Makale

Utanmazsan Dilediğini Yap

Dr. Yaşar Yiğit
Din işleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Utanmazsan
Dilediğini Yap

Kavram olarak hayâ
Makalemizin başlığı, hemen her sözünde bizim için hayat, erdem ve rahmet bulunan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in anlam yüklü sözlerindendir. "Utanmazsan ya da yaptığında utanmayacaksan dilediğini yap" (Buharî, Edeb, 78; Enbiya, 54; Ebu Davud, Edeb, 6) şeklinde anlamlan- dırabileceğimiz bu özlü söz, insana özgü duygulardan birisi olan hayâ ya da utanmanın insanı kötülüklerden alıkoymada ne denli güçlü bir duygu olduğunu dile getirmektedir.
Sözlükte, utanma, çekinme, âr, namus, Allah korkusuyla günahtan kaçınma gibi anlamlara gelen (Sami, Şemsettin, Kâmûsu Türkî, I, 194; Deve- lioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 411) hayâ kelimesi, bir ahlâk terimi olarak, nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi, (Cürcânî, Şerif et-Ta’rîfât, s. 94) kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı kişinin yüzünü kızartan sıkıntı hali (Kadı lyâz, eş-Şifâ, I, 118. Beyrut, tarihsiz, I, 118) gibi farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Türkçe’de hayâ, insanı her türlü çirkinlikten uzak durmaya yönelten duygu ve bunu yansıtan tutumu ifade etmektedir. Arap dilinde, "yerme", "kınama" ve "onur kırıcı tutum ve davranış" anlamlarına gelen "âr" kelimesi de Türkçe genel olarak "hayâ" ile eş anlamlı kullanılmaktadır. (Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 411)
Hayâ kelimesi türevleri ile birlikte Kur’an-ı Kerim’de üç ayette geçmektedir. Kasas sûresinde, Hz. Şuayb’ın kızlarından birinin Hz. Musa ile utanarak konuştuğu, (Kasas, 25) Ahzâb sûresinde de bazı Müslümanların Hz. Peygamber’i uygun olmayan zamanlarda rahatsız ettikleri, fakat Peygamberimizin, hayâsından dolayı bu rahatsızlığı açığa vurmadığı, ancak Allah’ın gerçeği bildirmekten hayâ etmeyeceği belirtilmektedir. (Ahzâb, 53) Başka bir ayette ise, müşriklerin Kur’an’da arı, karınca, sinek gibi küçük varlıkların örnekiendirilmesinin fesahatle bağdaşmayacağı yönündeki iddialarına karşı; "Şüphesiz Allah bir sivrisineği, hatta ondan daha küçük/zayıf bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez..." (Bakara, 26) ayetiyle cevap verilmektedir. Bu ayetler ekseninde düşünüldüğünde, Kur’an’da hayâ kavramının; iffet ve terbiye gereği utanma ve sıkılma gibi anlamlarının yanı sıra, çekinme anlamında da kullanıldığı görülür.
İslam ahlâk bilginleri, kelimenin çeşitli kullanımlarını da dikkate alarak hayâyı çeşitli kategorilere ayırmışlardır. Örneğin seçkin İslâm bilginlerinden Mâverdî, hayâyı, a) Allah’a karşı hayâ, b) insanlara karşı hayâ c) Kişinin kendine karşı hayâsı olmak üzere üç kısımda ele almakta ve bunları şu şekilde açıklamaktadır: Allah’a karşı hayâ, O’nun emir ve yasaklarına uymakla, insanlara karşı hayâ, onlara eziyet etmemek ve yanlarında çirkin işler yapmaktan ve çirkin sözler söylemekten kaçınmakla olur. Kişinin kendine karşı hayâsı ise, edepli olması demektir. (Mâverdî, Edebü’d-Dünya ve’d-Dîn, s. 392-393; Altuntaş, Halil, "Toplumun Manevî Savunma Sistemi Hayâ Duygusu" Diyanet Aylık Dergi, s. 39, Temmuz 2002, sy.1 39)
Hayâ, fıtrat gereğidir Hayâ duygusu, doğuştan insanlarda var olan ve onu diğer canlılardan ayıran en belirgin bir olgudur. İlk insan ve eşinin Yüce Yaradan’ın emrine muhalefet (zelle) neticesinde karşı karşıya kaldıkları müeyyideler sürecinde de hayâ söz konusu olmuş köklü bir duygudur, insanlığın atasının hayatından bir kesiti teşkil eden bu sahne, Yüce Kitabımız Kur’an’da şu şekilde dile getirilmektedir: " Bunun üzerine onlar (Adem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar.
Adem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı. " (Tâ- Ha, 121) Bu ayette bir yönüyle de insanın sahip olduğu hayâ duygusuna işaret edilmiştir.. O günden bugüne dek en ilkel toplumlarda dahi insanlar, gerek Allah’a gerekse toplumun diğer bireylerine karşı bazı tutum ve davranışlardan hayâ duygusu gereği uzak dururlar. Bu yönüyle edep ve hayâ, özelde İlâhî dinlerin, genelde ise insanlığın ortak değer ve kabullerindendir.
"Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma/sorumluluk bilinci) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler),
Allah’ın rahmetinin alâmetlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik)." (Araf,
26) ayetinde yer alan "Libâsu’t-takvâ-Takva elbisesi..." ifadesi, hemen bütün müfessirlerce insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun ruhunu bezeyip ahlâkını koruyan hayâ şeklinde yorumlanmıştır. Ayetle ilgili bu yorum ekseninde düşünüldüğünde, hayânın Allah’ın rahmetinin belirtisi olarak nitelendirilmesi, onun ne derece önemli bir duygu olduğunu vurgulaması açısından dikkat çekicidir.
Hayâ, imandandır
Resûlullah (s.a.s.), hayâ ile iman arasında önemli bir ilişkinin bulunduğuna dikkat çekmiş ve hayâyı bir mümin için olmazsa olmaz kabul edilen imanın bir şubesi olarak nitelendirmiştir.
"iman yetmiş/altmış küsur şubedir. En üst derecesi "lâ ilâhe illallah" demek, en alt derecesi de geçenlere zarar verecek şeyleri yoldan gidermektir. Hayâ da imandan bir şubedir" (Müslim, iman, 58, I, 63) hadisi, bu ilişkinin anlamlı bir ifadesidir. Aslında bu hadis müminlerin samimi bir niyetle icra ettiği eyleminin imanla ilişkisine de işaret etmektedir. İslâm dünyasında yaygın anlayışa göre, amel/fiil/eylem, imanın bir parçası değildir. Dinin hükümlerini kabullendiği halde (imân), hükümlere aykırı eylemlerde bulunan Müslüman fâsık (günahkâr) olarak nitelendirilir. Başka bir ifadeyle İslam’ı inkâr eden kimse dinden çıkar. Buna karşılık, inandığı halde dinin emir ve yasaklarını ihmal eden kişi, günahkâr mümindir. Bu bağlamda, hayâsız bir kişinin imansız olduğunu iddia etmek isabetli değildir. Şu kadar var ki, bu tür ifadeleri içeren hadisler, genelde bu konumdaki kişilerin "olgun bir mümin" olmadıkları ya da olamayacakları şeklinde yorumlanmaktadır. Kardeşinin hayâ anlayışını aşırı bulan ve ona böyle davranmaması gerektiği konusunda öğüt veren bir sa- habîyi Hz. Peygamber (s.a.s.); "Ona dokunma. Çünkü hayâ imandandır." (Buhari, iman, 16, I, 11; Müslim, İman, 12, I, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 56) sözüyle uyararak, hayânın imanla olan ilişkisine dikkat çekmiştir. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.); "Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayadır" (Malik, Hüsnü’l- Huluk, 2, il, 905) hadisiyle İslâm’da belki de en önemli yere sahip ahlâkla hayânın ilgisini dile getirmiştir,
Hayâ, eylemlerimizde bir süzgeçtir
İnsan; sağ duyusu, inancı ve hayâ duygusu ile nefis ve şeytanın kötü telkinleri arasında mücadele hâlindedir. Allah inancı sağlam ve hayâ duygusunu yitirmeyen insan, iyilik ve güzelliklere yönelir, kötülük ve haramlardan uzak durur. Buna karşılık iman ve inancı zayıf, hayâ perdesi yırtılmış ya da aşınmış, nefsine ve şeytana yenik düşmüş insan, kötülük ve haramları kolayca işleyebilir. Bu konumdaki insanlardan bazısı, ne Allah’tan ne de insanlardan çekinir. Onun kapısı, kötülüklere ve günahlara açılmaya daima elverişlidir. Hz. Peygamberin, "utanmadıktan sonra dilediğini yap sözü, insanların ilk peygamberden itibaren işittiği sözlerdendir" (Buhari, Edeb, 78, VII, 100; Ebu Davud, Edeb, 6. V,148- 149) buyruğu, hayâ duygusunu yitirmiş kişilerin kötülükleri kolayca yapabileceğine işaret etmenin yanı sıra, edep ve hayânın İlâhî dinlerin ortak kabullerinden biri olduğunu göstermektedir.
Hayânın, "Toplumun Manevî Savunma Sistemi" olarak değerlendirilmesi anlamlıdır. (Doç. Dr. Halil Altuntaş’ın Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2002, 1 39. sayısında yer alan "Toplumun Manevi Savunma Sistemi Hayâ Duygusu" isimli makalesi bu konuda güzel bir örnek teşkil etmektedir.) Hz. Peygamberin, "Hayâ ancak hayır getirir" (Buhari, Edeb, 77, Vll, 100; Müslim, İman, 60. I, 64), "Hayânın hepsi hayırdır" (Müslim, iman, 61, l, 64; Ahmed, IV, 445) buyurması ise hayânın iyilik ve hayra sevk etmenin yanı sıra, başlı başına bir hayır olduğunu göstermektedir.
Gerçek mümin, Allah’tan hayâ eder
Hayâ ile iman, hayâ ile eylem arasında var olan ilişkiler, temelde insanın Allah’tan hayâ etmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Hayâ duygusunun esası, kısaca Allah’tan hayâ etmektir denebilir. Allah’tan hayâ etmek, O’nun emirlerine karşı gelmekten, yasaklarına uymamaktan kaçınmak şeklinde dışa yansır. Bu yansımanın temelinde, kulun; Allah’ın istemediği bir iş ve hal üzere bulunmaktan uzak durması vardır. (Altuntaş, s. 41) Bu da kişinin kendini kontrol etmesi, davranışlarını değerlendirmeye tabi tutması ve "...Nerede olsanız, O Allah sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir" (Hacfid, 4) ayetini, iyi özümsemesi ile mümkün olabilir. Erişilen bu şuur ve bilinç hâlini Hz. Peygamber (s.a.s.) "ihsan" diye nitelemektedir. (Müslim, İman, 1. I, 39)
Allah’a karşı olan hayası, Yusuf (a.s)’u fuhuş ve kötülükten korumuştur. Gerçekten de hayâ, özellikle Allah’tan utanma duygusu imanın kuvvet ve sağlamlığından ileri gelmektedir. Allah’tan gereği gibi utanmamak, hayâ duygusunun azlığı, Allah’ın emirlerine muhalefet sonucunu doğurduğu için giderek insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir yoldur. Bir defasında Hz. Peygamber, "Allah Teâlâ’dan gerektiği gibi hayâ ediniz" buyurmuş, kendisine, "Ey Allah elçisi! Allah’tan gereği gibi ne şekilde hayâ edebiliriz?" sorusu yöneitiimişti. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü; başını ve başında yer alan organları, karnını ve karna bağlı organı koruyan, dünya hayatının süsüne kendini kaptırmayan, ölümü ve çürüyüp yok olmayı unutmayan kimsenin Allah Teâlâ’dan gereği gibi hayâ etmiş olacağını haber vermiştir. (Tirmizi, Kıyâme, 24. IV, 637) Başın korunması, düşünce gücünün iyiye kullanılmasıdır. Baştaki organların korunması ise, dinen yasaklanan şeylere bakmamak, kötü sözlere kulak vermemek, haram yememek ve yalan söylememekle gerçekleşir. Karnın korunması ise haramla beslenmekten sakınmakla olur. (Al- tuntaş, s. 41) Hayâ duygusunun esasını oluşturması sebebi ile Allah’tan hayâ etmek konusu İslâm ahlâkı eserlerinde de geniş yer tutmaktadır. Şeyh Sâdî’nin "Yusuf ile Zeliha" adlı hikâyesinde; Yusuf’u kandırmak için ona dil döken, bu arada, tapındığı put, niyetlendiği çirkin işi görmesin diye onun üzerini örten Zeliha’ya, Yusuf şöyle seslenir: "Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan bile utanırken, ben nasıl olur da Allah’tan utanmam?" (Sâdî, Bostan, s. 319, İstanbul, 1950)
En güzel örneğin hayâ duygusu Allah’ın insanlara gönderdiği vahyi tebliğ etme ve bu çerçevede Allah’a kulluk görevlerini yaparak öğretme görevi olan Resûlullah (s.a.s.), "Şüphesiz Peygamber’de size güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21) ayeti çerçevesinde, insanlar arası ilişkilerde de uyulması gereken bir örnektir. Hz. Peygamber, görevleri arasında insan ilişkilerinin temiz ve ahlâkî bir temele oturtulmasının da bulunduğunu şu hadisi ile ifade etmektedir: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." (Ahmed, II, 381; Malik, 1. II, 904) Üstün bir hayâ duygusu taşıdığı, (Buhari, Tefsir, 33/8, VI, 24) evinde edebiyle oturan genç bir kızdan daha hayâlı olduğu bildirilen (Buhari, Edeb, 72, VII, 96; Müslim, Fedâil, 67. II, 1809) Peygamberimiz, aynı fazilete sahip olmasından dolayı Hz. Osman’a özel bir değer vermiş; kendisini ziyarete gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı halde Hz. Osman geldiğinde hemen toparlanmış; bunun sebebi sorulduğunda ise "Meleklerin bile hayâ ettiği kişiden hayâ etmeyeyim mi?" (Ahmed, l, 71) diyerek cevap vermiştir.
Hayâ duygusu, her şeyden önce bir kişilik za’fı değil, aksine erdemlilik ve fıtratın gereği bir olgudur. Bu duygu, kişinin davranışlarına yön vermede ve kişiliğini ortaya koymada âdeta bir mihenk taşı niteliğindedir. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu bu duygunun, gelişmesinde ve davranışlara yansımasında dinin önemli bir yeri vardır. Dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan Müslümanların, özellikle milletimizin, binlerce kilometre ötelerde bulunan Beytullah’a doğru ayak uzatmayı, abdest bozmayı çirkin kabul etmelerinin, Kur’an’ın asılı bulunduğu ortamlarda hareketlerini sınırlamalarının temelinde şüphesiz hayâ duygusu yatmaktadır.