Makale

Yücel Çakmaklı “Millî sinema; olaylara, eşyaya, insanlara millî bir bakış açısıyla bakmalı, bu bakış açısıyla tespit ettiği gerçekleri sinema diliyle anlatmalı.”

Söyleşi

Dr. Hafsa Fidan

Yücel Çakmaklı

“Millî sinema; olaylara, eşyaya, insanlara millî bir bakış açısıyla bakmalı, bu bakış açısıyla tespit ettiği gerçekleri sinema diliyle anlatmalı.”

Siz yerli bir vizyon geliştirerek sinemada yeni bir ekol oluşturmuş ve yıllarını sinemaya vermiş değerli bir yönetmenimizsiniz. Sizin için sinema ve sinemacılık ne demek, bize biraz anlatır mısınız?
Sinema benim hayatımda, karakterimin oluşumunda, yetişmemde üçüncü bir ocak oldu. Birinci aldığım terbiye ve eğitim, doğuşumuzla birlikte ailedendi. Ondan sonra okul dönemiyle okuldandı. Ama hemen onunla birlikte sinema geldi. Aile, okul ve sinema üçü birlikte benim hayatımda çok etkili oldu ve bu üçünden aldığım bilgilerle, telkinlerle karakterim oluştu. Ben sinemanın çok büyük ve önemli bir eğlence aracı olmasının yanında, bir tebliğ, telkin aracı olduğunu, eğitici, öğretici yanı olduğunu, çok küçük yaşlarda fark ettim ve bizzat kendim yaşadım. Hatta sinemanın, eğitim-öğ- retimi de aşan, propagandaya varan yönünün olduğunu, bütün bunların yanında, bir de sanat olduğunu fark ettim. Sanatlar arasında sinema "yedinci sanat" diye isimlendirilir. Küçük yaştan itibaren en son ortaya çıkmış bir sanat olması dolayısıyla, sinemanın kendinden önceki bütün sanatları, edebiyatı, musikiyi, resmi ve bir çok güzel sanatları kullanarak eğlendirici ve eğitici, tebliğ ve telkin edici yönüyle, insanların üzerinde çok büyük bir etkileme gücü olduğunu hissettim.
Çocukluğunuzda sinema ile nasıl tanıştığınızı, sizi nelerin sinemacılığa yönlendirdiğini anlatır mısınız?
Benim çocukluğum, daha çok tatil zamanlarımda sinemayla geçti. Bunun yanında dedem bir köyde fahri imamlık yapıyordu, dedeme yardımcı olurdum. Dedem çok büyük bir İslâm âlimi idi. Ben de yaz aylarında daha çok onun yanında bulunur, ona yardım ederdim. Yani müezzin olarak çıkar, ezan okurdum, kamet getirirdim ve onun vazu nasihatlarını, hutbelerini dinlerdim. Bu vesileyle de bizim şifahi kültürümüzde önemli bir yer tutan hikaye anlatma sanatını kaptım. Dedemin özellikle ramazan aylarında bir âdeti vardı. Otuz ramazan boyunca her gün, ikindi ile iftar vakti arası iki saatlik bir süre içinde güzel hikayeler anlatırdı. Ben bu hikayeleri can kulağıyla dinlerdim. Hikayeler arasında kıssadan hisse, Kur’an-ı Ke- rim’den kıssalar yer alırdı.
"Arkası yarın" denildiği gibi hikayeyi anlatır, en tatlı yerinde keser, "artık arkası yarın, yarın devam edeceksiniz" derdi.
Dedemin anlattığı kıssalar arasında beni en çok Yusuf kıssası etkiledi ve sinemacılığa yöneltti. Anlattığı hikaye sanatının içinde çok önemli şeyler verirdi, tebliğ ve telkinde bulunurdu. Ama bunları hikayenin içinde öyle güzel yedirir- di ki, tabi ki kendim etkilendiğim gibi, cami cemaatinin de nasıl can kulağıyla dinlediğini ve etkilendiğini görürdüm. Ben bu geleneği sinemayla birleştirdim. Onun için yüksek tahsilim bu yönde hizmet etsin diye, o zaman, 1955-60 yılları arasında İstanbul Üniversitesinde bu mesleğe en yakın olarak gazetecilik konusunu gördüm. Gazetecilik enstitüsünde okudum. Gazetelerdeki, dergilerdeki sinema yazılarını, film tekniklerini çok okurdum.
Bilinçli bir şekilde bunun eğitimini almaya yönelmişsiniz demek ki. Peki sinema ile ilk defa pratik olarak nasıl buluştunuz?
Türk sinemasında mesleğe çıraklıkla başlamak gerekiyordu. Usta-çırak ilişkileri içerisinde öğreniliyordu bu sanat. 1963 yılının başlangıcında, gündelik bir gazetede sinema yazıları yazmaya başladım. Bu vasıtayla Türk sinemacılarıyla, film yapımcılarıyla, yönetmenleriyle tanıştım. Onlarla röportajlar yaparak, setlerde film çekim yerlerini ziyaret ederek yakınlık kurduk. Ardından çıraklığa talip oldum. Beş yıl boyunca, 1968 yılına kadar elli küsür filmde çıraklık yaptım. Çıraklıktan kalfalığa da geçtik ve nihayet kendi kendime bu mesleği zanaat olarak öğrendim.
Sinemacılığa bilfiil girdiğiniz yıllarda Türk sinemasında hangi akımlar vardı?
Başlangıcından beri Türk sinema tarihinde filmlerin yapısına baktığımız zaman, muhteva olarak iki ana çizgide geliştiğini görürüz. Birincisi, batının kapitalist zihniyetle ürettiği daha çok ticari amaçlı filmlerin taklidi, adaptasyonu hatta bire bir kopyası şeklinde üretilen yerli filmler. İkincisi de 1960’tan itibaren Türkiye’de de Türk sinemasına yeni bir anlayış olarak giren, kendini toplumsal gerçekçi sinema anlayışı diye takdim eden sinema anlayışı. Ama ben onu daha yakından inceleyince, o anlayışın da özünde bire bir taklitçiliğe dayandığını, batı kültürünün bir ürünü olan Marksizm’in sanat anlayışı olan sosyalist realizm anlayışınca üretilen filmlerin taklidi, adaptasyonu hatta kopyası olduğunu gördüm. Dolayısıyla "özü itibarıyla taklitçi olan, kendi kültürümüzden kaynaklanmayan bu iki anlayışın karşısında, gerçek anlamda bir Türk sineması nasıl olmalıdır?" sorusu çerçevesinde düşüncelerim gelişti.
"Gerçek anlamda bir Türk sineması nasıl olmalıdır?" sorusuna verdiğiniz cevap "milli sinema" oldu, öyle mi? Peki "milli sinema" olmanın kriterleri nedir?
Evet. "Milli sinema", benim daha sinema yazarlığı dönemimden itibaren başlayan, Türk sinemasının fikri yapısının analizinden doğan bir görüştü. Kozmopolit sinema anlayışı, ve toplumsal gerçekçi sinema anlayışı, her ikisi de özü itibarıyla bizim millî kültürümüzden kaynaklanmıyordu. Benim amacım, gerçek manada milletimizin beklediği, özlediği, kendi kültürümüzden kaynaklanan, İslâm medeniyeti çerçevesi içinde, tarihî süreç içinde toplumumuzun yaşadığı gelişmeleri anlatan filmler üretmekti.
Kısaca özetlediğimiz zaman milli sinema; olaylara, eşyaya, insanlara milli bir bakış açısıyla bakmalı, bu bakış açısıyla tespit ettiği gerçekleri sinema diliyle anlatmalıydı. Burada görüleceği üzere iki unsur var: Bakış açısının milli olması ve bunun sinemanın kendi evrensel diliyle anlatılması. Bunun neticesinde sırf bu filmleri yapmak için küçük sermayeli bir film şirketi oluşturdum, Elif Film Şirketi diye. 1969 yılı hac mevsiminde hac rehberi mahiyetinde olacak yarı belgesel bir filmimiz vardı: Kâbe Yolları. O filmi çekerek yönetmenliğe başlamış olduk.
Bilahare de ilk konulu sinema filmi olarak, "Birleşen Yollar" filminin hazırlıklarına başladık. Onun da hazırlık aşamasında bize temel teşkil eden, yazar Şule Yüksel Şenler hanımefendinin o zamanlarda çok popüler olan, beğenilen, tartışılan, "Huzur Sokağı" romanı oldu.
Sinemaya artık yönetmen olarak girdiğinizde, belli konulardaki filmlerin çekimini yapmada size yardımcı olan etkenler nelerdi?
Ben zaten edebiyatı çok sevdiğim ve şahsiyetime uyan edebiyatçıların eserlerini, romanlarını, hikayelerini, piyeslerini okuyarak, onların fikirleriyle, edebi eserleriyle karakterim oluştuğu için, sinemaya girdiğim zaman da benim bütün arzum bu eserleri yapmaktı. Yani bir Necip Fazıl Kısakürek’in, Tarık Buğra’nın, Peyami Safa’nın eserlerini sinemalaştırmaktı. Bunlar o zamana kadar Türk sinemasında yapılmamış edebiyat eserleri idi. Huzur Sokağı’ndan sonraki çalışmalarımızın hepsinde, Necip Fazıl Kısakürek rahmetlinin çok büyük katkıları vardır. Konuları o bulmuştur. Kendine göre "senaryo romanı" diye bir tarz icat etmiştir. Meselâ "Çile", "Zehra", "Kızım Ayşe" gibi filmlerimizi o tarzda yazmıştır. Biz onları yine edebiyatçılarla iş birliği yaparak senaryolaştırmışızdır.
Bu filmlerin ardından TRT’de çalışma döneminiz başladı değil mi?
1970’den 75’e kadar süren Türk sinemasındaki birinci yönetmenlik dönemimde yedi film ürettim. 1975 yılında da TRT’ye geçtim. TRT de 15 yıllık müddette bir taraftan genel müdürün sinema filmi, televizyon dramaları konusundaki danışmanlığını yaptım, bir taraftan da kendi mesleğim olan film yönetmenliğini, televizyon filmleri, dizileriyle devam ettirdim. Bu ikinci dönemde esas yapmayı düşündüğüm eserleri yapma imkânı buldum. Necip Fazıl Kısakürek’in, "Bir Adam Yaratmak" isimli piyesini, televizyon oyunu olarak uyarlama imkânım oldu. Tarık Buğra’nın, "Küçük Ağa" ve "Osmancık" romanları başta olmak üzere sevdiğim romanları dizi hâlinde verdim. 1990 da TRT’den ayrıldıktan sonra tekrar serbest yönetmen olarak Türk sineması ve özel televizyonlar için bazı çalışmalar yaptım. Bu dönemin başlangıcında da, "Minye- li Abdullah" filmini yaptık.
"Minyeli Abdullah" filmi gösterildiği sezonda izlenme rekoru kırdı değil mi?
Evet, gösterildiği sezonda, bütün o sezon gösterilen yerli ve yabancı filmler arasında en çok seyirci toplayan film oldu. Hekimoğlu İsmail’in o romanını üç bölümde vermeyi düşündük. Minyeli Abdullah-1 ve Minyeli Abdullah-2 bölümünü yaptık. Üçüncü bölümünü yapmak kısmet olmadı, ilerde o üçlemeyi muhakkak tamamlamak isterim, en büyük arzum bu. Hemen peşinden de Diyanet Vakfı’nın bir kültür hizmeti olarak, ’Sahibini Arayan Madalya’ isimli filmi gerçekleştirdim. Son yıllarda daha çok danışman olarak genç arkadaşlarımıza televizyon, sinema çalışmalarında yardımcı olmaya çalışıyorum.
Peki şimdilerde Türk sinemasının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk sineması şu anda film üretemez durumda. Çok az bireysel çıkışlar oluyor. Ama şimdi yeni bir dönem başlayacak inşallah. İlk defa sinema alanının düzenlenmesiyle ilgili bir altyapı oluştu. Geçtiğimiz aylarda, ekonomik şartlar, teşvik ve destek şartlarını da kapsayan sinema kanununa kavuştuk. Kültür Bakanlığının hazırladığı kültür sanat alanlarıyla ilgili üç kanundan iki tanesi, özellikle sinema alanının hukukî yapısını, ekonomik şartlarını düzenleyen, teşvik eden, destekleyen mekanizmalar getiriyor. Sinema büyük bir sanayi dalıdır. Kendine göre bir iş bölümü vardır. Önce hazırlık aşaması, üretim, pazarlama, sinemalara kadar dağılması ve daha sonra dış pazara geçmesi gibi, çok geniş bir alanı ve iş bölümünü gerektiren bir sektör, işte bunun oluşması için hukuki düzenlemeler gerekiyordu. Yeni yönetmelikle, bu destek mekanizmaları ile birlikte Türk sineması yeniden canlanacaktır.
Sinemacılığa ülkemizi aşan boyutuyla çok daha genel bir perspektiften baktığımızda Hollywood sinemasının dünya genelinde sinema tekeli oluşturduğunu görmek zor olmasa gerekir. Avrupa sineması bile hâlen Amerikan sineması ile baş etmeye çalışmakta. 11 Eylül sonrası Hollywood sinemasının, "terörist Müslüman" imajını daha çok yerleştirmeye çalıştığı da malumumuz. Müslü- manlar bu sinema ile baş edebilecek güçte alternatif bir sinema gücünü nasıl kurabilir ve kendi aleyhine oluşturulan imajları nasıl kırabilir?
Amerikan sinemasının yaygın bir hegemonyası var. Şimdi burada önemli bir şey var. Amerika ekonomisine baktığımız zaman, Amerikan dış ticaretinin istatistiklerinde en başta silah sanayi gelir. İkinci sırada sesli ve görüntülü yayınlar gelir, tabi sinema başta olmak üzere. Ama ilk defa olarak Ağustos sonu istatistiklerine göre bu, ikincilikten birinciliğe yükselmiş oldu. Sıcak savaşların çok yaygın olduğu ortamda, silah alış verişinin çok olmasına rağmen, Amerika sinemasının sesli ve görüntülü yayınlar pazarının, ihracat olarak Amerika’da birinci sırayı alması; Amerikan sinemasının, sesli görüntülü yayın pazarının bütün dünyaya hakim olduğunu gösteriyor. İşte bu bakımdan, kendi sinemalarını bu hegemonyadan kurtarmak öncelikle birinci vazifedir. Her ülkenin sinema salonları Amerikan filmleriyle dolu şu anda. Bütün İslâm ülkelerinin ve Avrupa ülkelerinin. Seyirci bu filmlerin hakimiyeti altında, fikrî yapısı bununla gelişiyor. Hatta tüketim ürünleri bununla değişiyor.
Avrupa sineması da Amerikan filmleriyle baş etmeye çalışıyor. Bütün Avrupa topluluğuna bağlı ülkelerin hükümetlerinin katkılarıyla bir fon oluşturup, o fondan belli projelere destek veriliyor. Böylelikle üretilen filmler, Avrupa kültürünün ve Avrupa teknolojisinin ürünü olarak, ancak sinemalarda yer bulabiliyor. İslâm ülkelerinin de böyle bir işbirliğine gitmeleri şart. Böyle bir ortak üretim, ortak pazarlama oluşması lâzım ki, teknik ve estetik standart olarak Amerika sineması standardını tutturacak filmler üretmek mümkün olsun.
Peki son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Atatürk’ün bir sözü var, o sinemanın önemini çok iyi kavramış: "Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek ateşli silahların yerini alacak. Savaşlar artık sinema yoluyla olacak. Onun için sinemaya lâyık olduğu önemi vermeliyiz." İslâm dünyasında başından beri sinema meselesine gerektiği kadar önem verilmemiş. Ben Türkiye’nin, "İslâm ülkeleri, sesli ve görüntülü yayıncılık konferansı" gibi bir toplantının öncülüğünü yapmasını isterim.
Dünyadaki Müslüman ve İslâm imajı ve Müslüman ülkelerin yabancı sinema hakimiyetinden kurtulması açısından neler yapılabilir? Bunu birlikte düşünmek, birlikte kararlaştırmak için bir araya gelme ihtiyacı var. Türkiye önümüzdeki yıllarda böyle bir konferansa öncülük ederse, bunun da uygulayıcısı olarak Devlet Bakanlığımızın, Diyanet işlerinin çok büyük bir motor güç olacağına inanıyorum. Şu ana kadar Amerika sinemasının teknik ve estetik kalitesiyle rekabet edebilecek düzeyde iki önemli filmden bahsediyoruz: Mustafa Akad yönetmenin "Çağrı" ve "Ömer Muhtar" filmleri. Bu tarzda İslâm tarihinden eserlerin, İslâm medeniyetinin çağdaş medeniyete katkılarının ve ilim adamlarımızın, edebiyatçılarımızın, ortaya koyduğu eserlerin sesli ve görüntülü yayın hâline getirilmesi gerekiyor. Bu hedefe gitmede de Türk sinemacılarının çok büyük katkısı olacağına, yönetici güç, motor güç olacağına inanıyorum.