Makale

Sevgi Bahçesinin Cevherleri

KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT

Sevgi Bahçesinin Cevherleri

Alişan KAPAKLIKAYA

İLKOKULDAYKEN okula gitmeyi hiç sevmezdim. Öğretmenimizin evinin bahçesinde kavak ağaçları vardı. Her gün okula gelirken oradan 60–70 cm boyunda ince bir dal keser ve bu sopayla girerdi sınıfa. Konuşan olduğunda da onunla döverdi. Vurdu mu çok acıtır ve avuçlarımızın içinde uzun süre izi kalırdı. Ben de dayaktan nasibimi aldığımda ders boyunca avucumdaki kızarıklığa bakar için için ağlardım. Çünkü çok acırdı o minik ellerim ve hıçkırarak ağlamak da bir başka dayak sebebiydi bizim için! O sopadan bir daha yememek için korkumdan tir tir titrerdim, nefesimi bile sessizce alıp verir oldum o günden sonra.
İlkokuldan mezun olduğum yaz, büyük bir sevinçle kuzu çobanlığına başladım. Ufkum; köyüm, birkaç komşu köy ve gökyüzüyle sınırlıydı. Kümes hayvanları, atlar, inekler, kuşlar, böcekler, köpekler, ekinler ve özellikle de kuzuların dilinden çok iyi anlardım. Çünkü tüm dünyam kuzularımdı başka bir şey de bilmiyordum.
Şehre gelip altıncı sınıfa başladığım günü hiç unutamıyorum. Dizleri ve arkası yamalı pantolonum, çamur bulaşmış ayakkabılarım ve inek kokan ceketimle sıraya geçtim. Sıradakiler gülmeye başlayınca ben de güldüm. Tam o sırada bir öğretmen azarlayıcı bir sesle “Uzat kolları!” dedi. Korktum. “Ahır mı oğlum burası? Geç sıraya!” diye bağırınca çok şaşırdım.
Sıradaki arkadaşlarımın neden güldüklerini o gün anlamamıştım. Sonradan bir arkadaşım söyledi. Bana gülüyorlarmış; lastik ayakkabılarıma, yamalı pantolonuma, inek kokan ceketime…
O zamanlar hocalarımızdan korkardık. Çünkü öğretmenlerimiz “Biz hocaları görünce sokağımızı değiştirir, onlardan kaçardık. Neden diye sorarsanız; saygıdan,” derlerdi.
Bir gün, bir öğretmenim beni tahtaya kaldırdı. Bir soru sordu, bilemedim. Yanıma geldi. Kulaklarımı tırnaklarıyla büküp başımı sağa sola çevirdi. Alaycı bir bakışla gülüp ardından da tokat attı. Tam cezam bitti diye düşünürken bu sefer tahtanın önüne tek ayak üzerine dikip teneffüs zili çalana kadar öylece bekletti. Arkadaşlarımın acıyan bakışları karşısında bir kere daha utandım…
Bazı öğretmenlerimiz bir kişiye kızıp tüm sınıfı sıra dayağından geçirirlerdi.
Aklımıza düştünüz, yakacağınız var mı diye sormaya geldik
Lise birinci sınıfa geçtiğimde orta üçüncü sınıfa giden kardeşimle kalmamız için babam bize tek odalı bir ev tuttu. Okumanın ne demek olduğunu kavramadan, herhangi bir hedefi olmadan devam eden hayatımın gidişatı bir kış akşamı iki gönül sanatkârının yüreğime dokunmasıyla değişti.
Aralık ayıydı. Kömürümüz bittiğinde babam bize köyden her pazartesi bir-iki çuval tezek gönderiyordu. O hafta hava çok soğuk olduğundan yakacağımız cuma gününden bitti. Akşama doğru fırtına çıktığında kalan son bir parça tezeği de atmıştım küçük sobamıza. O da yanıp bitti. Baktım kardeşim soğuktan titriyor. Paramız da yoktu. Bir çare bulmam lazımdı.
İkimiz de yorganın altına girdik. Titreyerek ödevlerimizi yapmaya çalışıyorduk. Pencereden gelen rüzgârın uğultusu beni ürkütüyordu. Bu sırada kardeşim soğuktan ve korkudan dersi bırakıp bana sokularak uykuya daldı. Yatsı ezanı okunurken kapı çaldı. Önce fırtınanın neden olduğu bir ses sandım. Bir daha çaldı. Korkumdan kalkıp açamadım. Üçüncüde cesaretimi toplayıp açtım kapıyı.
Karşımda okul müdürü ve bir öğretmen duruyordu. Onları bir an karşımda görünce şaşkınlıkla “İiiihh!” demişim. İçimden “Akşamın bu geç saatinde geldiklerine göre suçumuz büyük olmalı,” diye düşünürken öğretmenim bana “Alişan yavrum, iki çocuk tek başınıza kalıyorsunuz. Hava soğuk, kar yağıyor. Aklımıza düştünüz, yakacağınız var mı, diye sormaya geldik,” dedi.
Az önce soğuktan titreyen bedenim sımsıcak olmuştu, çünkü hayatımda ilk defa biri beni önemsemişti. Öğretmenlerim içeri geçti. Ben dışarı çıktım. Ağlamaya başladım. Kar taneleriyle gözyaşlarımın yanağımda buluştuğu anı şimdi bile çok net hatırlıyorum.
Önemsenmek ne kadar güzel bir şeymiş…
Yatağı ıslatıyorum diye annem beni dövüyordu, babam işten güçten veya büyüklere olan saygısından bana sevgisini belli etmiyordu, arkadaşlarım dalga geçiyordu. Köylüler “Bu köyde kim okumuş, boşuna masraf edip okutma bu sümüklüleri.” diye laf söylüyordu. Öğretmenlerimin bazıları dayak atıyor ve bizi sindiriyordu. Bu iki öğretmenim beni önemseyip düşünmüşler hatta evimize kadar gelmişlerdi.
Gözyaşlarımı silip içeri girdim. Biraz önce buz gibi olan oda şimdi sıcacık olmuştu. Öğretmenlerim beraberlerinde bir kucak da odun getirmişlerdi. Sobaya attığım birkaç odun tanesi çıtır çıtır yanıyordu.
Çay demledim o iki muhteşem insana. Lekeli bardaklarda çay içen öğretmenlerimin gözlerindeki şefkat, sobada yanan odunlardan çok daha önce ruhumu ısıtmıştı bile.
Öğretmenlerim gittikten sonra yeniden yatağa uzandım, lakin mutluluk ve heyecandan uyuyamıyordum. Ayrıca kendimi çok değerli ve önemli hissediyordum. Öyle rahatladım ki dışarıdaki fırtınanın uğultusu bile beni korkutmuyordu. Az önce soğuktan titreyen Alişan gitmiş, onun yerine mutluluk gözyaşlarıyla hayal kuran Alişan gelmişti. Gözyaşlarım yastığa damlarken, öğretmen olduğumda öğrencilerimin gönlünü kazanmak için nasıl iletişim kuracağımın filmini seyretmeye başlamıştım bile.
Anladım ki beynini çalıştırmak istediğimiz bir insanın önce yüreğine “merhaba” demek gerekiyormuş.
Beni döven, azarlayan, tahtaya kaldırıp rencide eden birkaç öğretmenimi bugün hatırlamak bile istemiyorum, hatırladığımda da içim acıyarak yâd ediyorum sadece.
Not defterlerini, makineli tüfek gibi kullanarak bizi kendi kalıplarına sokup kontrol altında tutmak için silah olarak kullanan öğretmenlerimi de…
Ve ben öğretmen oldum
İki öğretmenimin yüreğime dokunup hayatımı değiştirdiği gibi ben de kendi öğrencilerimin yüreklerine dokunmak istiyordum. Kurban Bayramı’ndan 15 gün önce okuldaki kayıt defterlerini inceledim. Anne-babası ölen, ayrılan ve akrabalarının yanında kalan 200 kadar öğrenci olduğunu belirledim. Hepsine el yazımla onların adlarına hitaben birer bayram tebrik kartı yazıp gönderdim.
Bayramdan sonraki hafta nöbetçi olduğum bir gün okula gelen bir kadın: “Alişan Hoca’yla görüşeceğim.” dedi. “Ne yapacaksın Alişan Hocayı?” diye sordum. “Sen söyle hele, nerede Alişan Hoca?” diye sorunca “Buyur benim!” dedim.
“Allah senden razı olsun Hocam. Benim adım Firdevs, Mehmet Ünal’ın annesiyim. Bu bayramı bize gerçek bir bayram gibi yaşattın. Benim eşim polisti, yıllar önce şehit oldu. Oğlum küçükken sürekli babam nerede, niye gelmiyor veya babam ne zaman gelecek anne?” diye sorular sorup dururdu. Biraz büyüyünce ölümü anlasa da babasının ölümünü yine de kabullenemedi. Bayramlarda tüm çocuklar eğlenirken o eve kapanıp çıkmadı. Çoktandır bayramlarda eve kapanan oğlum, ilk defa bu bayram güldü. Çünkü sen çocuğumun bayramını kutladığın bir kart göndermişsin. O kadar sevindi ki onu alıp vitrinde herkesin görebileceği bir yere koydu. Eve gelen tüm akraba ve tanıdıklara “Bak bu kartı bana Alişan Hocam gönderdi.” diye gösterdi. Çok sevindi, çok mutlu oldu. Ben de sana bu nedenle teşekkür etmeye geldim. Sen, beni ve çocuğumu çok mutlu ettin. Allah da seni, aileni ve çocuklarını mutlu etsin.” dediğinde ne diyeceğimi bilemedim. Sevgi bahçemin çok özel bir cevherinin gönlüne girmiştim. Onları ailece mutlu görmekten ben de çok mutlu olmuştum.