Makale

İnsanın anlam arayışı Dünyevileşme

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi

İnsanın anlam arayışı ve
Dünyevileşme

Başka gezegenlerde hayat var mı; uzayda bizim gibi insanlar yaşıyor mu? Meraklıları bu soruyu cevaplamaya çalışadursun, kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki o da, insanın dünyalı bir varlık olduğudur. insan "dünyaya doğuyor" ve insan doğduğu yeri seviyor. Seven, o sevdiği ile hep bir arada olmağa çalışır. Bu, bizim yapımızda var olan bir eğilimdir. Ama biliyoruz ki, bu eğilimimizi gerçekleştirmek ve hep dünyada kalmak mümkün
değil. Fiziki varlığımız -tıpkı ayrılmak istemediğimiz dünya gibi- sınırlı ve sonlu. İşte bu noktada şu gerçekle karşı karşıya geliyoruz: "Dünyaya, orada kalacağın kadar değer ver." Çünkü, "Allah’ın zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) Bütün çekiciliğine değilim de bir insanım? Hayat rağmen, "Dünyanın sağlayacağı yarar azdır, ahiret ise Allah’a karşı gelmek ten sakınanlar için çekte bir oyun cevap vermek ya daha hayırlıdır." (Nisa-77) bütün bunlar değişmez birer gerçek. Ne var ki dünyaya yönelik eğilimimizi yok edemiyoruz. Zaten bizden istenen de bu eğilimi yok etmek değil; her şe yi bu dünyadan iba ret görme ve ölüm ötesini unutma kaosuna sürüklenmemek, dünya-ahiret dengesini sağlamaktır. Zira, Yaratıcı’nın nizamında ne dünyadan kopuk bir ahiret, ne ahiretten kopuk bir dünya söz konusudur.
Dünya-ahiret dengesinin bozulması çok kere dünya lehine olmakta, ahiret arka planda kalmaktadır, işte dünyevileşmek diye ifade edilen olgu budur.
Denebilir ki dünyevileşme, varlığın anlamlandırılması probleminin bir sonucudur. Ben var isem, dünya var ise, taş, toprak, tabiat... var ise, bunların varlığı nereden geliyor? Bütün bunlar niçin var? Büyüklüğüne oranla benim cirmimin bir kum tanesi bile olamadığı bu dünya, evren içinde nerede ise "adı geçmez" bir konumda bulunuyorsa, "varlık" denen kavramın içini kim ve nasıl dolduracak? Sırf, "insan" desinler diye mi ben varım? Neden bir taş değilim de bir insanım? Hayat bir "devr-i daim" mi? Bu tür soruları, varlığın yalnızca dış yüzeyine bakarak cevap vermek ya da madde ötesini görüp de hesaba katmak gibi iki temel yöntemle cevaplamak mümkün. "Dış yüzey"e takılıp kalan, maddenin kalıplarını aşamayan cevaplar, hangi usûl ve üslubu taşırlarsa taşısınlar, bütünüyle "dünyevileşeme" vadisinin ürünüdürler.
Mutlak anlamda dünyevileşme, materyalizmi ifade ediyor: Bu dünya görüşüne göre tabiat vardır, ötesi yoktur; dünya hayatı vardır, ötesi yoktur. Kısaca madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şey yoktur. Hayatı ve evrene anlam arayan "soruların cevabı yoktur." Bu tür sorular "kâinattan hesap sormak"tır ve buna gerek yoktur. (Alain, Söyleşiler, 1998, s. 53.)
Vahyin temel işlevi, işte bu açmazdaki insanın gözünü ve aklını "maddeye bağımlı- lık"tan kurtarıp, yanlarına kalbi de ekleyerek, Yaratıcı ile ilişki kurmalarını sağlamaktır. Bu ilişki aynı zamanda bütünü ile varlığı anlamlandırmanın şartıdır. Zira varlığı anlamlı kılan şey, onun Var Edici ile olan ilişkisidir. Bu ilişkinin farkına varılınca, varlığın bir "devr-i daim" hâlinde değil, nihai bir hedefe (ahirete) kilitlenmiş olduğu öğrenilir/anlaşılır. İnsan, bu büyük hedefe yönelik varlık âleminin aciz ve çaresiz bir mensubu. Fakat o algılama yanılgısı sebebiyle, kendini "dünyanın merkezinde" görür ve "dünyaya saplanır kalır". (A’râf, 176) Hâlbuki bir de ahiret vardır ve "Ahiret de, dünya da Allah’a aittir." (Necm, 25)
Mutlak dünyevileşme, Batı düşüncesinde "aydınlanma" etiketi ile vitrine sürülmüştür. Temelde maddenin ve evrenin yaratılmışlığı fikri üzerine oturan semavi din olgusu, çeşitli tazelenme ve yenilenmelerle insanlık tarihi boyunca kesintisiz olarak devam etmiştir. Bu da insanlığın, kadir-i mutlak bir Allah fikrine sahip olduğunu ifade eder. Ne var ki, çok kere insanlığın gönlü ve zihni bu temel çizgiyi kaçırmanın getirdiği kararmalara ve gölgelenmelere sık sık maruz kalmıştır.
Kur’an’ın nüzulü dönemindeki müşrik Araplar arasında bu tür bir dünyevileşmiş hayat anlayışına sahip olanlar vardı. Diyorlardı ki, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder."(Câsiye, 24) İslâm kelamının "dehrilik" (zamana tapınma) diye nitelediği bu yaklaşım, aslında materyalist dünya görüşünün çıkış noktasını oluşturuyor. "Yaşamak, var olmak bir şeydir; bu bütün sebepleri yok etmeğe kâfidir" SÖZÜ (Alain, a.g.e. s. 54) de, işte o çıkış noktasına çeken bir damarın ifadesidir.
Kur’an’ın materyalistler hakkında verdiği hüküm şudur: "Bilmiyorlar" (Rûm, 6) Bildiklerini iddia ettikleri şeyler, gerçeği bütünü ile ortaya koyacak şeyler değildir. Zira "Onlar dünya hayatının ancak dış yönünü bilirler." (Rûm, 7) Halbuki her şey fizik dünyadan ibaret değil ve madde kalıcı değil. Her şey bir gün yok olacak ve ebedi olan ahiret hayatı başlayacak. Onlar, bu gerçeği kaçırarak görüntüye takılmaktadırlar. "Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler." (Rûm, 7)
Ayetin, ahireti yok sayıp, varlığı dünya şartları ile anlamlandırma çaresizliğini "gaflet" diye nitelemesi oldukça dikkat çekicidir. Gafletin, terk etmek/yok saymak ve unutmak gibi iki temel anlamı var. Ayette birinci anlamın vurgulandığı açıktır. Kelimenin ikinci anlamı olan "unutmak" ise, ilk anlama da işaret etmekle beraber daha çok, ahirete inanan kişinin ondan habersizmiş gibi bir hayat sürmesini çağrıştırıyor.
Buradan bir sonuca ulaşmamız gerekiyor: Müminler de, ölüm ötesini inkâr edenlerle aynı dünyayı, aynı maddi ortamı ve şartları paylaşıyorlar. Müminleri bu noktada ayrıcalıklı kılan şey, ebedi hayat yolculuklarını güvenle yapmalarını sağlayacak İlâhî ilkelere sahip olmalarıdır. Ancak, ilkeler, gereği yapıldığı takdirde sonuca ulaştırırlar. Allah’a kulluk bilinci, bu ilkelerin her an zihinde diri tutulup yaşanmasını gerektirir. Müslüman dünyayı, sahip olduğu ilkeler doğrultusunda yaşamak, dünyalığa yine aynı ölçüler ile bakmak durumundadır. Dünyanın ve ihtiyaçların çekme gücü karşısında insan "ziyana" sürüklenmekten kurtaracak yegâne şey bu bilinçtir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hutbe irad etmekte iken, yiyecek yüklü bir ker- van’ın geldiğini haber veren davul sesini duyan sahabiler dağılıp kervanın yanına koşmuşlar ve Resülûllah’ın yanında pek az kişi kalmıştı. Kur’an bu tarihi olayı hatırlattıktan sonra şu uyarıyı yapıyor: "Allah’ın yanında bulunan (mükâfat), eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma, 11) Benzer bir uyarıya, Hz. Peygamberin cihat çağrısı karşısında ağırdan alan bir kabilenin mensupları da muhatap olmuştu. "Ey iman edenler! Ne oldunuz ki, size ’Allah yolunda sefere çıkın’ denilince, yere çakılıp ağırlaştınız. Yoksa ahiretten vaz geçip dünya hayatını mı seçtiniz?
Oysa ahirete göre dünya hayatının yararı, pek az bir şeydir." (Tevbe, 38)
Kur’an’ın dünyevileşme konusunda yaptığı uyarıların odak noktasını şu gerçek oluşturur: Gerçekte bir oyun ve eğlence olan dünya hayatı (En’am, 32) ve onun yaşandığı maddi varlık ortamı, insanın nihai amacını oluşturmamalıdır. Bununla birlikte böyle bir tercihte bulunan kimseye çabalarının karşılığı dünyada tam olarak verilir. Ancak hesaba katmadıkları ahiret gerçekleştiğinde, paylarına düşen şey "ateş" olacaktır. (Hûd, 1415)
Kâinata hakim olan gayeli- lik prensibi, dünyayı geçici bir konaklama yeri olarak görmeyi zaruri kılıyor. Ama bu konuda başarıya ulaşmanın önünde ciddi engeller vardır ve insan çok kere bu engellere takılmaktan kurtulamaz. Müslümanların bu konuda sergilediği manzarayı Muhammed İkbal şöyle dile getiriyor:
"Hak, bu toprağı bize meta olarak (geçici bir süre faydalanmak üzere) vermiş, bu meta tamamıyla karşılıksızdır demiş. Ey köy ağası! Şu nükteye kulak ver: Rızkı ve mezarı al, toprağı bırak. Ne kadar süre var olmayanın sohbetinde olacaksın?" (Câvidnâme, Kakrıüs,
2002, s. 91) Şair, dünya hayatının faniliğini anlamlandırabii- menin şifresini vermiş adeta.
Acaba bizler dünyevileş- menin neresindeyiz?
Bir parktaki kalın bir direğin üzerine iri harflerle şu cümle yazılmıştı: "Hiç bi(r) şeyin anlamı yok."
Bu "feryat" büyük ihtimalle bir genç insana ait ve şüphesiz, "hiçbir şey"e kendi varlığı da dahil. "Niçin varım?" sorusuna yenik düşmüş ruhun feryadı bu. "Derdini dökeceği" bir direk dahi bulamayan nice insanların "sözcüsü" değil mi karşımızdaki bu genç insan? Şu "şarkı" sözlerini düşünelim:
"Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime,
"Bilmem ki, bu dünyaya ben niye geldim!"
Bu sorunun sahibi aradığı cevabı bulabileceği kaynaktan nasıl oldu da mahrum kaldı?
Hayatı anlamlı kılacak iksir, dünya şartları ötesine taşan nihai bir amaca sahip olmak yani ahirete inanmak ve bu inancın gereklerini yerine getirmeye çalışmaktır. Acaba inancımızın bize telkin ettiği temel değerlerden biri olan ahiret gerçeği karşısındaki tutumumuz nedir? Bu konuda yapıp ettiklerimizin; başarabildiklerimizin, başaramadıklarımızın ciddi bir hesabını yapmamız gerekiyor. Ölümü hep uzak görüyor, mezarlıkları "başkalarına ait ebedi istirahatgâh- lar" olarak düşünüyor ve onu kendimize yakıştıramıyorsak bu, dünyanın bizimle "oynadığını", bizi oyaladığını göstermez de neyi gösterir?
Değerlerimiz çok kere maddi yönelişler karşısında törpülenmelere uğruyor. Zaman zaman "zaruretler"i istismara yeltenmediğimizi, çok kere kendimizi kandırmadığımızı söyleyebilir miyiz? Adını koyamadığımız, teşhisinde zorlandığımız, hatta biraz da kendimize yaklaştıramadığımız, yakıştıramadığımız bir dünyevileşme eğilimi hakim değil mi bize, toplum olarak? Dini duyarlılığımızın canlı olduğunu düşündüğümüz bazı durumlarda bile, gizli bir dünyevileşmenin konusu olabildiğimizi küçük bir "iç hesaplaşma" ortaya koyacaktır. Son noktada bize ahiretten yana tercih yaptıracak donanımın içimizde gelişmesini nasıl sağlayabiliriz? Buna bakalım.