Makale

İSLAM’DA AİLENİN ÖNEMİ VE ÇÖZÜLME SEBEPLERİ

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Cumhuriyet Üniversitesi ilahiyat Fakültesi

İSLAM’DA AİLENİN ÖNEMİ
VE ÇÖZÜLME SEBEPLERİ

Toplumun çekirdeğini aile oluşturur. Bir toplumun geleceğini tahmin etmek ’değerler’ açısından aile yapısına bakmakla mümkündür. Değerler; kültür ve topluma anlam veren ölçütlerdir. Toplumun geneli ortak değerler üzerinde uzlaşır. Çünkü değerler, toplum fertleri tarafından paylaşılır, ciddiye alınır. Zira değerler, sosyal ihtiyaçların karşılanmasında fert ve topluma motivasyon işlevi kazandırır. Değerler, coşkularla birlikte bulunur; kişiler yüce değerler için özveride bulunur; savaşır ve hatta ölürler. (Fichter, Joseph, Sosyoloji Nedir?, çev. N. Çelebi, Konya, ts., s. 143)
Burada sözü edilen değerler, kaynağı aşkın olan bir güce dayanır ki, biz buna ’manevî değerler’ adını veriyoruz. Toplumumuzun %90’ı Müslüman olduğuna göre, bizde en üst kimlik din olup, yegâne değer ölçümüz de İslâmiyet’tir.
Sosyolojide aile, en az iki yetişkin insandan ve çocuklardan meydana gelen kurumlaşmış biyolojik bir topluluk olarak tanımlanır. Buna çekirdek aile de denir. Geniş aile ise, anne-baba, çocuklar, dede ve nineden müteşekkil bir grup olarak tanımlanır ki, bu bizim geleneksel aile yapımızla örtüşür. Dikkat edilirse geniş ailenin bu tanımında en az iki-üç kuşak bir arada yaşayabilmektedir. Geniş aile yapımızın oluşumunda en belirleyici unsur, varlık sebebimiz olan ebeveyne karşı sorumluluklarımızın anlatıldığı şu ayettir:
"Rabbin O’ndan başkasına kulluk etmemenizi, anne-babaya iyilikle muamele etmenizi emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa onlara ’öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle." (Isra, 23)
Bu ayetten anladığımız kadarıyla, anne-babalarımız bizimle birlikte yaşayarak gözlerini hayata yumacaklardır. Geleneksel toplumlarda çocuk doğar doğmaz böylesi geniş bir aile içinde dünyaya gözlerini açar. Bu tip aile yapıları, ferdin doya doya mensûbiyet duygusunu içselleştirdiği ve sosyalizasyon sürecine katıldığı bir ortamdır. Genç kuşak, birinci ve ikinci neslin hayat tecrübelerinden istifade eder; burada sosyal, dinî, kültürel ve İktisadî alanda bir dayanışma ve değerlerin aktarımı vardır. Bireyin ruhsal gelişimi bu tip aile yapılarında daha sağlıklı ve dengeli bir seyir izler. Böyle bir gelenekle beslenen milletlerin geleceği aydınlıktır. Konumuzla bağlantılı olduğu için yeri gelmişken bir anekdot aktarmak istiyorum. Japonyalı ünlü Toyota Otomotiv firması sahibi Eji Toyoda’nın eşi Bayan Toyoda ile yapılan mülâkattan bir bölüm şöyledir:
Soru: Japonya’da savaş yıllarından sonra sanayi devriminin gerçekleşmesinde kadının rolü ne olmuştur?
Cevap: Sanayi devriminin gerçekleşmesinde hiç kuşkusuz kadının payı büyüktür. Belki o, aynı fabrikada, aynı iş yerinde, aynı atölyede erkeklerle beraber çalışmadı. Ama Japon kadını, iş hayatında erkeklerin iş gücünü artırmada huzurlu bir aile ortamı geliştirerek onlara yardımcı oldu. Dahası Japon kadını, ülkesinin kalkınmasını sürdürecek, kendi değer yargılarıyla harmanlanan genç nesillerin eğitimine büyük önem verdi. Onlar, aile kavramını ve ailenin kutsallığını önde tuttu. (Milliyet Gazetesi, 13 Mayıs 1990) Pedagoji uzmanlarınca da bilinmektedir ki, anne şefkat ve sevgisinden mahrum olarak yetişen çocukların karakteri üzerinde olumsuzluklar ve kişilik bozulmaları meydana gelmektedir. Bayan Toyoda’nın da anlattıkları buna işaret etmektedir.
Aydınlanma düşüncesiyle birlikte kutsalı dışlamayı beraberinde getiren bir zihniyette aile kavramı da yara almıştır. Bunun en canlı örneği, Batı toplumlarındaki durumdur. Özellikle günümüzün Batı toplumlarında kiliselerin olağanüstü çabalarına rağmen, aile yapılarındaki yozlaşma gitgide kan kaybetmektedir. Zaten, aile bağları ve aile kavramı yaşadığı sürece devrim güçsüz kalacaktır, görüşünü yaşam tarzı hâline getiren Marksist toplumlarda aile yapısından bahsetmeye hiç gerek yoktur. Nitekim buna kanıt olarak eski SSCB başkanı Mihail Gorbaçov’un komünizme yönelik ilk eleştirisinde, aile kurumunu bozduğunu ve çocukları anne sevgisinden mahrum ettiğini söylemesi, örnek olarak yeter ve artar bile. Özellikle modern Batı toplumlarında modernleşme her türlü aidiyet noktalarını yok ettiği için bireyciliği öne çıkardı. 18 yaşına basan gençlerin özgürlük adına "kendin kazan, kendin ye!" felsefesiyle sokağa bırakılması, gençlerin daha hayatlarının baharında hayatın acımasızlığı karşısında direnme ve ayakta durma güçlerini yok etti. Yalnızlaşmayı beraberinde getiren materyalist yaşam tarzı, gençleri korkunç yıkımların kollarına attı. Bunun sonucu olarak her türlü alkolizm ve uyuşturucunun kucağına düşen genç dimağlar şiddet yanlısı, tüm geleneksel değer yargılarına karşı savaşan bir ruhla donandı, işte Batı, bunun acısını ve ızdırabını çekiyor. Çünkü Batı toplumlarında modernite, fertte her türlü mensûbiyet/aidiyet duygusunu yok etmekle kalmadı, aile hayatına da büyük darbe indirdi. Bugün Batı toplumunda aile kurumunun varolup-olmadığı pekâla sorgulanabilir. Her türlü aşkın değer yargılarından soyutlanmış olarak yetişen gençler, evliliği, aile yuvası kurmayı düşünmüyor. Evliliğe bir ibadet olarak değil, biyolojik ihtiyaçların karşılandığı geçici bir birliktelik olarak bakıyor. Dolayısıyla, çocuk yapmayı da düşünmüyor.
İslam’da aile yapısı kutsaldır. Aile yapımız bu kutsallığını, en yüce değer kaynağı olan Kur’an ve sahih sünnetten alır. Geçen yüzyılın başlarından itibaren mantıkçı pozitivist anlayış ve düşünce biçimlerinin kültür ve düşünce dünyamızı etkilemeye başlamasıyla birlikte, aile hayatımızı da etkilemiş, bu sebeple aile yapımızda sarsılmalar baş göstermeye başlamıştır. Özellikle küresel ölçekte kitle haberleşme araçlarının artmasıyla birlikte, gelenek, ahlâk ve öz kültürümüzü dikkate almadan yapılan yerli dizi ve filmlere ek olarak bazı yabancı yayınların tabiri caizse, filtresiz olarak toplumumuza sunumu, aile yapımız üzerinde büyük tahribatlara yol açıyor. Bunun en belirgin örneği, son yıllarda ve özellikle büyük kentlerde komünal yaşam biçimlerinin yaygınlık kazanmaya başlaması ve boşanma davalarının artmış olmasıdır. Boşanmaların başlıca sebebi olarak; işsizliğin artması, mahremiyet sınırlarına tecavüz, televizyonda oynatılan yabancı dizilerin etkisi, sanat ve edebiyat yoluyla müstehcenliğin özendirilmesi, eşlerin birbirlerini aldatması, reklam endüstrisi sayesinde tüketim arzu ve çılgınlığının körüklenmesi gibi faktörler sayılabilir. (Bkz. Boşanma istatistikleri, 1979, Başbakanlık DİE Yayını, No: 939, Ankara, 1981, s. 1)
Manevî değer yargılarının askıya alındığı bütün toplumlarda, ailenin iki temel direği olan anne ve babaya karşı saygı ve sevgi bağları yok olacaktır. Böyle bir vasatta, anne ve baba çocuklarına yabancılaşır; çocuklar da anne ve babalarına yabancılaşır. Halbuki İslâm inancında yaşam tarzı böyle midir? Elbette hayır. İslâmî düşünceye göre kişinin cenneti ve cehennemi anne ve babasıdır. Müslüman kültüründe, -anne ve baba ister Müslüman olsun, isterse olmasın- Müslüman bir evlâda düşen görev, anne ve babası ile asla beşerî ilişkileri kesmeden maddî plânda gücü nispetinde onların bütün ihtiyaçlarını karşılamaktır. Çünkü Müslüman kültüründe kollektif ahlâk anlayışı, çocukların anne ve babalarına müteşekkir ve saygılı olmalarını zorunlu kılar. Her şeyin ötesinde bu zorunluluk sadece Kur’an’da emredilen bir emir ve tavsiye olarak kalmamış, uygulamaya hizmet edecek boyutta ayrıntıları fıkıh ve hadis kitaplarında anne ve babanın hak ve yetkileri şeklinde detaylı bir şekilde işlenmiştir.
Geleneksel aile yapımızın değişmesinde modernleşme çabalarının büyük payı olduğu söylenebilir. Bunda kentleşme ve sanayileşme gibi olguların da payı vardır. Bir örnek vermek gerekirse, 1930’lu yıllarda Türkiye’de nüfusun %70’i kırsal kesimde, %30’u şehirlerde yaşıyordu. Aynı zamanda o yıllar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin de milâdı olarak düşünülebilir. Türkiye’deki kırdan kente göçteki hareketliliğin başlıca sebepleri arasında sosyal ve İktisadî şartlar sayılabilir. Kırsal kesim insanımız büyük oranda doğup büyüdükleri köylerinden, kasabalarından kentlerin varoşlarına taşındı. Elbette kent hayatının ağır ekonomik ve sosyal şartları geniş aile yapımızı olumsuz yönde etkiledi, insanımız, ortalama seksen-doksan metrekarelik konutlarda yaşamak zorunda kaldı. Çünkü modern kent hayatı, çekirdek aile hayatından oluşmaktadır. Ailede evlilik çağına gelen gençler mecburen mekân darlığı nedeniyle aile yapısından koparak başka mekânlara taşınmak zorunda kaldı. Böylece manevî değerlerimizle bütünleşmiş geleneğimizin canlı ve coşkulu bir şekilde yaşandığı ata ocağından ayrılarak, yetişkin kuşağın tecrübelerinden de istifade etme imkânını kaybeden bu insanlar, hızlı bir şekilde kırdan kente taşıdıkları geleneklerinden de kopmaya başladılar. Modern yaşamla yüzleşen bu insanlarda aidiyet duygularının zayıflamasıyla birlikte akraba ilişkilerinde de bir kopma meydana geldi. Çünkü yaşanılan mekânlar, neredeyse misafiri ağırlayabilecek imkânları da zorlaştırdı. Evlerin bile küçüldüğü böyle bir dünyada acaba kim anne ve babasını tek bir çatı altında birlikte barındırabilecekti? Böylesi bir toplumsal değişimden sonra aynen Batı’da olduğu gibi tek bir çıkar yol vardır. "Huzurevi" denilen mekânlarda anne ve babayı zorunlu ikamete tabi tutmak. Bunlar çağdaş toplum anlayışlarının dayattığı sıkıntılardır.
Yaşadığımız dünyada tüm modern paradigmalar altüst olmaktadır.
Dini hayattan kopuk olan sosyal kurumlar bile, kendi gerçekliğini ispat edemez bir hale gelmiştir. Örneğin, bugün Ba- tı’da çocukları tarafından terke- dilerek huzurev- lerinde zorunlu ikamete maruz bırakılan anne ve babalar eğer varlıklı ke- simlerdenseler, haftanın belli gün ve saatlerinde kendileriyle sohbet edecek paralı göstermelik insanlar tutuyorlar. Amaç, belli bir süre içine düştükleri yalnızlık psikolojisinden kurtulmak. Bizde de son zamanlarda buna benzer manzaraların meydana gelmeye başlamış olması, bir Müslüman olarak tüylerimizi diken diken ediyor.
Modern toplumlarda aile niye bu hale geldi? İnsanlar, Kur’an’ın ifadesiyle "ihtiyarlayınca", tam bir bakıma ve korunmaya muhtaç oldukları sırada kendileriyle konuşacak, dertlerini, hüzün ve sevinçlerini paylaşacak bir insan bile bulamıyorlar. Bunlar da bir zamanlar gençti, güzeldi, parası vardı, şöhreti parlamıştı, makamı, mevkisi vardı. Bu sebeple çevresinde dolaşan birtakım insanlar menfaate, çıkara, iki yüzlülüğe dayalı da olsa, sahte dostluklar, arkadaşlıklar kuruyordu. Ya şimdi! Yaşlanıldı, fizikî yapı çöktü, güzellik soldu, şöhretler bitti, yıldızlar söndü, artık çevresinde dolaşan manevî değerlerden uzak insanlar çıkarları bittiği için uzaklaştılar. Tam bir dışlanmışlık ve terkedilmişlik psikolojisi yaşayan bu insanlar, hayatlarının sonunda ayakta durabilmek için ya ücret karşılığında kendileriyle konuşacak psikologlar tutacak ya da hayvanlar derneğinin en aktif üyesi olarak, aslan besleyecek, kaplan besleyecek... Elbette bunlar kötü değil. İnsanın hayatını güzelleştirme çabalarının bir ürünü. İşte manevî değerlerle donanmanın kıymeti burada ortaya çıkıyor, inançtan yoksun bir hayat, dahası çıkar ilişkilerine ayarlı bir hayat, toplum içinde yalnızlaşmayı, çürümeyi ve bunalımı artırır. Bu terkedilmişlik psikolojisi, toplum bireylerini değişik tatmin yollarına sürükler. Bunlar ardı arkası kesilmeyen intiharlar, alkol ve uyuşturucu madde kullanma bağımlılığı, saldırgan anti sosyal gruplar üretme, yağmalama, vandalizm, cinsel sapıklık, soygun, cinayet, şiddet gibi değişik felâketleri beraberinde getirir. Bugün ABD ve Batı kentlerinde gece sokağa çıkmak, hatta gündüz bile bazı mahalle ve sokaklara girmek mümkün değildir. Buralarda can ve mal güvenliği her an tehdit altındadır. Bütün bu açmazların temelinde insan doğasına aykırı, materyalist anlayış ve zihniyetlere sarılma yatmaktadır. Kurtuluş, ancak insanın vahyin sesine kulak vererek aydınlanmasıyla, kısaca, hayatı anlamlandırmakla gerçekleşecektir. Netice olarak, modernitenin acımasız saldırıları karşısında Müslüman aile yapımızı korumak ve kollamak, varoluş köklerimize yeniden dönmekle sağlanabilir.