Makale

Batı’da ve Türkiye’de Dinî Gruplar

GÜNDEM

Batı’da ve Türkiye’de Dinî Gruplar

Doç. Dr. Ali AYTEN
Yrd. Doç. Dr. Sevde DÜZGÜNER
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Yasal durumları zaman zaman tartışılsa da geçmişten günümüze ülkemizde dinî gruplar toplumun dinî ve sosyal yaşantısının önemli bir parçası olmuştur. Osmanlı döneminde tekke ve tarikatlardan oluşan dinî gruplar, dinî toplumsal yapıda farklı görevler icra etmiştir. Bu gruplar, kimi zaman iyi organize olmuş sağlıklı bir din anlayışı ve kültürel gelişmişlikle toplumsal ilerlemeye katkıda bulunmuş kimi zaman ise bozulan grup yapılarıyla sosyal ve dinî gelişimi duraklatan hatta engel olan, siyasi erk ile güç kavgasına girişen bir yapıya dönüşmüştür. Bu çerçevede tarihsel süreçte pek çok ıslahata muhatap olmuştur. Aslında dinî grup ifadesi ilk olarak tarikatları çağrıştırmaktadır. Kuruluşları hicri 7. asra dayanan tarikatlar İslam’ın Anadolu toprakları ve tüm dünyaya yayılmasında önemli rol oynamıştır. Türkiye’de cumhuriyetin ilanından sonra 1925 yılında çıkarılan bir kanunla tarikatların işlevini yapan tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Bununla birlikte halk, bireysel olarak inançlarıyla ilişkisini kesmemiş onları öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmiştir. İlerleyen yıllarda şehirleşme gibi toplumsal değişimlerin de etkisiyle manevi ihtiyaçlara yönelik oluşturulan gruplar büyümüş ve cemaatler ortaya çıkmaya başlamıştır. (Mardin, 1992.) İnönü Döneminde tekke ve zaviyelerde görev yapmış olan ve mürşit, halife, çelebi, seyyid gibi dinî unvanları olan kişileri tutuklama uygulamaları devam ederken bugünkü bilinen hâliyle cemaatler de ortaya çıkmış ve kırsalda yayılmaya başlamıştır. Geleneksel tarikat yapısından farklı olan bu gruplar, 1950’lerden sonra oluşan görece liberal ortamlarda daha hızlı gelişim göstermiştir. Din eğitimi, dinin yaşanması ve kamusal alandaki görünümüyle ilgili yapılan baskılar, bazı dönemlerde bu cemaatsel yapılanmaların gizlilik esasını benimsemelerine yol açmıştır.
Ülkemizde özellikle şehirleşmeyle birlikte cemaatler ve farklı özellikli dinî gruplara bağlılık, insanların modern yaşamın ve şehir hayatının getirdiği sıkıntılarla bir tür başa çıkma yolu olarak görülmüştür. Şehirleşmeyle birlikte kentlerin getirdiği modern hayat, yalnızlık, yabancılaşma, anlam sorunu, gurbet özlemi, birincil ilişkileri arzulama, korunup kollanma hissi, eğitim, aidiyet vb. ihtiyacını giderme, belli makam ve mevkilere ulaşma gibi farklı psiko-sosyal sebeplerle pek çok kişi farklı dinî grup ve cemaatlere yönelmiştir. (Baynal, 2015.) Özellikle orta ve ortanın altı sınıfın çocuklarının eğitim alıp yükselmesi ve ekonomik sıkıntılarla mücadelelerinde bu tür grupların katkıları olmuştur. Çoğunlukla eğitim ve kültür alanında varlığını gösteren dinî grup ve cemaatler, ticaret, medya, siyaset alanlarında da faaliyetler yürütmüşler, farklı siyasi partilere destek vererek siyaset arenasında boy göstermişlerdir. Zaman zaman da bu boy gösterme, hükûmetlerle ya da devletle güç mücadelesine girerek çatışmacı bir karakter kazanmıştır. Cemaatlerin kendi aralarındaki çekişmeler de bazı durumlarda insanları gruplaşmaya, kutuplaşmaya ve uzun planda din duygusunu örseleyecek şekilde grupların birbiriyle çekiştiği bir rekabet ortamına dönüşmüştür. Bazı dini grup ve cemaatler, insanlara sundukları hizmetleri karşılıksız ve bir tür zenginden alıp fakire ulaştırmak şeklinde özgeci motivasyonlarla yaparken bazı dinî gruplar hizmet sunduklarından her zaman bir karşılık beklemişlerdir. Bu karşılık bazen kendi aldığı yardım türünden maddi bir beklenti iken bazen de bireysel düşünme ve birey olma özgürlüğünden vazgeçme şeklinde bir külfete dönüşmüştür. Kimi dinî gruplar yardımda bulunduğu gençler ve aileleri üzerinden güç devşirme yolunu tercih etmiş bu yönelim insanların kişisel hırsları ve grubun sunduğu çıkar olanaklarıyla birleştiğinde cemaatler bireysel ve toplumsal anlamda liyakati yok etmesi ve adaleti zedelemesi yönüyle sosyal açıdan zararlı birer yapıya dönüşmüştür. Kültürel kodlarımızda yer edinmiş “adamını bulma” sosyal temsiliyle örtüşen bu yapılanmalar zaman zaman insanlar tarafından iş bulma, makam, mevki elde etme vb. amaçlara ulaşmak için de kullanılmıştır.
Ülkemizde 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi bu dinî gruplar içerisinden neşet eden ve zamanla farklı müdahalelerle amaç ve yöntem değişiklikleri yapıp başkalaşarak terör yapılanmasına dönüşen bir grubun varlığını net bir şekilde göstermiştir. Bu daha önce örneği görülmemiş bir yapıdır. Bu yapı, 2015 yılında devlet tarafından resmen terör örgütü olarak tanımlanmıştır. 15 Temmuz’dan önceki dönemlerde sosyal bilimcilerin yaptığı analizlerde Fetullah Gülen Hareketi olarak tanımlanan bu grubun terör örgütü olarak ortaya çıktığına tüm toplum tanıklık etmiştir. 15 Temmuz’da ülkemizde yaşanan darbe girişiminin ardında, din referanslı bu grubun olması dikkatleri dinî gruplara çekmiştir. Bu gruba katılan insanların, dinin üzerine kurulu olduğu ahlak ilkelerini yine dinî gerekçelerle yerle bir etmesi de, dinî gruplara yönelme ve yoğun bağlılık durumlarına getirilecek açıklama ihtiyacını doğurmuştur. Bu açıklamalardan bazıları, özelde darbe girişiminde bulanan grubun genelde ise diğer bazı dinî grupların Batı’da ortaya çıkmış olan yeni dinî akımların bir benzeri oldukları şeklindedir. Bu noktada özellikle Moonculuk ve New Age akımlarının yapılanması öne çıkmıştır. Ancak konunun bütüncül ve sağlıklı bir şekilde ele alınabilmesi için farklı açılardan yapılacak değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bu nedenle, Batı’daki yeni dinî akımlarla Türkiye’deki dinî gruplar arasındaki benzeşen ve ayrışan noktaların her ikisinin de ortaya konması önem taşımaktadır
Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olarak isimlendirilen dinî grupsal yapı, kimi uzmanlar tarafından geriye dönük bir atıfla bir “kült” olarak tanımlanmıştır. Geçmişte de bu grup Batı’da ortaya çıkan yeni dinî hareketlerden bazılarıyla karşılaştırılmıştır. Mesela Efe (2008) o zamanların Fetullah Gülen Hareketi’nin Batı’daki Moon Hareketi ve Scientoloji Tarikati gibi yeni dinî hareketlerle benzerlik gösterdiğini savunmuştur. Askerî yapılanmaya benzer hiyerarşik bir örgütlenmeye sahip olması, grup üyelerinin kiminle evleneceği ve çocuklarına hangi isim koyacağını da içeren gündelik hayata liderin müdahale etmesi, modern ve dışarıya açık elit halka ile son halka arasında önemli bir mesafe olması gibi benzerliklerle bu hareket Batı’daki yeni dinî hareketlerle karşılaştırılmıştır. Bu, sosyal bilimcilerin zamanla farklılaşan ve başkalaşan dinî gruba bir tanımlama getirme arayışıdır. Bir yere kadar tanımlama için var olan şemaların kullanılması da normaldir. Daha geniş bir çerçevede, Batı’daki dinî ve manevi akımlar ile Türkiye’deki dinî gruplar bir kurtarıcı inancı taşıması açısından benzeşmektedir. Her ikisinde de Mesih, mehdi, kutup ve hatta peygamber olduğunu iddia eden liderler söz konusu olmuştur. İnsanlar, kendilerine bu dünyada ve ötesinde kurtuluş vaat eden bu yapılara teveccüh etmektedir. Diğer taraftan genel olarak dünyada ve Türkiye’de maddi refaha erişme ve tüketim kültürünün yaygınlığı insanların manevi ihtiyaçlarını gidermemiştir. Dolayısıyla kişi toplum içerisinde saygın, eğitimli, makam sahibi ve zengin olsa dahi mana arayışına girmekte ve bunun neticesinde de dinî ve manevi gruplara katılma eğilimi göstermektedir.
Dinî grupların ortaya çıkması ve yayılmasının ardında birtakım dinî, psikolojik, sosyolojik hatta ekonomik etmenler vardır. Bu etmenler, Batı ile Türkiye’deki dinî ve manevi gruplarda farklılık da göstermektedir. Örneğin Batı’da yeni dinî akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan sosyal ortam ile Türkiye’deki ortam bir birinden farklıdır. Burada değinilmesi gereken ilk fark, Batı’daki akımların Hristiyanlığın hâkim olduğu bir toplumda ortaya çıkmış olmasına rağmen Türkiye’deki dinî grupların İslam’ın yaşandığı bir toplumda ortaya çıkmış olmasıdır. Batı’daki yeni dinî ve manevi (spiritüel) akımlar çoğunlukla kendilerini ana akım Hristiyan kiliselerinden ayrı bir kurum veya grup olarak sunmuşlardır. Hristiyanlıktaki kilisenin baskın olan kurumsal yapısı, insanların dinî kurumsal bir olgu olarak algılamalarına neden olmuştur. Aydınlanma döneminde öne çıkan rasyonalite vurgusunun yanı sıra sanayileşme, modernleşme, küreselleşme ve sekülerleşme gibi gelişmeler, bireylerin dinî kurum ve otoriteleri sorgulaması ile neticelenmiştir. Mevcut dinî yapıların özellikle modernleşme ile çatışması bireyleri alternatif dinî ve manevi yapılara yöneltmiştir. Bu yönelimin bir kısmı, yeni bir kurumsal yapıya bağlanmak şeklinde ortaya çıktığı gibi (örneğin Moonculuk) diğer bir kısmı ise kurumsal bir yapıdan büyük ölçüde bağımsız, bireysel tecrübelere odaklanan gruplar şeklinde olmuştur (örneğin New Age). Dolayısıyla Batı’da insanlar dini zaten belli bir kuruma ve gruba dâhil olmak şeklinde algılarken (örneğin Katolik kilisesine mensup olmak) son birkaç asırda yaşanan gelişmeler nedeniyle bu kurumlardan uzaklaşarak ya yeni kurumlara bağlanmış ya da kurumsal yapıya bağlı olmayan gruplara yönelmiştir.
Türkiye özelinde ise belirtilmesi gereken ilk husus, hâkim din olan İslam’ın kilise gibi kurumsal bir yapıya sahip olmadığıdır. Din değiştirerek İslam’a girmek dahi belli bir gruba üye olarak değil kelime-i şehadet getirmek şeklindedir. Müslümanların zihinlerinde din, Hristiyanlıkta olduğu gibi belli bir kiliseye üye olmak şeklinde değil, Allah’a ve onun gönderdiği peygamberlere, kitaplara inanmak yani bireysel bir duygu ve düşünce şeklindedir. Diğer taraftan İslam tarihi boyunca çeşitli dinî gruplar ortaya çıkmış ve kendi mensuplarını diğer Müslümanlardan ayırmıştır. Bu gruplara yönelmenin ardında ise çoğunlukla dinini daha deruni yaşama arzusu, bir gruba ait olma ihtiyacı, sosyal destek arayışı gibi unsurlar öne çıkmaktadır. (Baynal, 2015.) Türkiye’de yaşayan bir birey tarafından din, Allah’a inanmak ve onun rızası doğrultusunda yaşamak şeklinde algılanmaktadır. Belli bir dinî gruba bağlanmak kişisel bir tercihtir ancak Allah’a iman gibi dindarlığın bir şartı değildir. Darbe girişimi sonrasında da sosyal hayat ve medyada “dindar olmak için cemaatçi olmak gerekmez”, “tarikata bağlı değilim ama iyi bir Müslümanım” şeklindeki sloganik ifadeler artmıştır. Oysa Batı’da uzun yıllar dindarlığın en belirgin göstergesi kiliseye devam etmek şeklinde algılanmış ve akademik çalışmalarda da bu ölçü esas alınmıştır.
Türkiye ile Batı’daki dinî grupların salikleri arasındaki bir diğer fark ise sosyal değişim alanında ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme, sekülerleşme gibi olgular tüm dünyada yaşanan süreçler olarak değerlendirilse de farklı kültürler bu süreçleri farklı şekillerde tecrübe etmektedir. Türkiye’nin bu konulardaki tecrübesi de Batı’dan farklı olduğu için sonuçları da farklı olmuştur. Cumhuriyet sonrası dönemde modernleşmenin Batılaşma ve sekülerleşme olarak algılanması, bunun siyasi bir ideoloji olarak benimsenerek halka yansıtılması söz konusudur. Bu dönemde siyasi olarak din ile ilgili konulara yapılan müdahaleler toplum üzerinde olumsuz da bir etki yapmıştır. Ezanların yasaklanması, din ve Kur’an öğreniminin durdurulması vb. bunların bazılarıdır. Dinî alanda yapılan baskılar kişilerde inançlarını yaşama ihtiyacı ile çatışmıştır. Dinî gruplar, baskıdan kurtulmak ve manevi bağlarını hâlâ güçlü tutmak isteyenlerin yönelmesiyle güçlenmiştir. Görüldüğü üzere Batı’dan farklı olarak Türkiye’deki dinî grupların ortaya çıkışı ve yayılışında siyasi nedenler ve siyasi nedenlere bağlı mahrumiyetler de etkili olmuştur.
Bir diğer fark ise dinî grupların temel öğretileri ile ilgilidir. Batı’daki dinî ve manevi akımlar, mevcut Hristiyan doktrinine tamamen zıt oluşumlar da olabilmektedir. Örneğin kilisenin tanrısı yerine aşkın varlık kavramını kabul eden, İncil’i kutsal kitap olarak esas almayan akımlar mevcuttur. Bu bir anlamda hemen her alanda olduğu gibi din alanında da Batı’da yaşanan çoğulculuğun bir neticesidir. Bu akımlar kendi öğreti sistemlerini kurdukları gibi, mensuplarına diledikleri dinî geleneğin parçalarını birleştirerek kendi bireysel dinî yaşamlarını inşa etme imkânı da sunmaktadır. New Age gibi akımlar daha çok tüm dinî kurumlardan uzak bireysel bir aşkınlık ve bütüncül yaklaşım temalarıyla ortaya çıkmıştır. (Köse, 2011.) Oysa Türkiye’de pek çok farklı dinî grup olsa dahi bunların hemen hepsi –en azından görünüşte- İslam’ın temel prensiplerini yok saymak veya değiştirmek iddiasında değildir. Yaratıcı olarak Allah, diğer peygamberlerin yanı sıra son peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) ve metni korunmuş bir kutsal kitap olarak Kur’an-ı Kerim, tüm dinî grupların ortak paydasıdır. Ancak bu gruplar, İslam’ın temel kaynakları olan ayet ve hadisleri en doğru şekilde kendilerinin yorumladığı ve tek doğrunun da bu olduğu yönünde bir iddiaya sahiptir. Bu durum, dinî bilgisi yüksek olmayan kişilerin bu gruplara yönelmesini ve maalesef istismar edilerek yanlış yönlendirilmesinin önünü de açmaktadır.
Sonuç olarak denilebilir ki; tarih boyunca dinî gruplar farklı formlarda var olagelmiştir. Bu gruplar kimi zaman siyasi sistemin içinde yer almış kimi zaman ise siyasi otoriteye başkaldırmıştır. Ancak Türkiye’nin 15 Temmuz’da yaşadığı darbe girişimi, kendini dinî grup olarak sunan bir terör örgütünün sadece siyasi otoriteye karşı değil tüm millete karşıt bir duruş sergilemesi şeklinde olmuştur. Ülkemiz tarihinde bir ilk olan bu hazin olay, dinî grupların bir ülkenin bütünlüğünü tehdit edecek seviyeye ulaşmasında etkili faktörleri daha ayrıntılı inceleme ihtiyacını gündeme getirmiştir. Bazı düşünürler bu grubu Batı’da ortaya çıkan din referanslı kült hareketlerine benzetmişlerdir. Oysa bu grup, ortaya çıkışı, yayılışı ve sistematik yapısı açısından batıdaki manevi akımlara benzese de ortaya çıktığı dinî ve kültürel ortam, zaman içinde dönüşen yapısı ve Türkiye’nin kendine has modernleşme, küreselleşme ve sekülerleşme tecrübelerinin sonuçları gibi açılardan onlardan farklılaşmaktadır. Bu noktada İslam’ın Hristiyanlıktaki kilise gibi dinî anlamda kurumsal bir yapısının olmaması öne çıkmaktadır. Dolayısıyla kişilerin bu gruplara yönelmesi ve bağlı kalmasının ardında dinî gerekçelerin yanı sıra psikolojik ve sosyolojik etmenler baskındır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, insanların günümüzde makam, para gibi maddi refaha erişmelerine rağmen mana arayışlarının devam ettikleri gerçeğidir. Dinî bir gruba bağlanmak, kişinin hayatına bir anlam katmakta ve ona manevi bir misyon yüklemektedir. Tüm bunların yanında bize düşen, darbe girişiminde bulunanın bir terör örgütü olduğunu göz önünde tutarak bu hain girişimin ardında sadece ulusal çaptaki dinî, psikolojik ve sosyolojik nedenlerin değil küresel boyuttaki siyasi ve ekonomik nedenlerin de olduğu gerçeğini göz ardı etmemektir.