Makale

KELİMELERİN NAMUSUNU KURTARMAK

SÖZÜN YANKISI

KELİMELERİN NAMUSUNU KURTARMAK

H. Havva ERGÜN

KELİME ve kavramlarla inşa ettiğimiz bir dünyamız var. Dışımızda olup biteni seyrederken, dünyamızın inşasında kullandığımız kavramlar ve onlara yüklediğimiz anlamlar birer süzgeç hâline geliyor. Süzgecimizden geçen olay böylece bizim dünyamızda anlam bulacak şekilde işleniyor, gerekirse çarpıtılıyor, sündürülüyor yahut yok sayılıyor.
Cemil Meriç “Kamus namustur” derken; kelimelerin bozulmasıyla başlayan yozlaşma sürecinin toplum boyutunda yaratacağı tahribatı öngörebilmiş, bu nedenle de “kamus”u “namus” kavramıyla özdeşleştirmiştir.
Kelime ve kavramlar bir toplumun ortak malı olduğundan terör önce kafada, kavramlarda başlıyor, sonra da toplumları parçalıyor. Kavramlara yüklenen anlamlarda ittifak sağlamış bir toplum, anlam konusunda bir birliğe ulaşmış, böylece kültürünü inşa edebilmiştir. Bir toplumu cahiliye toplum kılan şey, okur yazar sayısının fazlalığı değil; toplumun temelini oluşturan kavramları bozup bozmadığı, onları yerinden kaydırıp kaydırmadığı, onların hakkını verip vermediğine bağlıdır. Vahye muhatap olan toplumların en önemli özelliği, manevi ve dünyevi hayatımızı düzenleyen kavramların bozulmuş, şişirilmiş, yerinden edilmiş olmasıdır. Tevhit dediğimizde Allah’ın tek ilah olduğunu kabul ettiğimiz hâlde, O’nun yardımcıları olduğunu da düşünüyorsak; tevhit kavramı bozulmuş olduğundan, gerçek tevhidin gereğini yerine getirmemiz mümkün olmayacaktır.
Toplumdaki birlik, kelimelerin çağrıştırdığı anlamlar üzerindeki ittifaka bağlıdır. Özgürlük dediğimizde toplumun bir kısmı kendisinin hayat tarzının aşağılandığını hissediyorsa yahut çağdaşlık dediğimizde bir kısım gerici sayılıyorsa, eşitlik dediğimizde eğitim ve iş hayatından uzaklaştırılan bir kesim varsa; kavramlar kapsayıcılığını kaybetmiş, yerinden edilmiş demektir. Yerinden edilmiş bir kelimeye artık güvenemezsiniz. Adalet kavramının güçlü taraf eliyle size zulmetmeyeceğinin garantisi kalmamıştır. Barış sözcüğünün o güne kadar duyduğunuz en kanlı sözcük olmayacağının garantisi yoktur. Dünyevi ve manevi dünyamızı oluşturan, onu zenginleştiren her kelime ve kavramın güvenirliği; bizim yaşam tarzlarımızın, canlarımızın ve mallarımızın güvenliğidir.
Birbiriyle savaşan iki toplum aynı kelimelerle farklı anlamlar uğruna savaşır. İç savaşlar, medeniyet savaşları, yayılmacılık gibi savaş ve politikalar; tarafların kelime ve kavramları kendilerine yontması sonucu oluşan dengesizliğin yeniden dengeye kavuşturulmaya çalışılmasının bir dışa vurumu olarak tezahür ediyor. Kelimelerin ifsadı paralel kavramlara, paralel kavramlar da paralel toplumlara dönüşüyor. “Kur’an’da zulm kavramı; söz, fikir ve davranış düzeyinde olması gerekenin yerine olmaması gerekeni ikamet etmektir.” (Mustafa Öztürk)
Son beş yılı gözümüzün önüne aldığımızda, kendimizi güvende hissettiğimiz kelime ve kavramlarımızın, karşımıza düşmanımız olarak dikiliverdiğini görüyoruz. Bir gün IŞİD diye bir örgüt çıkıp Allah’ın ayetlerinden silah yapıyor, o silahı üzerinize doğrultuyor ve siz kendinizi Müslüman olarak tanımlasanız da kâfir ilan ediliyorsunuz. İster mezhep deyin ister meşrep, İslam coğrafyasında ortak kullanılan kelime ve kavramların anlamı değiştirilerek, çift anlamlılık kazandırılarak, anlamı daraltılarak ya da dayatılarak kaos üstüne kaos yaratılıyor. Küffara karşı olduğunda duruş sergilemekte tereddüt etmezken; bizden olan, bizimle olan karşısında şaşırıyor, afallıyor ve aptallaşıyoruz. Çünkü bireysel ve sosyal travmamızı yaratan neden ötekinden değil, bizden geliyor: Müslüman haksız yere cana kıymaz, haksızlık yapmaz, ayak kaydırmaz. Müslüman masuma silah doğrultmaz, vatanına ihanet etmez, kimseyi kandırmaz. Müslüman başka biriymiş gibi davranmaz, kimseyi sırtından vurmaz ama; bir gün karşınıza “ben Müslümanım” diyen biri çıkar, adaleti ve liyakati gözetmeden kendi grubunu kayırır. Siz kendinizi dışlanmış hissederken kafanızdaki kavram çelişmeye, çekiştirilmeye, kapsamı daraltılmaya başlar. Karşınıza ben demokratım diyen biri çıkar ama tüm hışmıyla dini bir gruba saldırır. Biri çıkıp eşitlikten bahseder ve hemen ardından ırkçı söylemlerle bir grubu aşağılar. Biri çıkar haram yemedik der ve ardından hiç hak etmediği makamlara tıpış tıpış ulaşır. Biri çıkar beddua eder ve bedduasına türlü kılıflar bulur. Birey birey başlayan kavram ifsadı, kanser hücresi gibi vücuda hızla yayılır. Toplum, onu kendi hücresi, kendi bedeni sandığından arızayı fark edemez. Rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, bananecilik her geçen gün kendine yeni suç ortakları ekler ve böylece kimse kendi suçuna karşı koyamaz hale gelir. Sonra bir gün içimizden, eşimizden, dostumuzdan, kardeş ve akrabalarımızdan bir grup çıkar; biz hizmet ediyoruz diyerek karşımıza düşmanın fiilleriyle dikilir. Himmeti haraca, sadakati ihanete, imamı bozguncuya, hizmeti terör örgütüne, adaleti haksızlığa çevirip masumların canına kıyar, devletine ve milletine ihanet ederken bizi de içimizden, etimizden, tırnağımızdan vurur!
“Din, yasa, töre vb. bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan” anlamına gelen caiz kelimesi şişer ve içine içki içmeyi, faiz yemeyi, masuma silah doğrultmayı, haksız yere cana kıymayı kapsar hale gelir. Cemaate namaz kıldıran, en önde bulunan, yüklendiği misyonla Allah’ı hatırlatan kimse anlamına gelen imam, halkın iradesini gasp eden bir kalkışmada başı çekebilir. Bizi koruyup kollayan, öğütlerde bulunan ve yardıma ihtiyacımız olduğunda hesapsızca yardıma koşan ablalar, abiler haraç toplayabilir, zaaflarımızı bize karşı bir silah gibi kullanabilir.
Rabbimizi, peygamberimizi bi-le ihanetlerine alet etmekten çekinmeyen cemaat, Fetullahçı Terör Örgütüne dönüşürken kamusumuzun genetiğiyle oynadı; sadakatin içine hıyanet, Müslümanın içine Kabil yerleştirdi. Bekler miydik? Umar mıydık? Kondurur muyduk? Hayır! Ne var ki Rabbine, peygamberine bile iftira atabilen bir gruptan şüphelenmek, tedbirli olmak bizim sorumluluğumuzdu.
“Sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran, 3/104.)
Cemaat kelimesinin yerine koyabileceğimiz başka bir kelimemiz yok bizim; kalkıp kendimize ‘congregation’ diyemeyiz, Allah rızası için yaptığımız her hayra, her yardıma himmet değil de ‘yardım’ diyemeyiz, çünkü ‘yardım etmek’ fiili içinde Allah rızasını barındırmaz. Bizden büyükçe bir hanıma ‘abla’ demeden önce, abla kelimesinin içindeki koruyuculuğu, öğüt vericiliği nasıl çıkaralım? Okullarda öğrenci yerine düşünüp sorgulama kabiliyetini kaybetmiş gençlere nasıl altın nesil diyelim? Bize bildiklerini öğreten, kavramamıza yardımcı olan hocalarımıza kavramlarımızı nasıl emanet edelim? Hocanın, hizmetin içine bir virüs/ajan sokmayacağından nasıl korkmayalım?
Tarih, yeni demlenmiş bir çay gibi, dumanı üstünde tütüyor. Hiç eskimiyor tarih, oysa dil bozuldukça geleceğimiz eskiyor. Nice nesiller geldi geçti, nice kavimlerin adı sanı unutuldu, bizler de gelip geçiciyiz. Bizden sonraki nesillerin, kavramların hakkını veren nesiller olması en büyük umudumuz ve o umuda sıkı sıkı sarılıyoruz. Biliyoruz ki Allah galiptir, kavramları doğrultmazsak, onları doğrultacak başka topluluklar gelir, bizler de silinir gideriz.
Zor bir sınavla karşı karşıyayız. İster bozulmuş ister saflığını korumuş olsun, kullandığımız dili biz inşa ediyoruz. Onun da bizi inşa ettiğini kavrarsak; bozulan ve yerinden oynamış bütün kavramlarımızı; ahlakı, onuru, yardımı, dostu, düşmanı, hizmeti, liyakati, himmeti, cemaati, namusu ve namussuzluğu yerli yerine koymamız gerekiyor. Neyse ki köklü bir geleneğe ve kavramları temize çekebileceğimiz vahye sahibiz. Geleceğe dair umutlarımız, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası şaha kalktı. Hâlâ dipdiri duran vatan, hürriyet, şehadet kavramlarımızla bir milletin kendisini temize çekişine şahit olduk. Şimdi de kavramlar üzerinden zihinlerimize yapılan darbeye dur diyecek, birliğimizi dirilteceğiz. Gerekirse birey birey… Vesselam.