Makale

“Yol Odur ki Doğru Vara”

“Yol Odur ki Doğru Vara”

H. Hilmi Yılmaz
Beşiktaş Müftüsü

Maddi ve manevi bütün yönleriyle hayat bir yolculuktan ibarettir. İnsan, inançlarının, umutlarının ve hedeflerinin peşinde yürüyen bir yolcudur. Yolculuk hem varlıkların faniliğini, hem de insanın olgunlaşma ve Allah’a yakınlaşma süreçlerini ifade eder. İnsanın ahlak bakımından kendisini gerçekleştirme çabası, bir olgunluk yürüyüşüdür.

Bu yolculuğa kendi imkân ve kapasitelerine göre her varlık bir ölçüde katılmaktadır. Bu konuda Mevlana şunları söylüyor: “Sağır kaya gibi oldukları yerde kalakalsalardı ne güneş ışık verirdi, ne de ay ışığı âlemi ışıtırdı… Deniz suyu, yolculuğa çıkıp, havaya ağarak bulut olunca acılıktan kurtuldu, helvaya döndü. Ateşin yalımı, alevi yatıştı mı üstüne kül kapladı, öldü, yok oldu gitti.” (Mevlana, Divan-ı Kebir, 3/67.)
Ünlü tasavvuf bilgini Feridüddin-i Atar, “Mantıku’t-Tayr” isimli eserinde bize sembollerin diliyle bir kemal yolculuğunun serüvenini anlatır. Bu serüven, yolculuğun anlamına, gayesine, taşıdığı zorluklara, yolcu üzerinde meydana getirdiği değişimlere felsefi göndermelerde bulunmaktadır. İkbal’in ifadesiyle var olmak ve kendini gerçekleştirmek, yolda olmak demektir: “Yürürsem varım, yürümezsem yokum!” (İkbal, Cavidname, s. 51.) Buna göre hayat, bir faaliyette bulunma, faydalı eylem ve davranışlar ortaya koyma fırsatıdır. Kur’an-ı Kerim “En güzel ameller” sergilemeyi hayat sınavının başarı ölçüsü olarak değerlendirmektedir. (Mülk, 67/2.) Yol metaforu gerçekten de hayatı anlamak ve insanın hayat serüvenini anlatmak için son derece açıklayıcı ve dikkat çekicidir.
Herkes “Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir, 81/26.) sorusunu, kendisine sormalı ve “Ben Rabbime gidiyorum, o bana yol gösterecektir!” (Saffat, 37/99.) cevabını verebilecek kararlılığa sahip olmalıdır. Bu soru bilincimizi uyanık tutmaya yarayacak, cevabımız ise istikametimizi tayin edecektir. Bir hedefi olmayanın arayışı da olmayacaktır. Arayışı olmayanın yürüyüşü de yoktur. Yürüyüşü olmayan bir kimsenin varoluş imkânını gerçekleştirme gücü tükenmiştir. Yolda olmak bilmek, bulmak ve olmak için çaba göstermektir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Bizim uğrumuzda, çaba gösterenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz…” (Ankebut, 29/69.) İnsanın hüsranı, gaflet ve cehaletin karanlığında yolunu kaybetmesidir. Bu durumda ya hedeflerini doğru tanıyıp tanımlayamaz, ya hedefe ulaşma konusunda gerekli gayreti ve kararlılığı gösteremez veya kendisini hedefe ulaştıracak yol ve yöntemlerden uzak kalır.
Kur’an’ın yol göstericiliği sayesinde insan, doğru ve yanlışı öğrenip isabetli kararlar vererek şeytanın ve nefsin saptırmalarından ve hilelerinden kendisini koruyabilir. Kur’an-ı Kerim’de ilahî mesaj, güzel, doğru ve iyi olan bütün hasletleri ihtiva eden bir yol olarak değerlendirilmekte ve tevhit, ana-babaya iyilik, hayat hakkına saygı, kötülüklerden sakınma, yetim hakkını koruma, ekonomik haklara riayet, adaletli olmak ve sözünde durmak gibi bu yolun temel ilkelerine işaret edilmektedir.
Bütün peygamberler, insanları bir tek yola, Allah’ın yoluna davet etmişlerdir. (Şura, 42/13.) Peygamberlerin rehberliğine tabi olmak insanları, kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırır. Allah Teala’nın yoluna ve rızasına erişmek için peygamberin yolunda olmak ve izinde yürümek gerekir. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “O gün zalim ellerini ısıracak ve şöyle diyecektir: Keşke ben de elçi ile birlikte aynı yolu tutsaydım! Keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkan, 25/27-29.) Peygamberimiz’in bütün söz, hal ve hareketlerinde istikamet açık bir özelliktir. Şeytan ise, istikamet yolunun başına oturarak insanları dünya hayatının nefse hoş gelen süslerine çağırır. İnsana her yönden yaklaşıp onu saptırmaya çalışır; bunun için çeşitli tuzaklar kurar (A’raf, 7/16.)
Doğru yolu tanımak ve onu takip etmek, kişinin, Allah’tan yardım dileyeceği en önemli şeydir; çünkü hem dünya ve hem de ahiret mutluluğu buna bağlıdır. “Bizi doğru yola ilet” ayeti, namazın her rekâtında tekrarladığımız veciz bir duadır. (Fatiha, 1/6.) İstikamet yolu, insana güç ve yeteneklerini geliştirme imkânı veren, bedeninin ve ruhunun isteklerini en uygun şekilde karşılayan, insanlarla ilişkilerini dengede tutan, onu insanlığın iyiliği için yönlendiren hayat tarzıdır. İnsanın fıtratına, ihtiyaçlarına ve imkânlarına en uygun yoldur.
Akıl, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırt eden bir kuvvet olarak tarif edilebilir. Görme organı olan göz karanlıkta yolu tayin etme ve eşyayı algılama konusunda, nasıl yetersiz kalıyorsa, anlama, öğrenme ve bilme vasıtası olan akıl da vahyin ışığı olmadan, mebde ve mead konularında insanın yolunu tam olarak aydınlatamaz. Bu yüzden insanların yolunu aydınlatan Kur’an’ın ışığından faydalanmalıdır. (Maide, 5/5,15-16.) Vahyin güneşi ile akıl arasına nefsani arzu ve hevesler girerse akıl tutulması meydana gelir. Ya akıl gerçeği tam olarak fark edemez veya irade, gerçeğe yönelme kararlılığını ortaya koyamaz. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler, Allah bilincini içinizde canlı tutarsanız o size iyi ile kötüyü ayıran bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah çok büyük bir lütuf sahibidir.” (Enfal, 8/29.) Nefisten gelen talepler, değerlerle çatıştığında akıl, nefsin arzularını, değerlerin süzgecinden geçirmelidir. Bu konuda yeterli hassasiyeti göstermeyenler, hem dünyada hem de ahirette bunun bedelini, mahrumiyet, mahcubiyet ve hüsran olarak ödemek zorunda kalırlar. Kur’an-ı Kerim’de inkârcıların cehenneme atıldıklarında şöyle hayıflanacakları ifade edilir: “Eğer biz uyarılara kulak verseydik ya da aklımızı kullansaydık, şu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” (Mülk, 67/10.)
Kur’an-ı Kerim’i bir yol haritası olarak her zaman göz önünde bulundurmayanlar inanç, ibadet ve ahlak bakımından istikametten uzaklaşma tehlikesi içerisinde yaşarlar. İstikametten uzaklaşanların önlerine hedef olarak koydukları şey, dağınık arzu ve nefsani hazlarından yansıyan vehimden başka bir şey değildir. “Sen onları birlik içinde sanırsın, oysa onların kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr, 59/14.) Hedef yerine ikame ettikleri vehimler, gafletlerinin gölgesinden başka bir şey değildir. Gafletlerinden uyandıklarında, onlardan da kurtulmuş olacaklardır. İnsan, Allah rızasını bütün duygu, düşünce ve davranışların amacı hâline getirerek gafletten uyanabilir.
En güzel biçimde yaratılan insanın (Tin, 95/4.) yönü mükemmele dönük olmalıdır. İnsanın eksik ve kusurlu olan şeylerle tatmine ve huzura ulaşması mümkün değildir. İçinde ebediyet duygusu taşıyan insanı, ölümsüz olanla tanıştırmayan hiçbir inanç ve düşünce, tatmin edemez. İnsan, aklıyla, iradesiyle ve gönlüyle güzellik, iyilik ve doğruluk gibi unsurları hayatına katarak, mükemmele yaklaşmaya çalışırsa tekâmül yolculuğunu başarıyla tamamlar. Mükemmele yaklaştığı ölçüde kâmil olur. (Yılmaz, H. Hilmi, Hayatın Anlamına Dair, Diyanet Avrupa Dergisi, s. 65) O hâlde insana düşen fıtratındaki güzelliği günah ve kötülüklerle kirletmemek, yolların en güzeline uyup Allah rızasını elde ederek, dünya ve ahirette saadet ve selamete ulaşma gayreti içerisinde olmaktır.
İstikamet yolcusunun azığı takva (Al-i İmran, 3/197.) yani sorumluluk bilinciyle yaşamaktır. Yolculuğun selameti, buna bağlıdır. Allah Teala: “Akıbet sorumluluk bilincine sahip olanlarındır.” (Kasas, 28/83.) buyurmaktadır. Bu duyarlılık, insana yolculuk süresince ihtiyaç duyacağı enerjiyi sağlayacaktır. Takvaya sahip olan kişi, büyük bir aşkla bağlandığı Yüce Allah’a ve O’nun rızasına ters düşmemeyi hayat yolculuğunun istikametini belirleyen işaret taşı sayar. “Allah eri kimdir?” diye soran İkbal, bu sorunun cevabını şöyle vermektedir: “Allah için koşandır…” (M. İkbal Kitabı, s.101.) İnsanın yolunu kesen haramlardan sakınma ve kötülüklere karşı direnme gücü, hatalardan dönerek kendini yenileme imkânı ve yolculuğun gereklerine uygun amel ve davranışlar sergileme bilinci ancak takva sayesinde elde edilebilir. O hâlde selamet içerisinde hedefine ulaşmak isteyen yolcu, Allah’a, topluma ve kendisine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmelidir. Kur’an-ı Kerim “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikamet üzere/dosdoğru olanlar” için korku olmadığını, üzülmeyeceklerini ve sonuçta cennete nail olacaklarını ifade etmektedir. (Fussılet, 41/30, 46; Ahkaf, 46/13.)