Makale

Tüketim: Eritmek için değil üretmek için

Tüketim: Eritmek için değil üretmek için


Yrd. Doç. Dr. Huriye Martı

Modern zamanlara hâkim görünen ‘mutluluğu, daha çok kazanma ve kazandığıyla daha çok tüketme ekseninde algılayan’ bakış açısı, kapitalist sistemin temel dayanağını oluşturmaktadır. Tüketim toplumu insanı, hazzı hayatın temel amacı haline getirerek yaşamakta; maddileşen, estetikleşen ve sürekli farklılaşan bir kültüre ayak uydurmak için çabalamaktadır. (Featherstone, Mike, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, (Çev. Mehmet Küçük), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005, s. 38.) Neye ihtiyaç duyduğuna ve bu ihtiyacını ne tüketerek karşılayacağına kendisi karar veremez hale gelen ve tüketim çarkının uzmanları tarafından profesyonelce yönlendirilen tüketici, artık bir öğrenciyi andırmaktadır. (Illich, Ivan, Tüketim Köleliği, (Çev. Mesut Karaşahan.), Pınar Yayınları, İstanbul 1990, s. 59.) En ince ayrıntısına kadar düşünülerek tasarlanmış cazip ürünler, müşterisine ne giymesi veya ne yemesi gerektiğini fısıldarken, aslında konumunu ve kimliğini dikte etmektedir. (Odabaşı, Yavuz, Tüketim Kültürü, Sistem Yayıncılık, İstanbul 1999, 29-30.) Dinî ve geleneksel kodlarını yitiren müşteri ise, kaybettiği değerlerin boşluğunu bu yeni kültürün anlam dünyası ve sembolleri ile doldurmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla günümüzde tüketim, “mal ve hizmetler aracılığıyla bireylerin ihtiyaçlarının temini” şeklinde özetleyebileceğimiz ana gayesinden uzaklaşarak, ideolojik bir dil ve değerler/göstergeler sistemi haline dönüşmüştür. (Baudrillard, Jean, Tüketim Toplumu, (Çev. H. Deliceçaylı-F. Keskin), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1997, s. 90-91.) Böyle bir kültürde tüketim, ekonomik bir faaliyet olmanın çok ötesine geçerek, bireyin hayat tarzını inşa eder hâle gelmiştir. (Chaney, David, Yaşam Tarzları, (Çev. İrem Kutluk), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, s. 18.)
Tüketimin hayatın gereği olmaktan çıkarak rahatsız ve hatta tehdit edici bir boyut kazanmasının altında, onun yaşamı sürdürmek için başvurulan bir ‘araç’ değil, ‘yaşamın amacı’ olarak algılanır hale gelmesi yatmaktadır. Bu bağlamda Kur’an’da, tüketimin ana kalemlerinden biri olan giysilerin insana bahşedilişi anlatılırken “Allah, (kendisine boyun eğip) Müslüman olasınız diye üzerinizdeki nimetini tamamlıyor.” (Nahl, 81.) buyrulması, tüketimin hangi amaca hizmet etmesi gerektiğini belirlemesi bakımından son derece dikkat çekicidir. Nitekim Hz. Peygamber’in ipek ve ibrişim giymekten, altın ve gümüş kaplardan yemekten men etmesi, (Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (Mevsûatü’l-Hadîs eş-Şerîf içinde), Haz. Sâlih b. Abdülazîz, Dâru’s-Selâm, Arabistan, 2000, “Libâs”, 25; Müslim, Müslim, İbnü’l-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahîh, (Mevsûatü’l-Hadîs eş-Şerîf içinde), Haz. Sâlih b. Abdülazîz, Dâru’s-Selâm, Arabistan, 2000, “Libâs ve Zînet”, 21.) bu eşyaların ‘aracı amaçlaştırmaya müsait’ bir cazibeye sahip olmasındandır. Şu halde tüketim, anlık doyumlara ulaşabilmek adına maddeyi heba etmek değil, yaratılış amacına uygun bir hayatın devamı için maddeden yardım almak olmalıdır.
Tüketimin ahlaki olabilmesi onun ‘araç’ kategorisinde ele alınmasına bağlı ise, bu durumda cevaplanması gereken soru, ‘tüketimin neyin aracı olduğu’dur. Tüketim, madde ile mana arasındaki üretken döngüsel ilişkinin aracıdır. Şöyle ki, insan, ihtiyaçları için maddeyi tüketir. “De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” (A’râf, 32.) ayeti gereği insan, tüketim ehliyetine sahiptir. Ancak bu tüketme faaliyeti, maddeyi yok etmekle veya işe yaramaz hale getirmekle eşdeğer değildir. Zira her ne kadar ilk bakışta tüketim, bir yapı bozulması ve kaynak harcaması gibi görünse de aslında o, insanın tükettiği maddeye yeni bir varlık boyutu kazandırması ve bu esnada kendi varoluşunu dönüştürerek devamlı kılması gibi olumlu bir anlam taşımaktadır.
Tüketilen maddenin insan varlığı üzerinde yeni bir kimlik kazanması, Mevlana’nın deyişiyle “sofrada durduğu müddetçe cansız olan ekmeğin, insan vücuduna girmesi ile neşve ve ruh kazanması”dır. (Mevlânâ, Mesnevî, (Çev. Veled İzbudak), MEB Yayınları, İstanbul 2001, c. I, beyit: 1470.) Mevlana, Allah’a, “Ey çorak toprağı ekmek haline getiren! Ey ölü ekmeği canlandıran, can eden!” diye seslenmektedir. (Mevlânâ, Mesnevî, c. V, beyit: 780.) Zira her ne kadar cansız olan ekmek tüketilmekle yok olmuş görünse de, kendisini tüketende yeniden hayata gelmekte ve yeni bir anlam ve varlığa bürünmektedir. Can olarak, tekrar anlamlı üretimler için potansiyel oluşturmaktadır. Bu can, bir adım sonra ürettiğini tüketirken yine tükettiği sayesinde üretme gücü biriktirmektedir. Böylece tüketim-üretim çemberinde, ‘anlamın devamlılığı’ ya da ‘sürekliliği’ ön plana çıkmaktadır.
Bu döngü tüketim lehine bozulduğunda, tüketim manalı olmaktan çıkmakta ve anlamsız bir atık madde yığını oluşturmaktan başka işe yaramamaktadır. Kendini gerçekleştirmek ve anlam ile madde arasındaki döngüsel devamlılığı sağlamak için tüketmeyen insan, bir süre sonra sadece ‘tüketmek için tüketmeye’ başlamaktadır. İşte bu noktada İslam’ın öngörüsü, madde ve mana arasındaki döngüsel sürekliliği sağlayacak şekilde maddeyi tüketerek, dengeyi muhafaza etmektir. “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.” (İsrâ, 29.) buyuran Kur’an, böylesi bir uyumu yakalayanları; “Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur.” (Furkân, 67.) ayetiyle övmektedir.
Tüketime dair ahlaki zaafların temelinde yine araç-amaç şaşkınlığı vardır. Tüketmeyi araç değil amaç edinen birey, en kaliteli üründen en uzun süre ve en fazla miktarda tüketebilmek uğruna, erdemlerinden taviz vermektedir. Nitekim tüketim toplumlarında ürün ve hizmetin insani değerlerin önüne geçtiği ve tüketmeye kilitlenmiş bireylerin değerleriyle çatışır hale geldiği inkâr edilemez bir gerçektir. Belki de bu değerlerin en başında kanaatkârlık gelmektedir. Bireylerin birer potansiyel tüketici olarak görüldüğü ve daha çok tüketmelerini sağlamak üzere sürekli kışkırtıldığı bir dünyada, hırs ve tamahın önüne geçmek imkânsızlaşmaktadır. İhtiyaçlar sınırsız kabul edilmekte, zihinler doyumsuzluğa şartlanmaktadır. Oysa “Âdemoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir vadi dolusu malı daha olmasını arzu eder. Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doldurur.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 118.) buyuran Peygamber Efendimiz’e göre, ihtirasını dizginlemeyen bir tüketici iflah olmayacaktır. Diğer yandan, yine Hz. Peygamber’in cümlesiyle özetlemek gerekirse; “Müslüman olan, geçinmesine yetecek kadar rızka kavuşan ve Allah’ın verdiklerine kanaatkâr kıldığı kişi, mutluluğu yakalamıştır.” (Müslim, Zekât, 125.)
Günümüz tüketicisinin, metaı yüceltme ve onunla kendisine anlam biçme sorunu da eşyanın araç oluşunu unutmaya bağlı aynı yanlış zihin kalıbından kaynaklanmaktadır. Tükettiği malın veya aldığı hizmetin kalitesine göre değer gören/görmek isteyen birey, madde olmaksızın kimliğini tanımlayamaz hale gelmektedir. Allah Rasulü (s.a.s.)’nün bu durumdaki tüketicileri anlatırken, “Altının, gümüşün, kadife ve kaftanın kulu olanlar helak oldu!” (Buhârî, Cihâd, 70, Rikâk, 10.) buyurması, yaşamın amacını ve kulluk bilincini yitirmişliğe yönelik ciddi bir uyarıdır. Maddeyle böylesine özdeşim kurmanın bir diğer tehlikeli sonucu da gösteriş ve kibirdir. Tüketim kültürünün alabildiğine süslediği vitrinler, tüketicide süslenme ve bu şekilde varlığını görünür kılma çabası oluşturmaktadır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, giyimiyle gurur duyarak, o günün tabiriyle, eteklerini sürüyen kişiye Allah’ın rahmet nazarıyla bakmayacağını söylemektedir. (Müslim, Libâs ve Zînet, 42; Buhârî, Libâs, 1.)
Tüketim toplumunun en ciddi açmazlarından birisi ise israftır. İsraf, eşyayı salt objeye dönüştürmek yani ‘işe yararlık’ kategorisinden çıkararak, gereksiz bir tüketim ile anlam alanının dışına atmaktır. Her geçen gün yeni bir yüzle tüketicinin karşısına çıkarak gündemde kalmayı başaran nice ürün, bir süre sonra gereksiz ve amaçsızca biriken eşya yığınları oluşturmaktadır. Tarih boyunca geçerliğini koruyan böyle bir sorun karşısında Rasul-i Ekrem’in koyduğu sınır gayet belirgindir: “Yiyin, sadaka verin, giyinin ama israfa ve gösterişe kaçmadan!” (Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, I-IX, Haz. Abdülfettâh Ebû Ğudde, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, 1994, “Zekât”, 66.) Allah’ın malı boşa harcamaya yönelik faaliyetlerden hoşlanmadığını belirten Hz. Peygamber’in, (Buhârî, İstikrâz, 19.) ihtiyaç fazlası tüketimi doğrudan şeytanla ilintilendirmesi ise dikkat çekicidir. Bu ilinti, saçıp savuranları nankörlük bağlamında “şeytanların kardeşleri” olarak tanımlayan Kur’an diliyle örtüşmektedir. (İsrâ, 26-27.) Söz gelimi Hz. Peygamber, cana can katacak tek bir lokmanın bile heba edilmemesini isterken, “Biriniz elindeki lokmayı yere düşürürse, ondaki toz toprağı gidersin, lokmasını yesin. O lokmayı şeytana bırakmasın.” demektedir. (Müslim, Eşribe, 136.) Nihayetinde her lokma, anlamın devamlılığına hizmet için yaratılmıştır.
Bir Müslüman olarak tüketim ahlakı geliştirirken, insanın her türlü maddi imkânı ve doğal kaynağı dilediğince harcama hakkına sahip, imtiyazlı bir varlık olmadığı unutulmamalıdır. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah’ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi?” (Lokmân, 20.) ayetinin de ifade buyurduğu üzere, kâinat bütün zenginliği ile insanoğlunun hizmetine sunulmuştur. Ancak insan, kâinatın efendisi değil, tükettiği canlı ve cansız varlıklarla birlikte bir parçasıdır. Dolayısıyla yerinde ve zamanında tüketmediği sürece aslında kendi değer dünyasından çalmakta, kendi varlığını heba etmektedir. Tüketirken aslında tükenmektedir.
Sonuç olarak, tüketim, aslında “üretim” denen maddi-manevi yeni bir oluşum sürecinin hareket noktası ya da eşiği olarak rol üstlendiğinde gayesine ulaşmış demektir. Bir başka deyişle tüketim, tüketilen şeyin yeni bir boyut, varlık ve anlam kazanmasına yol açtığı ölçüde anlamlıdır. Buna göre, modern toplumlardaki temel sıkıntı, üretim sürecinden bağımsız bir şekilde tüketim kelimesine değer yüklenmesi ve bu sahte değere göre yaşayan insan modelinin yüceltilmesidir. İslam’ın bu noktadaki ilk vurgusu, mutlak anlamda üretenin Allah olduğu gerçeğinin bilinciyle, tüketimin Allah’ın yaratma gücüne bir saygı olarak ele alınması gerektiğidir. Nihai vurgusu ise, insanın da Allah’ın yanı sıra üretebilen bir varlık olduğunu unutmaması ve asla ürettiğinden fazla tüketmemesidir. Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “Hiç kimse kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhârî, Büyû’, 15.) Zira Allah, varlık-yokluk dengesi taşıyan bir kâinatta insanı ‘var etmiş’, böylece varoluşa bir üst değer kazandırmıştır. Tüketim, bir yok ediş sürecine dönüştürüldüğünde, insan kâinattaki bu dengeyi bozmaya ve böylece Allah’ın ona verdiği üst değeri tahrip etmeye başlamaktadır.
(Bu makale “Tüketim: Hayatın Amacı Değil, Anlam Döngüsünün Aracı” başlığı ile Tüketim ve Değerler Sempozyumu’nda (UTESAV/06 Haziran 2009 İstanbul) sunulan tebliğin yazar tarafından yeniden düzenlenmiş bir özetidir.)