Makale

Din- Dünyevileşme İlişkisi

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Cumhuriyet Univ. İlahiyat Fakültesi

Din-Dünyevileşme
İlişkisi

İnsanlık düşünce tarihine baktığımız zaman, felsefî anlamda dinîlik ve dine rağmenlik hep var olagelmiştir. Kur’an kıssalarında anlatılan toplumların inanç haritaları bunu belgelediği gibi, tarihî araştırmalar ve arkeolojik kazılar neticesinde elde edilen bulgular da bunu kanıtlamaktadır.
İslâmî öğretiye göre insan çift tabiatlı bir varlıktır. İnsanın doğasında bulunan bu niteliklerden birisi İlâhî, bir diğeri de dünyevîdir. Ruhunda bulunan İlâhi öz, onu aşkın olana bağlamaya çalışırken, dünyevi tabiatında içkin olan nefs de onu buraya, şimdiye bağlamaya çalışır, insan, akleden bir kalp sayesinde aşkınla olan ilişkisini kurabilir. Işığını Allah’tan alan bir akıl, sadece bu dünyaya, şimdiye ait olmadığını, ötelere ait bir varlık olduğunu anlar; dünyevi tabiatında içkin olan nefse ve onun türevlerine karşı kontrol mekanizmasını eline alır. Eğer bunun tersi olur ve de akıl, asıl aşkın olan kaynaktan koparılırsa, bir parçalanma süreci yaşar. Artık varlık ve bilgi müteâl olandan kopmuş ve kartezyen bir durum ortaya çıkmış olur. Bu insanın evvelâ, aşkın olana, sonra kendisine ve daha sonra toplumuna yabancılaşmasını beraberinde getirir. İşte, batılılaşmış Hıristiyanlık böyle bir dönüşüm yaşamıştır. Öyle ki, vahdaniyet inancı bozulmuş, ibadet alanı insan eliyle düzenlenmiş ve böylece modern paradigmalara eklenmiş bir yapıya karşı tepkisel çıkışın adı: Protestanlık. Böyle bir aşama sonucu ruhâniliğinden tamamen koparılan ve amelî hayatı sadece kitleleri üretime/kalkınmaya motive eden bir dinî söylem, neticede varoluşsal manevî refleksleri felce uğratıldığı için sekülerizme rahimlik görevi yapmaktan öteye geçememiştir. Modernitenin bir ürünü olan sekülerizm, insanın İlâhî ve uhrevî tabiatına sırt çevirmiştir. Bu ilerlemeci doğallığı içerisinde dini öznelleştirmiş, bireyselleştirmiştir.
Bütün İlâhî dinlerin felsefî anlamın dışında bir dünyevî yönü vardır. İnsan da bu anlamda dünyevîdir. Dünyanın bütün nimetleri insan tarafından yaşanacak ve insan dünyayı imar edecektir. Ama dinlerin dünyası, âlemi, insanı aşkından koparmayan bir özelliğe sahiptir. İnsan atıldığı bu varlık dünyasında şimdiyi yaşarken öteye bakacaktır. Şimdi ve öte arasında epistemolojik bir ilişki içerisinde bulunacaktır. Zira, temelde bütün İlâhî dinler peygamberler eliyle ahlâki anlamda dünyevi hayatı düzenlemek için gönderilmişlerdir. İslam’ın dünya ve âhiret dengesine bakışı da budur. Yani, İslam, hayatla bağı koparılmayan bir dindir. Yani, dinli bir hayat, ha- yatlı bir din.
Hiç şüphesiz ’dünyevileşme’ mutlak anlamda tanrıtanımazlık değildir. O, kendine özgü bir zihniyet tavrıdır. Özünde, biraz hümanizm, aşkınla irtibatını koparmış rasyonalizm, bilgiyi formların bilgisiyle sınırlayan pozitivizm gibi felsefî oluşumlarla mayalanmış bir ideoloji biçimidir. Sömürge dönemi yaşamış İslam dünyasının muhtelif köşelerinde yeni bir zihniyet oluşturmak için yeni bir İslam tasavvuru geliştirmek isteyen aydınlar, şemasını sunduğumuz zâviyede Kur’an’a, sünnete ve topyekûn geleneğe yeni bir yaklaşım sergileme gereği duymuşlardır. Ya doğrudan veya dolaylı olarak modernite ile temasları neticesinde vahyi aklîleştirelim derken, birçok inanç sorunlarının doğmasına da kaynaklık etmişlerdir. Özellikle Fazlur Rahmân’ın (1919-1988) diliyle İslam Mo- dernistleri, imanın temellerini bile zorlamışlardır. Böyle bir bakış açısı, hayatlı din gerçeğini dengelemede ölçüyü kaçırarak, dinin dünyevîleşmesini doğurucu sonuçlar yaratmıştır. Daha doğrusu, Protestan bir İslâmî söylem için dil geliştirilmeye çalışılmıştır. Elbette bu durumu sadece kimi İlahiyatçı düşünürlere bağlamak haksızlık olur. Buna iletişim teknolojisinin katkısıyla küreselleşmenin tesirlerini de eklemek gerekir.
Yeryüzünde insan varolduğu sürece din de varolacaktır.
Eğer sekülerizm/dünyevileş- me Allah’ı unutmak ve O’na rağmen varolmaksa, O’nu yeniden insanlara hatırlatacak olan mütekellimlere büyük görevler düşmektedir.
Sürekli acı yiyen insanın, tabiatı gereği istem dışı, tatlı yemek gibi istekleri harekete geçiyorsa; dünyevileşmenin katı ’*v- bir şekilde etkilediği toplumlarda sekülerleşme karşıtı dinî hareketler de yeşerecektir. Buna insanlık tarihinin geçmişi en güzel örnektir. Sosyolog P. Sorokin, tarih boyunca toplumlar profan, seküler değerler sisteminden, aşkın, ruhani değerler sistemine doğru çevrimsel bir gelişim tarihi izlerler, diyor. (Fich- ter, Joseph, Sosyoloji Nedir? (çev. Nilgün Çelebi), Konya, 1992, s. 137) Şüphesiz, medeniyetler tarihini incelersek Sorokin’in vardığı bu sonuca biz de katılırız. Dünya ölçeğinde modernitenin seküler sitelerinde ortaya çıkan kriz, yeniden değerler boyutunda bir kabuk değiştirmeye doğru yol aldığını gözlemliyoruz. Her şey, yani varlık dünyası Allah’ın ilk yarattığı öze, dine, kutsala doğru bir dönüş yaşıyor. Son yıllarda ortaya çıkan "Batı Düşüncesinde Büyük Dönüşüm", "Tanrı’nın intikamı", "Modern Dünyanın Bunalımı", "Postmodern Durum" vb. gibi kitaplarda artış oranı da bunu gösteriyor. Akılcılığın egemen olduğu modern toplumlarda insanlar yeniden büyüye, hurafeye ve gizli ilimler adı verilen alanları keşfe çıkıyor. Özellikle Avrupa’da Doğu dinlerine ve muhtelif tarikatlara gün geçtikçe ilgi daha çok artıyor. Amerika gibi ülkelerde radikal Katoliklik, Evangelizm, Siyonizm ve İslâmî oluşumlarda canlanma hissediliyor. Bazı sosyologlar İslâm dünyasında dinin ihyâcı yönünü, İslamiyet’in kapitalizmle uyumlu bir çerçevede yorumlanmasına, yükselen beklentilerin gerçekleşememesi ve bunun açtığı düş kırıklarına bağlamaktadırlar. Onlara göre insanlar, toplumsal sorunlarının çözümünü dine yönelmede bulmaktadırlar. Bunlara yabancılaşma, kimlik sorunu, anomi gibi toplumsal değişimin çeşitli etkenlerini de katmak gerekir (krş. Şayian, İslâmiyet ve Siyaset, Ankara, 1987, s. 150152) şeklindeki yorumlarında gerçeklik payı varsa da, bunlar, çok fazla açıklayıcı değildir.
Türkçemizde "tabiat boşluk kabul etmez" şeklinde genel bir kural vardır, insanın tabiatında nasıl ki açlık, susuzluk, sevgi, öfke, cinsellik vb. gibi biyolojik ve psikolojik duygular varsa, inanmak da aynı şekilde insanın tabiatında kaçınılmaz bir şekilde varolan bir ihtiyaçtır. Eğer insan doğru bir din anlayışıyla iç dünyasını doldurmazsa, farklı arayışlar içerisine girecektir. Çünkü insanda inanma duygusu fıtrîdir. Din duygusunu bireysel veya kollektif bilinç altına bastırmaya kalkışmak, ileride hem fert ve hem de cemiyet vicdan nda telâfisi mümkün olmayacak düzeyde patc ojik vak’aların doğuşuna neden olabilir. Onun için toplumumuz ve geleceğimiz açısından insanımıza gerek yaygın ve gerekse örgün eğitim yoluyla ve de uzman eğitimciler kanalıyla mutlaka din eğitimi çağın ihtiyaçları göz önünde tutularak verilmelidir; bu konuda asla ihmal ve gevşeklik gösterilmemelidir. Yaşadığımız modern çağda, modernite kutsalı, kıyıya itiyor, aksine, İslâm ise insanı hayata, içe çağırıyor. Bu kendin olmaktır, başkası/yabancılaşma değil.