Makale

Ensar Gibi Kucak Açmak

Ensar Gibi Kucak Açmak

Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Biz Müslümanlar, darda kalana yardım etme, kucak açma dersini muhacirlere kucak açan Ensar’dan aldık.

Nesiller boyu üzerinde yaşayıp havasını soluduğu, acı tatlı hatıraları tevarüs ettiği, ekip biçerek, ter dökerek hayatını kazandığı, tapu senetleri misali mezar taşları serpiştirdiği coğrafyayla insan arasında özel bir duygusal bağ oluşur. Bu bağdır ki coğrafyayı yurt kılar. Ancak bazen her şey istenildiği gibi gitmez ve insan yurdundan ayrılmak zorunda kalır. Afetler, savaş ve işgaller, kıtlık ve benzeri tabii, ekonomik ve siyasal sebepler insanları, şartların daha iyi olduğu yerlere göç etmeye mecbur bırakır.
Göç hareketleri bir yönüyle terk ediş, bir yönüyle sığınma şeklinde kendini gösterir. Çok kere, canını kurtarmak için varını yoğunu geride bırakan kitleler varacakları yerde ne ile karşılaşacaklarını tam olarak kestiremezler. Ama bilirler ki beslenme, barınma ve güvenlik gibi en hayati ihtiyaçları tamamıyla askıdadır ve birilerinin destek ve himayesine muhtaç olacaklardır.
İslami söylemde göç hareketi “hicret” kavramı ile çok daha özel bir çerçeveye çekilmiştir. Hicrette, yaşamak için güvenlikli yerlere kaçış değil, inancı yaşatmak için hayatta kalma ideali hâkimdir. O yüzden, zorlayıcı sebepler ortaya çıkınca yeryüzünde uygun yerlere göç edilmesi gerekebilir. (Nisa, 4/97.)
Anadolu coğrafyası bulunduğu konum gereği tarihî süreç içinde pek çok göç hareketinin hedef noktası olmuştur. Bu gerçek, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri için de değişmemiştir. İmparatorluk ilk göçü Kırım’dan alırken (1789), daha sonraki dönemlerde Kafkasya göçleri gerçekleşmiştir. Yine Avrupa’da yaşanan iç karışıklıklar ve taht kavgaları sonucunda Macaristan, İsveç ve Polonya’dan, aralarında önemli siyasi kimliklerin de bulunduğu insanlar Osmanlı himayesine sığınmıştır. Polonezköy bu sığınma hareketlerinin günümüzdeki en belirgin hatırasıdır.
Zor zamanlarında gerçekleşen bu göç ve sığınma hareketleri sebebi ile imparatorluk ısrarlı iade talepleri ile karşı karşıya kalmıştır. Buna rağmen yönetim adalet ve hakkaniyet ölçüsünden şaşmayarak Müslüman, gayrimüslim demeden topraklarına sığınan herkesi güvencesi altına almış ve “tacımı veririm, tahtımı veririm ama devletime sığınanları asla vermem” (Sultan Abdülmecid) anlayışı çerçevesinde bir tutum sergilemiştir.
Mübadeleye dayalı olanları bir kenara bırakacak olursak Türkiye’ye yönelik zorunlu göçlerin başında Bulgaristan göçlerini zikretmek gerekir. (İlki 1951, sonuncusu 1989) Afganistan’dan (1981) ve Körfez savaşı sonucu Kuzey Irak’tan gerçekleşen göç (1991) gibi önemli sosyopolitik olaylar karşısında Türkiye tarihten gelen asil tavrını sergilemiş kendisine sığınanlara kucağını, gönlünü ve kesesini açmıştır. İlk hareketlilik dönemlerinde yaşanan kısa uyum süreçleri hariç bu göçlerin, ülkenin sosyoekonomik yapısına önemli katlıklarda bulunduğu bir gerçektir.
Güney sınırımızın aşağısında son yıllarda (2011) baş gösteren rejim krizinin iç savaşa dönüşmesi sonucunda ülkemizin yeni bir zorunlu göç dalgasına maruz kalışına şahit olduk. Süreç içinde gerçekleşen çeşitli toplu terk edişler başka çevre ülkelere gidenler yanında toplam iki milyon Kuzey Iraklıyı topraklarımıza getirdi. Toplumsal ruhumuzun bir yansıması olmak üzere devlet yapılması gerekeni hiç sızlanmadan vicdani ve insanı bir görev olarak yaptı, yapıyor. Güney illerimizde kurulan çadır ketlerde yaşamaya çalışan bu insanların bir kısmı yurdun çeşitli kentlerine dağılarak hayata tutunma, ne iş bulursa onu yapıp çocuklarının günlük ihtiyaçlarını karşılama çabasındalar. Göçlerin başladığı günlerde toplumumuzun sergilediği merhamet ve hoş görüş yüklü tavır her geçen gün kuvvetlendi ve bu durum bazı küçük istisnalar dışında devam ediyor. Sığınmacıların gündelik hayata katıldığı illerde iş işgücü arzı yükselince ücretlerin bir miktar düşmesi üzerine buraların bir kısım yerli halkı durumdan rahatsızlık duyduklarını ifade eder oldular. İş düzeninin bozulduğundan bahisle “şehri, hatta ülkeyi terk edip ülkelerine dönsünler” türünden şikâyetler, “Suriyeliler kalsın mı, yoksa gitsin mi?” gibi ifadeler dillendirilir oldu. Ancak insanımızın genel tutumu, tevarüs ettiği genel misafirperverlik çerçevesini aynen koruyor. Batılı bir ülkede iki milyon mülteci bulunsa orada yabancı düşmanlığının hangi noktalara varacağını bu işten biraz anlayan herkes tahmin edebilir. Evet, bir göç dalgasının ulaştığı yerlerde bazı sıkıntılara sebep olacağı bellidir. Ancak bu durum, canını kurtarma derdinde olan insanlara, her şeye rağmen daha fazla sahip çıkılmasını gerektirir. “Zahmetsiz rahmet olmaz”. Fedakârlık, darda olan tarafından yapılınca anlamlı olur. Düşünelim ki her şey ters yönde işleyebilir ve biz onlara sığınmak zorunda kalabilirdik. Günlük lokmamızı kazanma derdinde olduğumuz bir günde, “ülkenize -yani ölüme- dönün” tavrına muhatap olmayı hangimiz isteriz. Aslında böyle bir iç hesaplaşma bile ahlaki açıdan sorgulanması gereken bir durum olarak değerlendirilebilir. Çünkü bir insan ölüyorsa o kurtarılır, elinde tutulur, “ben onun yerinde olsam hâlim nice olurdu?” bencilliğine düşmeden ve sadece öyle davranmak gerektiği için, sadece insan ve mümin olduğumuz için. Bu gerçeğe rağmen hiç bir şey olmamış gibi davranmakla “hiç olmak” arasından çok ince bir çizgi vardır.
Biz Müslümanlar, darda kalana yardım etme, kucak açma dersini muhacirlere kucak açan Ensar’dan aldık. Mekkeli Müslümanlar, müşriklerin zulüm ve baskıları yüzünden her şeylerini bırakarak Medine’ye hicret etmişler, orada yaşayan Müslümanlar da kendilerine karşı destansı bir yardım ve himaye örneği göstermişlerdir. Aynı inanç etrafında bileşmiş olmanın verdiği birlik ruhu, Hz. Peygamber’in takip ettiği psikososyal siyaset ile iyice kuvvet kazanarak harikulade bir fedakârlık ve diğerkâmlık çerçevesinde davranışa dönüşmüştü. Bir muhacir bir Medineli Müslüman olmak üzere ikişer ikişer toplam doksan kişiyi kardeş ilan etmesi ile “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 49/10.) ayetinin taşıdığı anlam bütün derinliği ile ortaya konulmuş oldu. Bu eşleştirmede tarafların ortak özelliklere sahip olmalarının da gözetilmiş olması ilgi çekici bir ayrıntıdır. Medineli Müslümanlar muhacir kardeşlerine fedakârca kucak açtılar, onları evlerinde misafir ettiler, mallarına ortak ettiler. Bu süreç içinde Hz. Peygamber “ev sahibi” Müslümanların “Ya Rasulallah, mallarımızı kardeşlerimizler aramızda paylaştır.” şeklindeki tekliflerini geri çevirdi. Kur’an bu yüksek ruhlu insanların fedakârlıklarını “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) ve imana yerleşmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9.) ayeti ile insanlık tarihine mal ediyordu. Ayette, fethedilen yerlerden elde edilen gelirlerin belli bir kısmının özellikle, Allah’ın dinine ve peygamberine canlarıyla, mallarıyla yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlere tahsis edilmesi (Haşr, 59/8.) karşısında Ensar’ın takındığı asil ve sadakat yüklü tutum insanlığın dikkat, ibret ve takdirine sunulmuştur.
İşte Ensar’ı Ensar yapan, dinin telkin ettiği bu ruhudur. Bu ruh, Ensar-Muhacir ilişkilerinde bütün mecaz kalıplarını aşarak nesep kardeşliği ile eşdeğer bir yapı kazandı; hatta bir anlamda onu da geride bıraktı. Bu ortamda oluşan birlikte yaşama modeli dünya tarihinde benzeri görülmemiş sosyal bir olaydır, bir yardımlaşma ve dayanışma örneğidir. Bu örneği güncelleme görevi noktasında halkımızın başarılı imtihanlar verdiğini ifade etmemiz gerekiyor.
Allah, peygamberlerine, gönderdiği dine ve bunlara bağlanan müminlere yardımcı olmayı mecazi bir üslupla kendine yapılmış yardım, sağlanmış destek diye sunuyor: “Allah’a güzel bir borç verin.” (Müzzemmil, 72/20.) “Eğer Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yaradım eder.” (Muhammed, 47/7.) Bu benzeri ilahî mesajlar yoluyla, dinin yaşaması, ilahî irade ve nizamın yeryüzünde hükmünü sürdürmesi yolunda samimi davranışlar sergilemek sureti ile O’nun dininin ve inananlarının yardımcıları, kısaca Ensar olmaya davet ediliyoruz. Ensar olmanın anlamı, Allah’ın dinine, onun dini üzere olup dinin yaşamasına medar olanlara yardımcı olmaktır. Darda kalan müminlere yardım edip kucak açarak onların insanca yaşamalarını sağlamak sonuçta İslam’a yani Allah’a götüren yola yardımcı olmak, onun ebedî hakikatlerine kucak açmaktır.
Müslümanın kucak açması içten ve göründüğü gibidir. Yüzündeki tebessüm, uzattığı yardım eli dünyevi endişelerle tanışık değildir. İmanın beslediği insani yaklaşım, fazlasını alma niyetiyle el uzatmanın akıldan geçmesine bile engel olur. Bu nokta ölçü insandır. İnanç, kültür, soy gibi diğer bütün değerler bundan sonra yer alır, müminin değerler listesinde.
Ülkemize sığınan bu insanların hayatlarına ülkelerinde devam etmeleri elbette başta kendileri olmak üzere herkesin temennisidir. Ancak bunun ne zaman gerçekleşeceğini şartlar belirleyecektir. Durum ne olursa olsun, bu kitleler halkımızdan layık oldukları iyi niyet ve iyi muameleyi görmeye devam etmelidirler.