Makale

YANMAZ DA YÜREKLER GÜNEŞE ATSAN

Dr. Ekrem Keleş
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

YANMAZ DA YÜREKLER
GÜNEŞE ATSAN

İnsanın sırf adalet ve hak yerini bulsun diye kendi aleyhine veya yakınlarının aleyhine tanıklık yapması ne demektir? içinde yaşadığımız toplumda kaçta kaçımız bunu yapabiliriz? Kaçımız, sırf hakkın yerini bulması için, annemizin, babamızın, çocuklarımızın, eşimizin, cemaatimizin, partimizin, liderimizin, takımımızın... aleyhine şahitlik yapabiliriz? Kur’an-ı Kerim, adaletin ayakta tutulabilmesi için bunu emretmiyor mu?
"Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."(Nisa, 135)
Milletin önemli işleri elinde emanet bulunan yetkililer, sevmeseler bile, emaneti ehline verebiliyorlar mı? Sözgelimi, bir yakını veya -söylendiği gibi- adamı ile ondan daha ehil bir başkası arasında seçim yapma durumunda kaldıkları zaman, acaba hangisini tercih ederler? Kur’an-ı Kerim emanetlerin mutlaka ehline verilmesini emretmiyor mu?
"Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (Nisa, 58) Acaba Kur’an-ı Kerim’in bu emri karşısındaki konumumuz nedir?
Bir başka açıdan, kişisel olarak çok önemli ve prestijli bir göreve getirilme ile karşı karşıya kaldığımız ve kendimizden başka birisinin o göreve daha layık olduğunu gördüğümüz ve bildiğimiz bir durumda acaba nasıl hareket ederiz? Bu göreve falan şahıs benden daha ehildir, deyebilecek bir tutum sergileyebilenlerimizin oranı nedir?
Hakkı olmayanı istememe erdemliliği gösterebilmenin ötesinde, kendimiz için istediğimizi başkaları için de isteyebiliyor muyuz? "Kişi, kendisi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz. (Buhari, iman, 6) hadis-i şerifinin, imanla irti- batlandırarak ortaya koyduğu bu ölçüye göre durumumuz nedir? Bunu daha ileri götürerek başkalarını kendimize tercih edebilme (Kur’an-ı Kerim’in övgüyle söz ettiği Sahabe davranış modeli/ "Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Haşr, 9) yaklaşımını sergileyebilenlerimizin oranı nedir? Diğer bir deyişle ’Onda değil, bende olsun’un yerine ’Benim yerime onda olsun’ anlayışına sahip olarak Kur’an’ın övgüsüne mahzar olabilecek kaç insanımız var?
Kur’an ve sünnetin prensiplerinden bunlara başka örnekler de eklenebilir. Ana-babaya iyilik ve güzel davranma, akrabaya, yoksula, yolda kalana yardım, israftan kaçınma, harcamalarda denge, verdiği sözü yerine getirme, güvenilirlik, ölçü ve tartıda hile yapmama, zinaya yaklaşmama, yetim malına göz dikmeme, Allah’ın saygın kıldığı cana kıymama, hakkında kesin bilgi sahibi olunmayan şeyler üzerinde hüküm yürütmeme, yeryüzünde böbürlenerek yürümeme (Bak. Isra, 22-38)... ve daha pek çok evrensel ilke...
Bütün bu ahlâkî ilkeler, peygamberlerin ortaya koyduğu, İslâm dininin de yeniden seslendirerek pekiştirdiği evrensel insanlık değerleridir. Dinlerin temeli bu ahlâk ilkeleri üzerine kurulmuştur. Çünkü toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi, aklâkî ilkelerin işlevsel olmasına bağlıdır. Onun için son hak dinin peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.), "Ben ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim." buyurmuştur. Bu bakımdan ahlâkî ilkelerden kopuk bir hayatı, insani bir hayat olarak nitelemek çok zordur. Çünkü güzel ahlâk ilkeleri, en güzel insani niteliklerdir, insan bu ahlâkî güzelliklerle bezenerek en güzel İnsanî ölçülere sahip hale gelir. "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin, 4) Ayette geçen ve "en güzel biçimde" diye tercüme edilmiş olan ’Ahsen-i takvim’ ifadesi çok şey anlatmaktadır. Bu ifade, insanın, dış görünüşü ve fizikî yapısı itibariyle en güzel şekilde yaratılmış olduğunu anlatmanın yanında kanaatimizce esas, insanın insan olarak İnsanî vasıflar itibariyle en güzel niteliklere sahip olabilecek bir donanımla yaratıldığını ifade etmektedir. Bir sonraki ayette "Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik." (Tin, 5) denmesi, bu ayet-i kerimenin daha ziyade ahlâk güzelliği doğrultusunda anlaşılmasına işaret etmektedir. Çünkü ’Esfel-i safilîn: Aşağıların aşağısı’ na alçalanlar, fizikî yapı ve dış gürünüş itibariyle herhangi bir değişikliğe uğramamaktadırlar. Onlar- daki alçalış, insanı insan yapan ahlâkî güzellikleri kaybetmekten kaynaklanmadır. Buna göre insan, ahlâkî güzelliklere sahip olabildiği ölçüde Ahsen-i takvim(En güzel İnsanî model)e yaklaşmış olmakta, bunlardan uzaklaştıkça da ’Esfel-i safilîn(akla gelebilecek en kötü insan modelinin durduğu yer)e al- çalmaktadır. Ve insan ancak ahlâkî güzelliklerle donanımlı olduğu zaman gerçek mutluluğu elde edebilir. Çünkü insanın huzurlu olması, gönlünün huzurlu olmasına bağlıdır. Gönlü huzursuz olan birisinin ise mutlu olması mümkün değildir.
Ahlâkî güzellikleri yitirmek, İnsanî güzellikleri yitirmek demektir. Bunların herhangi birinin kaybedilmesi, bir İnsanî değerin kaybedilmesi demektir. Zedelenen ve yıpranan her bir güzel ahlâk ilkesi, aslında insanların huzurundan kopan bir parçadır.
İnsan kişiliği açısından güzel ahlâk ilkeleri, renkleri, desenleri, çizgileri birbiriyle uyumlu doyumsuz bir tablo gibidir. Bu tabloda solan her bir renk, kaybolan her bir desen ve yok edilen her bir çizgi, tablonun güzelliğinden koparılan bir parçadır. Ne kadar çok renk ve desen silinirse, tablonun göz alıcılığı o kadar yok olur. Bunun gibi kişisel veya toplumsal ölçekte aşınan her bir ahlâk ilkesi, aslında kişinin veya toplumun huzurundan sessizce ayrılan bir parçadır. Ne yazık ki giden her bir ahlâkî değerin yerini, ona karşıt bir kötü haslet doldurur.
Sözgelimi daha çok kazanacaklarını ve böylece daha çok mutlu olacaklarını düşünerek ahlâkî üstünlüklerden ödün verenler veya ahlâkî zaaf sergileyenler, çok şaşılacak bir şekilde en çok mutsuzluğu tadacak olanlardır. Bir defa sürekli içlerini kemiren ve vicdanlarını rahatsız eden bir iç huzursuzluğu yaşamaya mecburdurlar. Böyleler hiçbir zaman iç huzuruna kavuşamazlar. Yakıcı bir vicdan rahatsızlığı içinde kıvranırlar, iki yüzlü davranmak zorunda kalmanın dayanılmaz yükünü sırtlarında taşıma ağırlığı ile karşı karşıyadırlar.
Kişisel ölçekte olsun, toplumsal ölçekte olsun, ahlâkın aşınmaya başlaması, çürümenin başlangıcıdır. Kişideki ahlâk aşınması, onun manevî dünyasını nasıl bozarsa ve çürümeye yol açarsa, toplumsal düzeydeki ahlâk aşınması da tıpkı sinsi bir şekilde vücuda sirayet eden bir virüs gibi toplumun bünyesini içten içe kemirir. Bir toplum için bu durum, cesedin içinden canın çekilip alınması gibi bir şeydir. Toplumu ayakta tutan esas gücün yitirilmesi demektir.
Ahlâkî değerlerin yitirilmesi, ilkesizliği getirir. Bu ilkesizlik, insanların kişiliklerini yer bitirir. Güven ve huzuru dinamitler. Sonuçta ahlâkın özünü oluşturan samimiyetin yerini riyakârlık ve iki yüzlülük alır. Artık, doğrudan zararları bir tarafa, böyle bir yaklaşımla yapılan iyilikler bile hayır getirmez olur. Tıpkı samimiyetle yapıldığı zaman bire yedi yüz karşılık alınan bir iyiliğin, hiç sonuç alınamayan güdük bir girişimden ibaret kalması gibi. Şimdi Kur’an-ı Kerim’in, fakirlere ahlâkî ilkeler çerçevesinde yani samimiyetle yapılan yardımlarla ahlâkî değerlere ters bir şekilde gösteriş için yapılan yardım girişimlerini kıyaslayan pasajına bir göz atalım:
"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.
Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).
Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." (Bakara, 261-264)
Bu ayetlerde başa kakma, gösteriş gibi tavırlardan uzak olarak yani ahlâkî değerlere bağlı bir şekilde yapılan yardımların müminlere, bunun tersi durumların ise kâfirlere nispet edilerek müminlere hakikati inkâr edenlerin yaptıkları gibi davranmamaları uyarısında bulunulması, ahlâk-iman ilişkisi konusunda çok dikkat çekicidir. Buradan hareketle gerçek bir imanın, kişiye güzel ahlâkî nitelikler kazandıracağı sonucuna varabiliriz.
Bitki örtüsü yetiştirecek verimli topraklarını kaybeden bir araziden ürün alınamaması gibi ahlâkî değerlerini kaybedenlerden de hayır beklenemez. Öylelerinin iyilik gibi görünen işleri bile hormonlu yiyecekler gibidir. Fayda yerine zarar getirir. Çünkü bunlar, samimiyetsizlik üzerine kurulmuştur. Bencilliğe dayalıdır. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi anlayışı taşır. Bu bakımdan nihaî olarak pek kimseye yararı olmaz. Tam tersine tahrip edici bir unsur hâline gelir.
Ahlâkî yozlaşmanın yıkıcılığı, hayatın her alanında kendini gösterir. Ekonomik alanda, siyasette, bilimde, sanatta... Hasılı nerede bir ahlâk aşınması varsa orada çürüme ve çözülme başlamış demektir.
İnsandaki ahlâkî bozulma ve yıpranma, yalnızca kendini ve sosyal çevresini bozmakla kalmamakta, doğal çevrenin bozulmasına da yol açmaktadır. Günümüzde yaşanan devasa çevre sorunlarının altında aslında ahlâkî değerlerden kopmuş bencil yaklaşımlar yatmaktadır. Yalnızca kendi çıkarını düşünen, kendi çıkarı için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen yaklaşımlar.
Günümüzde iffet alanındaki değer yargılarının değişmesi sonucu iffet ve hayâ anlayışının zedelenmesi ve bu zedelenmenin dikkate alınmaması, neslin bozulması, arlanmazlık, yüzsüzlük gibi birtakım sonuçlara,
İktisadî hayattaki ahlâkî aşınma, rüşvet, yolsuzluk, sahtecilik gibi hastalıklarla dolu ve neticede gözü açıkların işini becerdiği, saf insanların ise ezildiği acımasız bir anlayışa,
Siyasetteki aşınma, emanetin çoğu zaman ehline verilememesi, adam kayırma gibi korkunç sonuçlara,
İlimdeki aşınma, söylemleri ile eylemleri birbirini tutmayan bilim adamlarının türemesine yol açmakta, sonuçta toplumu genel bir güven bunalımına ve çürümeye sürüklemektedir. Fakat bundan daha korkunç olanı, bu ahlâkî aşınmanın benimsenmesi, kanıksanması ve önemsenmemesidir. Ahlâkî aşınma karşısındaki duyarsızlıktır. Böyle bir gidişe dur diyemeseler bile insanların bu gidiş karşısında yüreklerinin yanmamasıdır, asıl tehlikeli olan... "Yanmaz da yürekler güneşe atsan/ Bir kibrit bir orman yakar başıboş." Böyle bir durum, ahlâk aşınmasına razı olmak anlamına gelmez mi? Duyarlı insanların hiç olmazsa bu yangını yüreklerinde hissetmeleri gerekmez mi? Acaba kulaklarımızı büyük mütefekkirin haykırışına çevirme zamanı gelmedi mi?
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak(NFK)