler, arada birkaç senelik ikametlerle birlikte hayatının sonuna kadar sürmüştür.

Bütünüyle Osmanlı coğrafyasını çeşitli vesilelerle dolaşıp kaydettikten sonra, etraflıca anlattığı hac farizasını yerine getirmek üzere son yolculuğuna çıktı. Mekke’de kafileden ayrılıp Mısır hacılarıyla birlikte Süveyş yoluyla Mısır’a gitti.

Evliya Çelebi’nin ölüm yeri ve tarihi, nerede metfun bulunduğu konusunda elde kesin bir delil bulunmamaktadır. Seyahatleriyle anlattığı kişi ve olayların bilinen tarihlerinden hareketle onun 1095 (1685) yılında hayatta olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca Evliya Çelebi’nin İstanbul’a döndükten sonra öldüğü, kabrinin de aile mezarlığında (Meyyitzade mezarlığı) bulunduğu konusunda iddialar varsa da bu, kesin delile dayanmamaktadır.
Çocukluğundan beri her türlü sohbet meclislerinde bulunup birçok insanla tanışan, her gördüğünü sorup öğrenme mizacına sahip olan Evliya Çelebi, kitaplardan edindiği bilgilerini birçok bakımlardan yaşadığı hayat tecrübesiyle birleştirmiş, on ciltlik büyük eserini baştan sona kuru bilgi yığını görüntüsünden kurtararak bir devrin her bakımdan özelliklerini yansıtan muhteşem bir kültür hazinesi hâline getirmiştir.

Evliya Çelebi’nin etrafındaki varlıkları değerlendirirken ortaya koyduğu görüşler, ince zevk sahibi bir uzmanın yapacağı güzel ve çirkin ayrımının hassaslığını yansıtırlar. Dikkat edildiğinde beğendiği nesneleri nitelerken sıkça söylediği “nazîrin görmedim” cümlesinin rastgele olmadığı hemen anlaşılacaktır.

Gezip dolaştığı yerlerin ve kaynaklardan aktardığı tahmin edilen Avrupa ve Afrika memleketlerinin tarihinden coğrafyasına, insanlarından bitkilerine, hayvanlarına, yiyeceklerine, giyeceklerine, örf ve âdetlerine, menkıbelerine, zaman zaman bizzat yöre halkının dilinden naklettiği mahallî bilgilere kadar hemen her şeyi sade ve başarılı bir üslûpla telif ettiği eseri Seyahatname başlı başına bir kültür hazinesidir.

Evliya Çelebi gezip gördüğü yerleri belli bir sistem içinde anlatır. Bazen menkıbevî bir özellik kazanan tarih bilgileri, coğrafi özellikler, evler, hanlar, hamamlar, o yörede yetişmiş şairler, hocalar, ilim erbabı, önemli kimseler, sebzeler, meyveler, müşahede ettiği olaylar, latifeler... Eser boyunca mümkün olduğu yerlerde kullanılmış gözüken bu şablonun, yer yer tekrara düşülmesine ve karışıklıklara sebep olduğu söylenebilir. Gezip gördüğü yerin tarihini, insanlarını, yetiştirdiği ürünleri, sosyal ve etnik yapısını, âdetlerini verirken, gördüğü veya dinlediği olağanüstü olayları ya bizzat gördüğünü söyleyerek veya anlatanların ağzından “...dirler ammâ görmedim, acâyib rivâyetdir”, “...manzûrumuz değildir” gibi ifadelerle aktarmaktadır. Bunları dikkate almadan, başkalarından naklettiği inanılması güç olaylar veya mübalağalı anlatımlar bazılarınca Evliya Çelebi’nin kendi sözleriymiş gibi anlaşılmış, bu durum eserin ve müellifin güvenilirliğini azaltan önemli etkenlerden birisi olmuştur. Evliya Çelebi’nin ilk akla gelen ve herkesçe bilinen, Erzurum’un soğuğunu ifade etmek için anlatılan “damdan dama atlarken donan kedi” hikâyesini bu hususa açıklık getirecek özellikte bulduğumuz için nakletmek istiyoruz:

“...böyle şitâsı şedîd olur. Hattâ efvâh-ı nâsda darbımeseldir kim bir dervîşe ‘Kandan gelirsin?’ dirler, ‘Berf rahmetinden gelirim’ dir. ‘Ol ne diyârdır?’ dirler, ‘Sovukdan ere zulûm olan Erzurumdır’ dir. ‘Anda yaz geldiğine rast geldin mi?’ dirler, dervîş eydür: ‘Vallâhi on bir ay yiğirmi tokuz gün sâkin oldum, cümle halkı yaz gelir dirler ammâ görmedim’ dir. Hattâ bir kerre bir kedi bir damdan bir dama per-tâb iderken mu‘allakda donup kalır. Sekiz aydan nevrûz-ı harzemşâhî geldikde mezkûr kedinin donu çözülüp ‘mırnav’ diyüp yire düşer. Meşhûr latîfe-i darbımeseldir. Ammâ hakîkatü’l-hâl bir adamın eli yaş iken bir demir pâresine yapışsa derhâl müncemid olup elinden demir ve demirden eli kopmak ihtimâli yokdur. Ahenden elin bin âh-ı serd ile halâs iderse eli ayasının sehel derisi âh ile âhende kalır. Bu şiddet-i şitâyı diyâr-ı Azakda ve deşt-i Kıpçakda erba‘în ve zemherîr geçirdik, böyle keskin kış görmedik.”

Görüldüğü gibi olay Evliya Çelebi’nin şahit olduğu bir hadise değil, Erzurum soğuğunun şiddetini anlatmak üzere yörede ‘darbımesel’ olarak anlatılan bir söylentinin nakledilmesinden ibarettir. Böyle özellikte olağanüstülüklerin birçoğu benzer şekilde Evliya Çelebi’nin hanesine yazılmış, onun mübalağalı anlatımına örnek kabul edilmiş gözükmektedir.

Eserin ilk dikkat çeken yönü muhtevası olduğundan başlangıçta Seyahatname’nin tarih çalışmalarına kaynaklık etmiş olduğu ya da Evliya Çelebi’nin verdiği tarihî bilgilerin doğruluğunun değerlendirildiği, dil, edebiyat, efsane vb. yönlerden değerlendirilmesinin ise daha sonraları yapıldığı görülür. Olayların nakledilmesinde kullandığı kısmen mübalağalı anlatıma ek olarak bir de zaman zaman yöre sakinlerinin ağzından aktardığı ilgi çekici (bazen imkânsız gibi görülen) olaylar, kerametler, sihirbazlıklar, büyüler, efsaneler, yer yer şahıs ve yer adlarının açıklamasını yapmak için sık sık baş vurduğu halk etimolojileri, okuyucuların nazarında verilen bilgilerin güvenilirliğini zedelemiş, o yüzden eser başlangıçta bazı bilim adamlarınca güvenilir bir kaynak olarak dikkate alınmamıştır. Bununla birlikte, başlangıçta genel anlamda seyyahımızı tanıtan ve eserine dikkat çeken yayınlardan sonra yapılan çalışmalar göstermiştir ki etnik gruplarıyla, toplum âdetleriyle, yaşayışıyla, resmî tarih kayıtlarına girmeyen önemli ayrıntı bilgileriyle Seyahatname özellikle 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının sosyal ve kültürel hayatını bir şahit gözüyle bize aktaran en önemli kaynak özelliği taşımaktadır.

Değişik boyutlarda çok sayıda yayın yapılmış olmasına rağmen, on eserin henüz bilimsel bir neşri yapılmış değildir. Son yıllarda, Seyahatname, Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman ve Robert Dankoff tarafından orijinal nüshaya dayalı olarak neşredilmiştir. Bu yayın Seyit Ali Kahraman tarafından sadeleştirilerek ilk 8 cildi ayrıca yayımlanmış durumdadır. Bu nüshayı esas alarak Musa Duman, Yusuf Çetindağ gibi isimler de Seyahatnameden seçmeler hazırlayıp yayımlamışlardır.

Eserin dili ve üslubu Evliya Çelebi’nin kendi dili, konuşturduğu kimselerin konuşma örnekleri, kendine mal ederek yaptığı alıntılar ve manzum parçalar olmak üzere kısmen çeşitlilik gösterir. Evliya Çelebi’nin dilinden çok, anlattığı olaylar ve bu olayları anlatış tarzı, yani üslûbu sadedir. Bu üslup, asrının kültür çevresinde görülen tantanalı anlatımdan uzak, zevkli ve akıcı, okuyucuyu olayların ve nesnelerin dünyasına çeken canlı bir üsluptur. Evliya Çelebi bunu sık sık “lehçe-i mahsusamız üzre...” tanımlamasıyla bizlerin dikkatine sunmaktadır.

Seyahatname XVII. yüzyıl genel Türkçesi için olduğu kadar bu devir Anadolu ağızları için de önemli bir kaynak özelliği taşımaktadır. Hatta sadece Anadolu ağızları değil, başka bölgelerdeki (Tatar, Kazak vb.) Türk boylarının dillerinden de örnekler vermektedir. Sistemli bir şekilde bize ağız malzemesi veren ilk kaynak herhâlde Seyahatname olmalıdır. Evliya Çelebi’nin eseri, 17. Yüzyılda bütünüyle Osmanlı coğrafyasını da aşan bir genişlikte, pek çok milletin kültürel birikimini aksettiren bir dünya kültür hazinesi özelliği taşımaktadır.