Makale

Bilgi ve İslam Dininin Bilgiye Verdiği Değer

Bilgi ve İslâm
Dininin Bilgiye
Verdiği Değer

Doç. Dr. Selim Özarslan
Fırat Üniversitesi ilahiyat Fakültesi

Din, milletlerin kültür dokularının oluşmasında ve güçlenmesinde önemli bir yer tuttuğu gibi, ilmin ve bilginin gelişip yaygınlaşmasında da aktif bir role sahip bulunmaktadır. Bu araştırmamızda geçen ilim ve bilgi kavramlarını birbirinin müteradifi olarak kullandığımızı belirtmeliyiz. İlim veya bilgi "bir şeyi olduğu hâl üzerine bilmek" ya da "olaya uygun kesin itikad" (Pezdevi, Ebu Yusr Muhammed, Usulu’d-Din (Ehl-i Sünnet Akaidi), çev. Ş. Gölcük, İstanbul, 1988, s. 14; Cürcani, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, et-Ta’rifat, Daru’l-Kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1416/1995, s. 155) olarak tanımlanmaktadır. Bilgi de öncesiz (kadim, ezelî) ve yaratılmış (muhdes) olarak ikiye ayrılabilir. Ezelî bilgi Allah’ın ilmi olurken, muhdes bilgi insan ve cinlerin bilgisi olmaktadır. İlmin gayesi ise, tabiatı tam ve eksiksiz olarak anlamak, eşyanın hakikatini kavramak, gerçeği bilmektir. (Adıvar, A.Adnan, Bilim ve Din, İstanbul, 1980, s. 2123)
Yeni bir çağa, 21. yüzyıla girdiğimiz şu zaman diliminde insanlığın her şeye olduğu gibi, bilgiye olan gereksinimi de zirve noktasına varmıştır. Bilgi ve bilgi teknolojilerinden yoksun olan insanların çağdaş dünyanın ulaştığı maddî ve manevî refah ve kalkınmışlık düzeyine ulaşamadıkları bir realite olarak gözlerimizin önündedir. Diğer taraftan bilgi çağı olarak adlandırılan günümüzde bilgi ve bilgi teknolojilerinde öyle baş döndürücü gelişmeler kaydedilmiştir ki, insanoğlu dünyanın öbür ucunda meydana gelen bir olaydan birkaç saniye içerisinde haberdar olabilme imkânına kavuşmuştur. Başka bir deyişle bilgiye bilgisayarda bir parmak hareketiyle ulaşılabilmektedir. Telekomünikasyon ve ulaşım alanlarında elde edilen bu üstün başarılara bilgi ve kültür düzeyinin artması sayesinde ulaşılmıştır. Bu da yaşadığımız dünyanın küreselleşmesine, küçük bir köy hâline gelmesine neden olmuştur. Kısacası değişim ve gelişim her alanda olduğu gibi, bilgi alanında da kendisini olanca gücüyle hissettirmektedir. Gözlemlenen bu değişim ve dönüşüme ayak uydurmak için hakikî bilginin peşinden gitmek insanımız tarafından bir zorunluluk olarak algılanmalıdır. Ulaşılan bilgiyi aklın ve vahyin denetiminde kullanan bireyler ve toplumlar gerçek mutluluğa ve huzura kavuşabilirler. İslâm’ın temel kaynağı Kur’an, değişimi, pozitif ve negatif yönde gelişen bir oluşum olarak telâkki eder: "Kim salih amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir." (Fussilet, 46) Burada salih amel iman ve bilgiye dayanan anlamlı ve amaçlı bir eylemdir. (Bkz. Macit Nadim, Eylem-Değişim İlişkisi, Tarihsel Eylemin Yapısı, Dini Araştırmalar, c.l, Sayı, 2, 1998, s.67-68)
Bilginin/ilmin değeri ve bilgi edinmeye teşvik
İlerlemek, gelişmek ve insanca bir yaşama ulaşmak için bilgiye yani ilme gereksinim vardır. Bu, aklın apaçıklık ilkesiyle sabittir. Bireyin insanlığını gerçekleştirmesi, kendisine, Yaratanına, çevresine, içerisinde yaşadığı toplumuna ve insanlığa yararlı ve faydalı bireyler olması için okumaya ve ilim sahibi olmaya ihtiyacı vardır. İnsan ancak okumak ve ilim sahibi olmakla bu güzel hasletlere ulaşabilir. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan bir buçuk milyar insanın inandığı İslâm dini, Peygamberi Hz. Muhammed aracılığıyla özelde müminleri genelde ise bütün insanlığı okumaya, öğrenmeye, kalemle yazmaya kısaca bilgi edinmeye çağırmaktadır. Alâk sûresinde geçtiği gibi ilk inen İlâhî mesaj "oku" olmuştur. "Yaratan Rabbinin adıyla oku!"
(Alâk, 1) Burada bilgi edinmenin ilk şartı olarak okumanın öncelenmesi, muhatap kitle açısından önemlidir.
Ayrıca bu ayetle okumanın, öğrenmenin ve ilim sahibi olmanın üstünlüğüne de dolaylı olarak temas edilmiştir. İslâm dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde ilmin değeri üzerinde durulmuş ve insanlar bilgi sahibi olmaya yönlendirilmiştir.
Yüce Allah "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun" (Nahl, 43; Enbiya, 7) demek suretiyle ilim ve bilginin değerini ve bilgi sahibi olmayı yüceltmiştir. Ayette vurgulanmak istenen şey ise, her konuyu onu bilenlerden, uzmanlarından sorup öğrenmektir.
Başka bir yerde de Yüce Allah, Peygamber’inin şahsında, bütün insanlığa ilimlerinin artması için Rablerine dua etmelerini istemiştir. "Rabbim, benim ilmimi artır de." (Ta Ha, 114)
Burada Hz. Peygamber’i ilgilendiren boyut, her gelen vahyin onun bilgisini artırması gerçeğidir. Onun bilgisi gelen vahiylerle fazlalaşıyordu. Hz. Peygamber’e ömrünün sonuna kadar vahiy geldiği göz önünde tutulursa, bilgisinin sürekli arttığını söyleyebiliriz. İslâm Peygamber’inin ilminin artması hususunda şöyle dua ettiği de hadis kaynaklarında yer almaktadır: "Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni yararlandır. Bana yararlı olan şeyleri öğret, bilgimi artır. Hamd (övgü ve sena) daima Allah’a mahsustur." (Tirmizi, Ebi İsa Muhammed b. Isa b. Sevra, Sünen, Da’avad, 128, İstanbul, 1413/1992 ; Ibn Mace, Ebi Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, Mukaddime, 23, İstanbul, 141 3/1992) Başka bir Kur’an ifadesinde Allah, ilim sahiplerinin sözlerine itibar etmektedir. Şöyle ki "Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! iman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir." (Kasas, 80)
Yine bu son ve muazzez dinin sahibi Yüce Allah, bilenlerle bilmeyenlerin, itaat edenlerle isyan edenlerin bir olamayacağını (Zemahşeri, Ebu Kasım Mahmud b. Ömer, (538/1 143), Tefsiru’l-Keşşaf an Hakaiki Gavami- di’t-Tenzili ve Uyunu’l- Ekavili fi Vucuhi’t-Te’vil, thk. Abdur- razzak el-Mehdi, Daru’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1417/1997, IV, 118) ifade ederek ilmi ve bilginleri, bilgisizlik ve cahilliğe tercih etmiştir.
"(Resulum) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür." (Zümer, 9)
Gerçek bilgi marifettir, marifet ise Allah’ı bilmektir. Hakk’ı bilmek ise basiretin açılmasıdır, insanın basireti açılınca içinde bulunduğu varlık âlemindeki gerçeklerle karşı karşıya gelir ve hakikati anlar. Sağduyu, öz akıl, dünyada gördüklerinden, işittiklerinden, tecrübe ettiklerinden yararlanarak gözlem ve deneylerinin arka plânındaki değişmez kâinat gerçeklerine ulaşır. Bu yolla kâinatın Yaratanının olduğunu bilir, tanır, O’na saygı, itaat ve bağlılıkta kusur etmez. işte gerçek ilim ve bilgi sahibi olan insanlar bu niteliklere sahip olanlardır.
İlme verilen değer ve ilmi edinmeye teşvik konusunda andığımız bu ayetlerden başka Kur’anî nasslar da vardır. Bunlardan birisinde Yüce Allah inananları ve ilim sahiplerini derecelerle yükselteceğini bildirmektedir. (Mücadele, 11)
Allah’ın mesajı ve İslâm dininin temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, insanları karanlıktan aydınlığa, cehaletten ilme, vahşetten medeniyete, tabiata aykırı davranışlardan fıtrîliğe geçişi öngörmekte, hayrı tavsiye etmektedir.
İslâm Peygamber’i Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra ilk olarak orada bir cami inşa ettirmişti. (Hayyat, Halife bin, Tarihu Halife b. Hayyat (Halife b. Hayyat Tarihi), çev. Abdulhalik Bakır, Ankara, 2001, 80) Bu caminin bir kısmı, ilim tahsili için okul yapılmıştı. Suf- fa olarak isimlendirilen bu yer, gündüzleri konferans salonu, geceleyin- ilim tahsil edenlere- barınak vazifesi görüyordu. (Hamidullah, Muhammed, İslâm’a Giriş, çev. K. Kuşçu, İstanbul, 1973, 243) Bu şekilde İslâm dini ve onun Peygamberi ilme ve bilgiye nasıl büyük bir önem verdiğini göstermiş oluyordu. Yine o, "iman çıplaktır, elbisesi takva, süsü utanmak, meyvesi ise ilimdir" demek suretiyle imanla ilim arasındaki ayrılmaz birlikteliğe dikkatlerimizi çekmiştir.
Yarınlarımızı, yani geleceğimizi inşa ederken, Kur’an’ın ve onun tebliğcisinin sıklıkla vurguladığı ilmin aydınlığından yararlanılmalıdır. Bunun için de okumaya, ilme, öğrenmeye açık olmalı; geleceğimizin yetişkinleri olacak çocuklarımızı kız ve erkek ayırımı yapmadan okutmalı, onları ilim ve fennin aydınlığıyla donatmalıyız. Bu İnsanî ve dinî bir sorumluluktur. Dine göre aklı kullanmak suretiyle bilgi üretmek dinî bir yükümlülüktür. Düşünmeyen, aklını kullanmayan insan ömrünü boşa geçirmiş addedilir. Taklitten kurtulup, tahkike/araştırmaya dayanan hakikate, doğruya ulaşmak için bilgiye ve aklı kullanmaya gereksinim vardır. Çünkü İslam peygamberi Hz. Muhammed’in de ifade ettiği gibi; "İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır." (Ibni Mace, Sünen, Mukaddime, 17) Ancak bu şekilde çağdaş dünya milletlerinin ulaştığı sosyo- ekonomik, kültürel, siyasal gelişmişlik düzeyine ulaşılabilir.
Bilgi/ilim sahibi olmanın değeri
Kur’an, Allah’ın varlığını ve birliğini, kendisinden başka Tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutanın da kendisi olduğunu ikrar edenlerin ilim sahipleri olduğunu ifade etmektedir. (Al-i Imran, 18) O hâlde insanlık gerçek doğruya ulaşabilmek için bilgili olmayı önemsemeli ve benimsemelidir. Allah, Hz. Muham- med’e ve ondan önceki elçilere indirilenlere iman edenlerin, ilimde derinleşmiş kimselerle, müminlerin olduğunu ifade etmektedir. (Nisa, 162; Isra, 107; Hacc, 54; Şuara, 197) Demek ki dini kabul etmek, iyi anlamak ve yaşayabilmek için eğitimli ve bilgili olmaya gereksinim vardır.
Bütün evrenin yaratıcısı olan Allah, insanlara temsili yolla bildirilen haberleri yalnızca bilgi sahiplerinin düşünüp anlayabileceğini, bilgisiz ve cahil olanların ise bundan mahrum olacaklarını belirtir. (Ankebut, 43)
Son dinin İlâhî mesajı Kur’an, Allah’ın yaratıkları içinde O’ndan gereğince korkanların âlimler ve bilgin kimseler olduğunu ileri sürer. (Fatır, 28) Çünkü âlimler Allah’ı bilen ve O’na tazimde bulunarak saygı besleyen kimselerdir. Şayet ilim, insanı Allah’a saygı ve muhabbete götürmüyor, gurur ve kibire düşürüyorsa, o bilgi gerçek bilgi değildir. Zira gerçek bilgi, sahibini olgunlaştırır, anlayışlı kılar. Bu niteliklere sahip olan kimse Allah’tan gereğince korkar, yani O’na saygı duyar. İlk dönem Kur’an yorumcularından olan Abdullah Ibn Mesud "ilim çok hadis bilmekle değil, Allah’a saygı göstermekle olur." demişlerdir. (Bkz. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Istanbul, VII, 302) Bir hadiste "Rütbelerin en yükseğinin ilim rütbesi olduğu" vurgulanır. Ayette söz konusu edilen ilim, imanla birleşen ilimdir. Bu ilim muteberdir. Zira ahi- ret hayatını garanti altına alan imandır; imansız ilmin insanlara geçici dünya menfaatlerini sağlamaktan öte bir yararı olmayacağı aşikârdır.
Bilgiye ve onun insanlığa getireceği faydalara ulaşmak için yapılan her türlü entelektüel/zihnî gayret ve çaba, İslâm dinî tarafından övülmüş, yararlı bir davranış olarak değerlendirilmiştir. Bu konuyla ilgili olarak İslâm Peygamberi’nin "ilim Çin’de dahi olsa alınız" dediği hadis kaynaklarında rivayet edilmektedir. Bir başka sözünde de Hz. Muhammed, "el-Ule- mau verasetü ’l-Enbiya" (Tirmizi, Sünen, Kitabü’l-llm, 19; Ebu Davud, Süleyman b. Eşab, Sünen, Kitabü’l-ilm, 1, İstanbul, 1413/1992; Ibn Mace, Sünen, Mukaddime, 17) yani alimler, peygamberlerin varisleridir" demek suretiyle ilim sahibi olmanın büyük bir şeref olduğunu belirtmiştir. ilim ve bilgi sahibi olan bilginlerin üstünlüğünü ortaya koyan sözlerinden bazıları da şöyledir: "Kıyamet gününde alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanı ile tartılır" "Ümmetimden iki sınıf düzelirse, bütün insanlar düzelmiş olur. Bozuldukları zaman bütün insanlarda bozulur. Bunlarda amirler ve âlimlerdir" "Alimin ibadet edenden üstünlüğü, on dördüncü gecede, ayrı diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir." (Tirmizi, Sünen, Kitabü’l-ilm, 3; Ibn Mace, Sünen, Mukaddime, 17)
İslâm düşüncesinde ilmin yaygınlaştırılmasına ve gizlenmemesine büyük değer atfedilir. (Ibn Mace, Sünen, Mukaddime, 24) Bu bağlamda Hz. Peygamberden sonra devlet başkanlığı yapan dördüncü Halife Hz. Ali "ilim maldan hayırlıdır, çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur, ilim hakim, mal mahkumdur. Mal sarf etmekle azalır; ilim sarf etmekle çoğalır" demektedir. Ulema/bilginlerin eserleri sayesinde bireylerin zihinlerinde sürekli yaşadıkları bilenen bir olgudur. O hâlde, eser bırakmış alimler görünürde ölmüş addedilseler bile hatıralarda yaşamaktadırlar.
Evrensel ve son din olan İslâm akla, tecrübeye ve ilme büyük önem verdiği için İslâm dünyasında dünyaca ünlü büyük ilim ve fikir adamları yetişmiştir. Bunlara Ebu Hanife (80/699-150/767); Ebu Mansur Matüridî (ö. 333/944), Farabî (870-950), Ibni Sina (370/980-428/1037), Cazalî (505/1111), Nasirud- din et- Tusî, Ibn Heysem, Ebu Bekr Razî gibi filozof ve düşünürleri örnek verebiliriz.
Üzerinde kafa yorulması gereken hususlardan birisi de İslâm’ın ilme ve bilgiye teşvik ederken, dinî ilim ve dünyevî ilim diye bir ayırıma gitmemiş olmasıdır. Bu bağlamda Müslüman bilginler tabiî ilimler alanında özellikle fizik, kimya, biyoloji, tıp, fizyoloji, anatomi sahasında bazı müşahede ve tecrübeler ortaya koymuşlardır. Bu yapılırken İslâm hukuku, kelâm, tefsir ve hadis alanındaki çalışmalar da devam ediyordu. Matematiğin konularından olan Trigonometri, Logaritma, İslâm medeniyetinde doğan ve buradan batıya geçen ilimlerden bazılarıydı. (Bkz. Taylan, Necip, İlim-Din, İstanbul, 1979, 269)