Makale

BİR ÇELİŞKİYİ ANLAMAK DİN VE ŞİDDET

BİR ÇELİŞKİYİ ANLAMAK DİN VE ŞİDDET

Prof. Dr. Bülent BALOĞLU
Başkanlık Müşaviri

Şayet din, insanları doğruya, güzel ve erdemli davranışlara çağıran, barış, sevgi ve kardeşliği amaçlayan bir sistem ise, şiddetle işi ne? Hele bu din, İslam olduğunda, şiddetle yan yana gelmesi, anılması bir çelişki değil mi?

İslam dünyası bugün barış, sevgi ve kardeşliğin hâmisi olacak, din adına şiddeti ve bu şiddeti uygulayanları lanetleyecek, onların tuzaklarına düşmeyecek “Muhsin” ve “Muhsine”lerine her zamankinden daha fazla muhtaçtır.

YİRMİ BİRİNCİ asrın henüz onlu yıllarında olmamıza rağmen, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve bilhassa da İslam beldelerinde yaşanan acı ve kanlı olaylar, süregiden savaşlar bu asrın en önemli sorunlarından birinin genelde şiddet, özelde ise dinsel şiddet olacağını göstermektedir. Şüphesiz, din bizatihi kendinde şiddet üreten bir yapı olmamakla birlikte, şiddetle yan yana anılması yeni bir durum değildir. Din ve mezhep bakımından farklı olan insanların din veya mezhep adına, Tanrı veya Allah adına birbirlerini yok etmeye çalıştıkları pek çok savaş tarih sayfalarında kayıtlıdır.
Mesela, Fransa’da 1562’de “tek inanç, tek hukuk, tek kral” sloganıyla başlatılan sekiz ayrı din savaşı 1598’de Nantes Bildirisi ile sona erdiğinde binlerce Fransız hayatını kaybetmiş, etkisi asırlar sürecek büyük bir yıkım yaşanmıştı. Aynı şekilde, Katolikler ile Protestanlar / Luteryenler arasında cereyan eden ve yirmiye yakın Avrupa devletinin bilfiil katıldığı en “kanlı” din savaşı “30 Yıl Savaşları” (1618-48) adıyla bilinen savaştır. Bu savaşlar Westphalia anlaşması ile sona erdiğinde toplamda 8 milyon sivil ve asker hayatını yitirmişti. Tek başına Almanya’nın bu savaşlardaki kaybı 4 milyondu; bu, Almanya’nın o dönemdeki toplam nüfusunun yüzde 20’si demekti.
İslam tarihinde bu boyutta bir din savaşı veya savaşları yaşanmamıştır. Ne var ki bugün, asla tasvip etmesek de üzülerek kabul etmeliyiz ki, İslam coğrafyasının bazı bölgelerinde din ve mezhep adına şiddet hüküm sürmektedir. Bunu görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
Şayet din, insanları doğruya, güzel ve erdemli davranışlara çağıran, barış, sevgi ve kardeşliği amaçlayan bir sistem ise, şiddetle işi ne? Hele bu din, İslam olduğunda, şiddetle yan yana gelmesi, anılması bir çelişki değil mi? Bu soruyu cevaplayabilmek için buzdağının görünen kısmından ziyade görünmeyen kısmına bakmamız gerekmektedir. İslam gibi bir din bizzat şiddeti üretebilir mi veya şiddetin sebebi olabilir mi? Adı “barış” olan, insanları daima iyiliğe, güzelliğe, hayra çağıran bir sistem, kendi adına dökülen şiddeti onaylar mı? İnsanların yerlerinden, yurtlarından sürülmesini, esir ve işkence edilmesini, öldürülmesini teşvik eder mi? Bu sorulara cevabımız kesinlikle “hayır” olacaktır. Öyleyse bu soruların cevabını, din adına şiddet ve terörün kol gezdiği ülkelerin içinde bulundukları sosyal, siyasi ve ekonomik durum ve şartlarda aramak gerekecektir.
İşte tam burada Mısırlı İslam felsefecisi Hasan Hanefi’nin bu konuya dair tespitleri ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağını düşünüyoruz. Hanefi, İslam dünyasında özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve bugün had safhaya varan radikal hareketlerin şiddet uygulamalarının kaynağını iki temel sebebe bağlar. Birinci sebep, İslam toplumlarını çağdaşlaştırmayı hedefleyen, fakat geri kalmışlık, tembellik ve yenilgiden başka bir şey üretmeyen çağdaş ilerleme ideolojilerinin başarısız olmasıdır. Hanefi’ye göre, Batı liberalizmi, devlet sosyalizmi, geleneksel Marksizm gibi ideolojiler, ekonomik gelişme, üretim artışı vb. gibi birtakım yüzeysel kazançlar getirmişse de, gerçekte İslam toplumlarında bilinç kaybı –İranlı düşünür Daryush Shayegan’ın buna “bilinç yaralanması” dediğini hatırlatalım– korku, kayıtsızlık, ikiyüzlülük gibi olumsuzlukları yaratmıştır. Söz konusu ideolojilerle birlikte kabilesel örf ve ritüelizm de bu olumsuzluklarda pay sahibidir. Hanefi’nin ritüelizm ile kastettiği şey, İslam’ın sosyal, siyasi ve ekonomik muhtevadan soyutlanarak salt bir merasimler bütününe dönüştürülmesidir. Radikal hareketlerin şiddetini besleyen ikinci kaynak ise, İslam toplumlarının Batı ile girdikleri kültürel yüzleşmede kapıldıkları aşağılık duygusudur. Hanefi, gerçekte bu duyguyu İslam dünyasına sürekli pompalayan, onları ümitsizliğe sevk edenin Batının kendisi olduğu düşüncesindedir. (Islam in the Modern World, Kahire 1996.)
Bugün, İslam dinini, tarihini şiddetle, terörle yan yana anmayı alışkanlık hâline getiren, hatta kasten özdeşleştirenlere gelince, onlara da Katolik Hristiyan, İngiliz dinler tarihçisi Karen Armstrong’un bir tespitiyle cevap vermek isteriz. Bayan Armstrong, dinin, dünyanın en kanlı savaşlarının nedeni olduğu şeklindeki yaygın inancın kökeninin İspanyol engizisyonuna, Avrupa din savaşlarına ve otuz yıl savaşlarına kadar gittiğini söyler. Armstrong’a göre, Haçlı savaşları da din savaşları sınıfında görülebilirse de Haçlıları esas motive eden şey siyasidir. Papa II. Urban (ö.1099), Hristiyan savaşçılarını Müslümanların üzerine salarken asıl amacı, kilisenin gücünü doğuya yaymak ve böylece Hristiyan Avrupa’yı kontrolü altında tutacak bir Papalık monarşisi kurmaktı. Armstrong, 16 ve 17. asırlarda Avrupa nüfusunu %35 azaltan Katolik-Protestan savaşlarının, “dinsel şiddet miti” adı verilen bir algıyı körükleyen asıl neden olduğu kanaatindedir. Ona göre, Avrupa’nın bu acı tecrübelerden çıkardığı sonuç, din ve siyaseti birbirinden ayırmak şeklindeki modern uygulamadır (“The Myth of Religious Violence”, The Guardian, 25.09.2014.)
Tekrar kendimize dönecek olursak, “İslam” ve “İslami” kavramları ile “İslamcılık” kavramları arasına kalın bir ayrım çizgisi çekmemiz şarttır. Zira İslam veya İslami kavramları ile anlatılan, bir dinin, bir kültürün ta kendisidir. İslam kavramı aynı zamanda İslam’ın hâkim din haline geldiği coğrafyaları ve medeniyet bölgelerini tanımlar. Buna göre Müslüman da bu kültürle kendini özdeşleştiren kimsedir. İslamcılık ise, köktenci bir dinî hareket olan “siyasal İslam”ı ifade eder. (P.R. Demant, Islam Versus Islamism, Londıon 2006: xxıı.)
İslam’ın siyasallaştırılması ile kastettiğimiz şey, onun menfaat ve çekişmenin ön planda olduğu ideolojilere alet edilmesi ve böylece işlevsiz hâle getirilmesidir. İslam’ın Müslümanları birleştirici, kaynaştırıcı, kardeş yapıcı özelliklerinin buharlaştırılıp, yerine ayrıştırma, ötekileştirme ve “şeytanlaştırma”nın ikame edilmesidir. Bütün insani ve dolayısıyla İslami değerlerin yerini adaletsizliğin, eşitsizliğin, tahammülsüzlüğün, hoşgörüsüzlüğün, tahakkümün, ezmenin, mahrum etmenin ve yok etmenin almasıdır. Barışın, kardeşliğin, sevginin, dayanışmanın yerini menfaat çekişmelerinin, otorite kavgalarının, mezhep çatışmalarının alması demektir.
Şiddet ise, menfaat, hâkimiyet, imtiyaz sağlamak amacıyla karşıdaki muhataba sözlü, fiziksel veya psikolojik saldırının genel adıdır. Birbiriyle iç içe geçmiş pek çok unsurun karmaşık ilişkilerinden ibaret olan şiddet olgusunda, muhatabın hayatına ve ırzına kastetme, özgürlüğünü, malını, toprağını ele geçirme, iradesine, isteklerine, inanç ve fikirlerine ipotek koyma vardır. Bu şiddet bireyler, gruplar, topluluklar ve ülkeler arasında vuku bulabilir. Söz konusu şiddet, kendini meşrulaştırmak için dinsel metinleri seçtiğinde bunun günümüzdeki kavram karşılığı “dinsel şiddet”tir.
Dinsel şiddetin felsefesi, “öteki” olanı şeytanlaştırmaktan geçer. Şeytan sadece Allah’ın açık düşmanı değildir, o aynı zamanda O’nun dininin ve O’nu Rab olarak kabul edenlerin de düşmanıdır. Karşınızdakini şeytanlaştırdığınız anda, ona yönelik her türlü şiddeti de din adına rahatlıkla meşrulaştırırsınız. Şayet o kişi veya kişiler, sizin inandığınız türden inanmıyorsa, sizin inandığınız otoritenin peşinden gitmiyorsa, sizin gibi giyinmiyorsa, ibadet etmiyorsa, davranmıyorsa o zavallı biridir, hatta tehlikeli bir düşmandır. Onun dini, cinsiyeti, milliyeti pek fark etmez. Hatta o, “Allah düşmanı”dır, dolayısıyla tehlikelidir ve yok edilmesi gerekir. Bugün dünyada birbirini “şeytan” addeden insanlar ve gruplar, din adına şiddeti yaymada adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar.
Şu hâlde, konumuzla bağlantılı olacak şekilde, yazımızı Meşhur “Cibril hadisi”nden payımıza düşen dersle noktalayalım. Sevgili Peygamberimizle Cebrail (a.s.) arasında geçen karşılıklı soru-cevap şeklindeki bu buluşmadan, bir din olarak İslam’ın hem tanımı çıkmış hem de onu diğer herhangi bir dinden ayıran kapsamı ve özelliği doğmuştur. Buna göre İslam, her şeyden önce hem iman hem de ibadet boyutu olan bir dindir. Bu dinin ayrıca, “ihsan” olarak kavramsallaştırılan bir boyutu daha vardır ki, o da Müslümanın kendi otokontrolünü sağlayacak bir karakter ve bilince erişmesidir. Böyle olduğu takdirde Müslüman aynı zamanda bir “Muhsin” dir, yani “işini sağlam ve güzel yapan” ve “başkalarına güzel davranan, iyilik yapan”, “adalet ve eşitlik” ilkelerinden taviz vermeyen, ahlaken “güzel” bir şahsiyettir. Allah’ın her an ve her yerde kendisini gördüğünü bilerek ibadetlerinde, davranışlarında, diğer insanlarla ve doğa ile olan ilişkilerinde, duygu ve düşüncelerinde samimiyet ve ihlası şiar edinen bir kişiliktir. O, incitilmekten hoşlanmadığı gibi incitmekten de hoşlanmaz. Karakter itibarıyla, yumuşak, hoşgörülü, merhamet ve şefkat sahibi bir varlıktır. Mümin ve Müslüman olmayı içselleştirmiş biri olarak bir barış ve sevgi dini olan İslam’ın gerçek ve samimi bağlısıdır.
İslam dünyası bugün barış, sevgi ve kardeşliğin hâmisi olacak, din adına şiddeti ve bu şiddeti uygulayanları lanetleyecek, onların tuzaklarına düşmeyecek “Muhsin” ve “Muhsine”lerine her zamankinden daha fazla muhtaçtır.