Makale

Mehmet Zeki Pakalın'dan Tarihe Mal Olmuş Fıkralar, Nükteler

Prof. Dr. Nesimi Yazıcı
Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi

Mehmet Zeki Pakalın’dan
Tarihe Mâl Olmuş
Fıkralar, Nükteler

Mehmet Zeki Pakalın, çoğumuzun Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimlere Sözlüğü adlı eseriyle tanıdığımız son dönemde yetişmiş önemli bir araştırmacıdır. Fakat onun bundan başka çok sayıda eseri bulunmaktadır. Nitekim dört ciltlik Maliye Teşkilâtı Tarihi (Ankara, 1978) onun pek bilinmeyen bir çalışmalarından biridir. Yakın geçmişte Tarihe Mal Olmuş Fıkralar, Nükteler (İstanbul, 1946) adıyla bir kitap hazırladığını duyduğumda, yoğun çalışmalarıma rağmen bu kitabı okumak istedim. Nihayet Diyanet işleri Başkanlığı Kütüphanesi’nden aldığım bir nüshasını okudum.
Geçmiş hayatla ilgili fıkralar ve nükteler oldum olası dikkatimi çekmiştir. Çünkü bunlar arasında hem tarihî değeri olan bir kısım bilgilere ulaşmamız mümkün olabileceği gibi, hem de özel bir hadiseye bağlı olmakla birlikte çok derin anlatımlar, bunlar arasına gizlenmiş pek değerli tecrübe ve ibretlere de kolaylıkla sahip olabiliriz. Nitekim bizzat Mehmet Zeki Pakalın da eserine yazdığı kısa Önsöz’de bu hususları belirtmiş bulunmaktadır. En iyisi ondan bazı alıntılar yapmak;
"Blismon eline bir makas aldı. Nerede tuhaf bir şey gördüyse kesti; bunlardan "Tuhaflıklar Hâzinesi" adlı bir kitap vücuda getirdi. Ben de okuduğum tarihlerde, tercüme-i hal kitaplarında, mecmualarda, gazetelerde hattâ letâife müteallik birçok eserlerde rastladığım tarihî fıkra ve nükteleri kaydetmek, ağızdan duyduklarımı da yazmak suretiyle bu kitabı meydana getirdim. Tarihe mal olmuş fıkralar ve nükteler işte senelerce süren böyle bir toplamanın mahsulüdür.
Bir fıkra ve nükte bazen haylice yazı ile izah edilemeyecek bir şey anlatır. Hele şahısların karakterlerini tebarüz ettirmek noktasından fıkranın ve nüktenin ehemmiyeti büyüktür.
Fıkra ve nüktelerin içinde ciddileri olduğu gibi mizahi olanları da vardır. Bu itibarla okuyanları hem müstefit eder, hem eğlendirir."
Yayıncı A. Halit Yaşaroğlu ise "Eser Hakkında Birkaç Söz"ünde, kıymetli dostu M. Zeki Pa- kalın’ın bir gün kendisine otuzdan fazla dosya içerisinde birtakım fıkralar getirdiğini ve bunları istediği tertip içerisinde basmasını istediğini ifade ediyor. Halit Bey eseri okuduğunda üç bin civarında fıkra olduğunu görmüş, bir kısmı Doğu’ya, diğer bir kısmı da Batı’ya ait bu fıkralardan 2000’den fazlasının da Türkiye’ye ait olduğunu belirlemiştir. Bunları tekrar ele alan Halit Bey fıkra sayısını 686’ya indirmiştir. Sonra bunların bazılarını tarihî bir bölümlemeye, bazılarını da ait oldukları şahıslara göre düzenleyerek 31 başlık altında toplamıştır. Nihayet sıra her fıkraya bir başlık vermeye gelmiş, bu da bir sene sürmüştür. Böylece yalnız bir letâif kitabı değil, gerçekten İlmî kıymete de sahip bir eser vücuda getirilmiştir. Biz de okuduğumuz bu fıkralardan dikkatimizi çeken bazılarını sizlere nakletmek istedik. Beğenirseniz eserin tamamını okursunuz. Biz buna ayıracağınız vaktin, değerlendirilmiş vakitler arasında yerini alacağını düşünmekteyiz.
İleriye Bakmak Hayırlıdır
Osman Gazi İzmit’in fethine yürüdüğü sırada yüz kadar kahramanla Gazi Ali Bey’i Here- ke’nin zaptına memur etti. Ali Bey oraya varır varmaz kalenin metanetine, düşmanın çokluğuna, kendi kuvvetinin azlığına bakmaksızın "Dinini, devletini seven arkamdan gelsin" diyerek yalın kılıç kaleye doğru hücum etti. Bu azim ve gayretin karşısında tutunamayan kale zapt edilmiş ise de Ali Bey’in gözüne bir ok isabet etmişti. Gazi eliyle oku çıkarırken yüzünden kan boşandı. Kumandanın uğradığı felaketten dolayı genç bir zabitin telaş ettiğini gören Ali Bey;
"N’oldun yiğit! dedi. Bir başa bir göz yeter. İki gözü olup da arkasına bakmaktan ise, bir gözle bir yüreği olup ileriye bakmak hayırlıdır!" Güzargâhın Çayır Olsun Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u zaptedin- ce, şairler kasideler yazıp "Fetih Vak’ası" nı kutluyor, o da kendilerine bol bol câizeler veriyordu. Bir gün, Anadolu’dan yeni gelmiş bir saz şairi şu iki vezinsiz mısraı gönderdi.
Devletli hünkârım, sabahınız hayrolsun, Yediğin bal ile kaymak, güzergâhın çayır olsun!
Fatih’in şairi huzuruna davet ederek pek çok ihsanlarda bulunması, yakınlarının itirazına sebep oldu;
"Efendimiz, dediler. Bundan çok daha beliğ kasidelere daha az câize verdiğiniz halde, bu cahil herifin iki satırına acaba neden bu kadar kıymet verdiniz?"
Sultan Mehmed şu cevabı verdi:
"Bunu hepsinden daha samimi bulduğum için; çünkü adamcağız, ömründe en lezzetli yiyecek olarak bal ile kaymağı biliyor. En güzel yer olarak da çayırı... Başka bir şey görmemiş ki, bana onları lâyık görsün!"
Eğer Sakalımın Tellerinden Biri
Fatih Sultan Mehmed bir harbe giderken asıl maksadını gizlemeye çok ehemmiyet verirdi. Ordu ile Karadeniz tarafına doğru yollanırken de Cenevizlilerin elinde bulunan Amasra üzerine mi, isfendiyar oğullarının devletine son vermeye mi, yoksa Trabzon Rum imparatorlu- ğu’nun ortadan kaldırılması için mi gittiği bilinmiyordu. Kadıasker nereye gidileceğini bilmek istedi ve sordu. Fatih hiddetle şu cevabı verdi:
"Eğer sakalımın tellerinden biri ne yapmak istediğimi bilseydi onu hemen koparır, yakardım!"
Müteveffaya Rahmet, Gammaza Lânet
Mısır seferi esnasında yapılan masrafın çokluğundan dolayı hâzinede sıkıntı hasıl olmuş ve o vaktin usulünce tüccarın birinden birkaç bin altın istikraz olunmuş idi. O esnada alacaklı öldü, pek çok malla iki çocuk bıraktı. Defterdar gûyâ bir define bulmuş gibi tüccarın öldüğünü, metrûkâtının çokluğu ile beraber evlatlarının ihtiyaçları bulunmadığını ileri sürerek ödünç alınan para geri verilmedikten başka, bıraktığı servetin bir kısmının da müsaderesini Sultan Selim’den istîzân etti. Yavuz takriri okuduktan sonra baş tarafına şunu yazdı; "Müteveffaya rahmet, malına bereket, evladına âfi- yet, gammaza lânet!"
Mahlûkâtın İlmi Bir Nokta Kadardır!
Kemalpaşa-zâde gençliğinde servetine ve bâhusus ilim ve marifetine mağrur bir kişiydi. Azametle arkası üzerine yaslanarak oturmayı pek severdi. Bir gün seyyahın biri yanına gelerek; "Efendi! Bir sualim var" dedikten sonra sordu:
"Allah’ın ilmine nispetle mahlûkâtın ilmi nenin gibidir?"
Kemalpaşa-zâde:
"Var hey torlak sen de! dedi, hiç sorduğun şey teşbih ve nispet kabul eyler mi? Lâkin seninle eğlenmek için bir şeye benzeteyim diyerek eline aldığı büyük bir kağıdın üzerine kalemle bir nokta koyup işte Allah’ın ilmi bu kağıda benzetilecek olursa, mahlûkâtın ilmi şu nokta kalır."
Değerli âlimden bu cevabı alan seyyah:
"Pekâlâ! Şimdi lütfen ilminizi bu noktanın içinden çıkarmanızı rica ederim!" demesiyle şaşıran Kemalpaşa-zâde bir an kendinden geçti ve "Aman!" diyerek kendine geldi. "O torlak nereye gitti? Bakın, çağırın, bulun getirin!" dediyse de seyyahın izi bulunamadı. Hiçliğini anlayan Ibn Kemal bu andan sonra azameti bırakarak tevazuu ele aldı.
Ah Süleyman Sen Kendini Kurtarmışsın
Kanunî Sultan Süleyman: "Şu çekmecemi benimle beraber kabrime defnedin!" diye vasiyette bulundu. Ölünce vasiyetinin yerine getirilmesi için çekmece mezarın başına getirildi. Ebussuud Efendi de dahil olmak üzere mevcut ulemâ, gömülürdü gömülmezdi diye münakaşaya koyuldu. Ölünün eşyasını kabre beraber defnetmek Islâm’da yoktur, Mecusî’ye benzetilmek lazım gelirdi gelmezdi derken çekmece tutanın elinden yere düşerek açıldı. İçinden birçok kağıtlar döküldü. Bunlar Ebussuud Efen- di’nin fetvalarıydı. Padişahın vasiyetten muradı, mahşerde sorulduğu vakit: "Yarabbi! İşte her şeyi şer’-i şerifin fetvasıyla yaptım!" diyeceği anlaşıldı. O fetvaları Şeyhülislâm Ebussuud Efendi görünce ağlamaya başladı ve:
"Ah Süleyman, dedi. Sen kendini kurtarmışsın, iş bize kalmış!"
Onu Allah Sorar
Koca Ragıp Paşa’nın konağında bir Ramazan oruçtan bahsediliyordu. Paşa şair Haşmet’e sordu:
- Haşmet! Senin de borcun var mı?
- Var efendim!
- Ne kadar?
- Mahalle bakkalına bin kuruş borcum var!
Ragıp Paşa:
- "Be adam! Onu sormuyorum. Oruç borcunu soruyorum" deyince, Haşmet cevap verdi:
- Oruç borcunu Allah sorar, sizin soracağınız borç bu borçtur!
Neferin Beni İftara Çağırdı
Sultan Mahmud ara sıra yaptığı gibi bir Ramazan günü kıyafetini tebdil ederek musahibi Sait Efendi ile Bayezid Camii’ne gitti. Namazdan ve bir iki vaiz ve mukabele dinledikten sonra dışarı çıktı. Tebdil gezme vakti geçtiği için camiye getirilen kendi atına, Sait Efendi de gidiş atma bindi ve hünkârı takibe başladı. Seyisler de yaya olarak yanda yürüyorlardı.
Elindeki bir tepsi üzerinde iki üç yemek sahanı taşıyan bir nefer Sultan Mahmud’un dik
katini çekti. Bir taraftan da nefer Padişah’ı görünce şaşırdı. Olduğu yerde dimdik durakladı, ne elindeki tepsiyi bırakabildi ve ne de selâm verebildi. Şaşkın bir halde gözlerini hünkâra dikti durdu. Sultan Mahmud, bir eğlence konusu bulmaktan dolayı sevinerek atının başını çekti. Nefer;
"Nereye evlat", dedi. "Sokakta oruç mu yiyorsun?"
Nefer; "Hâşâ, hâşâ Efendim" diye oruçsuzluğunu kabul etmeyerek, karakoldaki zabitine iftar yemeği götürdüğünü söyledi. Hünkâr; "Öyle ise düş önüme beraber gidelim" dedi. Karakola girdiler. Nöbetçi zabit tepsi elinde odaya giren neferin arkasında Sultan Mahmud’un da geldiğini görünce allak bullak oldu, yerinden fırladı. Hünkâr; "Telaş etme. Neferin beni iftara davet etti. Sizin misafirinizim" dedi. Masanın başına çöktü. Sait Efendi’yi de çağırdı. Beraber iftar edildi, kahve içildi. Zabit kan ter içinde hizmet etti. Padişahı memnun etmek için elinden geleni yaptı.
Sultan Mahmud haydi gidelim emrini verdi ve Sait Efendi’ye de zabite ve iki nefere de yarım torba altın verilmesini tembih etti.
Terlemezse Huzurunuzda İmtihan Ettiririm
Zamanının ünlü doktorlarından olan Aziz Paşa okuldan diploma alacağı sene imtihanda sorulan:
- "Bir Hastayı terletmek için ne yaparsın?" sorusuna;
- "Şu ilacı veririm" cevabını verdi.
Sonra mümeyyizle arasında şunlar cereyan etti:
- Terlemezse?
- Bu ilacı veririm!
- Terlemezse?
- Şunu yaparım!
- Terlemezse?
- Bunu yaparım!
- Yine terlemezse?
- Terlemezse getirir, huzurunuzda imtihan ederim!
Tamburi Arif Ağa Eski Evini Bulamamış!
Ramazan yaklaştığı halde bir hazırlık göremeyen Tamburi Arif Ağa, keremkâr bir adam olduğunu işittiği Veli Efendi-zâde’ye gidip bir gece eğlendirmek suretiyle Ramazan harçlığını temin etmeyi düşündü. Ramazan’dan bir akşam evvel Efendi’nin Beşiktaş’taki yalısına gitti.
Hoppa ve delişmen olmakla beraber zeki bir adam olan Veli Efendi-zâde, Arif Ağa’nın böyle Ramazan’dan bir gün evvel gelişindeki maksadı anladı. Kendisini huzura celbetti, güzel çaldığından bahisle taltif eyledi. Ertesi Ramazan günü Arif Ağa, evine dönmek için müsaade isteyince o gece de kalmasını rica etti. Adamcağız yiyeceksiz içeceksiz olan çoluk çocuğunun halini düşünerek endişeye düşmekle beraber bir taraftan da Efendi’nin müsaade vermemesinden ümide kapılarak teselli oldu. Fakat Arif Ağa’ya istediği izin bir türlü verilmediği gibi, yalı görevlilerine binanın dışına çıkarılmaması kesin olarak tembih edildi. Arif Ağa için çoluk çocuk endişesi dolayısıyla hiç istemese de, bu durumu kabul etmekten başka yol kalmamıştı. Nihayet bayram geldi. Daire halkıyla birlikte Efendi’nin huzuruna çıkıp, bayramlaştılar, artık izin istediği şeklindeki sözlerine kup kuru bir cevap aldı; "Peki, git."
Arif Ağa aşağıya indi. Biraz beklediği halde hiçbir hediye verilmeyince, kahyanın odasına gidip, bir şey emredip emretmeyeceğini sordu. Kahyadan bir karşılık alamadığını görünce bir kat daha üzüldü. "Bari siz birkaç kuruş verin de kayık ücreti ve çocuklar için şeker parası yapayım" diye ağalara müracaat ettiyse de onlardan da: "Efendi’nin emri olmadıkça biz bir şey veremeyiz" cevabını aldı. Nihayet yalvarıp yakararak ayvazdan ancak bir kayık parası alabildi. Yalının rıhtımından ağlaya ağlaya kayığa binerken son bir defa binaya baktı. Veli Efendi- zâde köşe penceresinin önünde oturarak kendisini seyretmekteydi. Son bir ümitle boynunu bükerek yardım ister bir tavırla yerlere kadar temenna etti. Efendi buna dilini çıkarmakla karşılık verdi.
Arif Ağa artık son haddini bulan üzüntüsünün tesiriyle ağzını açtı; "Hınzır deli, Allah belanı versin, beni bir aydan beri hapsettin, çoluk çocuğumu açlıktan öldürdün" diye ağız dolusu sövmeye başladı. Veli Efendi-zade hiç cevap vermiyor, sürekli dilini çıkarıyordu. İyice sinirlenen Arif Ağa, hıncını tamburdan aldı ve onu şiddetle taşa çalarak kırdı, pek kederli bir vaziyette kayığa binip semtinin yolunu tuttu.
Arif Ağa nihayet mahallesine ve sokağına gelmişti, fakat evini bulamıyordu. Çünkü evi yerinde yoktu. Acaba kederimden yanlış sokağa mı geldim diye düşündü, etrafa baktı, her şey yerli yerindeydi, tek fark evinin yerinde pek yeni, pek hoş bir yapının bulunmasıydı. Neredeyse şaşkınlıktan aklı başından gidecekti. Hemen mahalle bakkalına koştu; "Yahu bizim eve, çoluk çocuğa ne oldu?" diye sordu. Bakkal; "Sizin gittiğinizin ertesi günü bir ağa geldi. Civarda bir ev tutarak çoluk çocuğunuzu oraya götürdü. Ustalar, kalfalar, işçiler üşüşüp önce evinizi yıktılar, sonra da yenisini yaparak bayram gecesi çocuklarınızı yerleştirdiler" dedi.
Arif Ağa hemen evine koştu, kapıyı çaldı. Bütün ailesi kendisini bayramlık elbiselerle karşıladılar. Hep bir ağızdan ulaştıkları nimetin, ne olduğunu, kaynağını soruyorlardı. Arif Ağa sevinç göz yaşları arasında başından geçenleri anlattı. Sonra o bir defa daha yalıya gitti. Bu defa amacı teşekkür etmekti. Fakat onun bütün saygı ve minnettarlık dolu sözlerine Veli Efendi- zade yalnız dilini çıkarmakla cevap vermekteydi.
Yemen’de Askerlik Yapıyorduk Paşam
Kırk elli sene evvel bin beş yüz evli küçük bir kasaba olan Mersin’in belli başlı binaları yabancıların ve Beyrutlu Sorsuklar’ındı.
Millî Mücadele başarıyla sona erdikten sonra ilk ziyaretinde Atatürk, Belediye Reisi Hacı Ömer’e sordu;
- Bu bina kimindir?
- Bir yabancının...
- Şu ilerideki?
- Sorsuklar’ın...
- Ya bu sonda görünen?
- O da öyle...
- Onlar bu binaları meydana getirirlerken siz ne yapıyordunuz?
Bu soruyu işiten bir köylü kalabalık içinden ileri atıldı. Selam vaziyetini alarak koca bir tarihi veciz bir şekilde ifade eden şu cevabı verdi:
"Yemen’de askerlik yapıyorduk, Paşam!"