Makale

Din eğitimine bilimsel yaklaşım

Din eğitimine bilimsel yaklaşım

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
msaydin@diyanet.gov.tr

Din eğitimi faaliyeti, bir olgu/gerçeklik olarak insanla yaşıttır. Başlangıçtan beri insanlar, inandıkları dini öğrenmek ve başkalarına öğretmekten hiçbir zaman geri durmamışlardır. Bunu yaparken, ne öğrenecekleri ve ne öğretecekleri/muhteva üzerinde kafa yordukları gibi, ister istemez onları nasıl öğrenecekleri/öğretecekleri konusunda da düşünmüşlerdir. Bu alanda bir kültürel birikim söz konusudur.

İslam dünyasında, 8. asırdan itibaren, Avrupa’da ise, bundan birkaç asır daha sonra, dinî eğitim/öğretim konusuna dair müstakil eserler kaleme alınmaya başlanmıştır. Bu tür eserlerde insan ve onun eğitimine ilişkin bilgi ve deneyim birikimlerinden yararlanılarak önerilerde bulunulmuş; zamanla bu alanda ilerlemeler kaydedilmiştir. O kadar ki, bilim öncesi diye nitelendirilen bu döneme ait kitaplarda ileri sürülen kimi pedagojik görüşlerin günümüz eğitim ve psikoloji bilimlerinin verileriyle örtüştüğü bile görülmektedir. (Mesela bk. İbn Cemaa, 1998) Ne ki, bütün bunlar, salt bir uygulama alanı olarak görülen din eğitimi üzerinde bilimsel düşünmenin ürünleri değil; pasif tecrübelerin değerlendirilmesinden ibaretti.

Batı’da bu çalışmalar geliştirilerek eğitimde bilimselleşme yolunda adımlar atılırken, İslam dünyası, yapılanları geliştirmek şöyle dursun onları bile âdeta ihmal etti. Batı’da 19. asrın sonlarında eğitim bilimleri yanında din eğitimi bilimi bağımsız bir bilim olarak doğarken, bizde ancak 20. asrın sonlarında din eğitiminin bilimsel-teorik boyutuyla ilgilenmeler başladı. Bu bilimsel ilginin de, “Din eğitimi nedir?” sorusuyla işe başlaması gerekirken, daha çok din öğretimi yöntemleri gibi öğretim sürecine ilişkin meselelere yöneldiği söylenebilir. Bu, bilimin tabiatı açısından, bir bakıma doğru bir başlangıç değildi. Aslında, din eğitimi olgusunun neliğini/mahiyetini bilimsel bir yaklaşımla inceleme, din eğitimi gerçekliği üzerinde düşünüp bilimsel araştırmalar yaparak onu tanıma, açıklama ve buradan hareketle din eğitimi sürecine ilişkin ilkeleri ortaya koymaya yönelik çalışmalar yapılmalıydı.

Din eğitimi olgusunun bilimsel çalışmalara konu edilmesinin böylesine geciktirilmesi, din eğitim/öğretimi gibi son derece hassas bir faaliyetin, el yordamıyla, deneme yanılma yoluyla yürütülmesine neden oldu. Din eğitim-öğretiminin hangi yasalara göre cereyan ettiğini, hangi faktörlerin etkisi altında kaldığının bilimsel bilgisine sahip olmayanlar... (anne, baba, öğretmen, hoca...), mevcut sıradan bilgilerle bu işi yapageldiler. Din eğitimi olgusunu/gerçekliğini, tanıyıp açıkça tasvir edemeyen, onun mahiyetini açıklayamayan birinin, yapmaya çalıştığı din eğitimi faaliyetini denetlemesi, yönetmesi, yönlendirmesi mümkün değildir. Kontrol edemediğimiz, yönetemediğimiz bir eğitim sürecinin, belirlediğimiz amaçları gerçekleştirecek şekilde sonuçlanmasını garanti edemeyiz. Bu durumda, belirlenen amaçlara ulaşmak şöyle dursun, ummadığımız sonuçlar rahatlıkla ortaya çıkabilir; emeklerimizin nasıl boşa gittiğini içimiz acıyarak seyrederiz. Nitekim bu durumla, sıkça karşılaşmaktayız.

Bu gerçek, bizi din eğitimi olgusunu bilimsel yaklaşımla ele almaya mecbur etmektedir. Çünkü ancak bilimsel yolla, din eğitimi olgusunu olduğu gibi tanımlama, betimleme, ne olduğunu açıklayarak onu kontrol etme, yönetme/yönlendirme konumuna gelebiliriz. Bunu yapmaya bizi hayatın gerçekleri ve din eğitim olgusunun bizzat kendisi zorladığı gibi, dinimizin değerleri de bu sorumluluğu bize yüklemektedir. Her iş gibi, hatta öncelikle din eğitimi işini de, güzel ve etkin yapmakla yükümlüyüz. “Gerçekten Allah size adil olmayı, ihsanı (her yaptığını sağlam ve güzel yapmayı), yakınlara vermeyi emrediyor.” (Nahl, 90) “Allah, her işi güzel yapmayı (ihsanı) size farz kıldı.” (İbn-i Hibban, Sahih, Zebaih, 13/200, H. No: 5884) Ancak bilimle, bilimsel bilgiyle, bilinçle bu sorumluluğun üstesinden gelebiliriz: “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer, 9) Öyleyse, her şeyi, tabi ki öncelikle de din eğitim-öğretimi gibi çok hassas ve zor bir işi, bilimsel bilgiyle/bilerek yapmak zorundayız.

Bilimsel bilgi yolumuzu aydınlatmadığı takdirde, insanın varlık özellikleri ve onun din eğitimi konusunda yanlışlardan hareketle yola çıkar ve yanlışlar yaparak yola devam eder; yanlış sonuçlarla karşılaşırız. Söz gelimi, bireyin gelişimi ve onun eğitimi hakkında elde edilen bilimsel bilgilerden yararlanma imkânı olmayan geçmiş asırlardaki insanların (tabii ki Müslümanların da), çocuk algıları hatalar içeriyordu. Söz gelimi onlar, çocuğu istedikleri gibi şekillendirecekleri bir kile/çamura, üzerine istediklerini yazacakları boş bir kâğıda/ levhaya benzetebildiler. Onların mevcut deneyimleri, böyle algılamalarına neden oluyordu; bunda onlar mazurdular. Ama insanın varlık özellikleri ve onun eğitimine ilişkin çok ileri düzeyde bilimsel bilgi elde edilmiş olduğu günümüzde hâlâ birilerinin, çocuğu istediği şekle sokacağı kil, üzerine istediğini yazacağı boş kâğıt, istediği ses ve görüntüleri kopyalayacağı bant vs. olarak görmesi, bilim adına olduğu kadar İslam adına da asla hoş görülemez.

Böyle bir yanlış çocuk algısı, bir insan olarak görülmesi gereken çocuğa karşı olumsuz tutumlar takınmamızın altında yatan önemli bir etkendir. Mesela, çocuğu adam yerine koymamak, onunla ilişkilerde laubalilik göstermek, onun istekleri, ihtiyaçları, talepleri yok sayılarak ona karşı keyfi davranışlar sergilemek, ona/onun ihtiyaçlarına rağmen hakkında kendimize göre kararlar alıp uygulamaya koymak ve onun da bunlara harfiyen uymasını beklemek, onunla nasıl iletişim kurulabileceği konusunda ciddi hesap kitap yapmayıp keyfemayeşa davranmak, onun varlığını/ihtiyaçlarını tanımaya çalışmamak, onu istediğimiz gibi kullanacağımız bir tür nesne olarak görmek, gibi eğitim açısından son derece olumsuz sayılacak tutum ve davranışlar, işte bu çocuk algısının uzantılarıdır. Bu yanlış tutum ve davranışların uzantıları, çocuğun din eğitimi sürecinin her aşamasında da görülebilmektedir. Bireyin varlık özelliklerine ilişkin yanlış bir kanaat, ister istemez onun eğitimine yönelik her adımda olumsuz etkisini gösterebilmektedir.
İnsanın varlık özellikleri ve gelişimi konusunda oldukça ileri düzeyde bilimsel bilgiye sahip olmamıza rağmen, daha geçenlerde çocuğun din eğitimi üzerine yazılmış bir makalede, “çocuk boş bir bardak gibidir” ifadesini okuduğumda gerçekten şaşırdım. İmkânsız ama, hadi diyelim ki, güncel bilimsel bilgilerden habersiziz, bunca yıldır yaşadığımız tecrübeler de mi, aklımızı kullanarak bunun böyle olmadığını görmemizi sağlamadı? Madem çocuk, istediğimizi dolduracağımız boş bardakmış, istediğimizi kaydedeceğimiz boş bantmış, istediğimiz gibi şekillendireceğimiz kilmiş de, niçin çocuklarımızı istediğimiz hale getiremiyoruz? Hatta, tam aksi bir biçimde şekillenebiliyorlar ve bunun acısını kalbimizin derinliklerinde hissederek üzülüyoruz? Bu yaşadıklarımız, çocuk tasavvurumuzun ne kadar yanlış olduğunu fark etmemize demek ki yetmiyor.

Din eğitiminin pratik boyutuyla görülüp bilimsel düşünceye/araştırmalara konu edilememesi, din eğitiminde çok ciddi yanlışlar yapılmasına yol açmaktadır. Yapılan eğitsel yanlışlar, din eğitimiyle, belirlenen amaçlara ulaşmayı önlemekte; istenmeyen sonuçların doğmasına neden olmaktadır. Din eğitimi alan yeni neslin dine sempati duyması beklenirken, dine karşı antipati duyduğu, onunla ilgilenmesi beklenirken ondan uzaklaştığı, dinin öngördüğü tutum ve davranışlara sahip olması gerekirken onlardan yoksun kaldığı vb. müşahede edilebilmektedir.

Din eğitimini bilimsel yaklaşımla ele alamamamızın bir çok nedeni vardır. Bunlardan biri, geçmişe/geleneğe takılıp kalmaktır. Bu takıntı, tarihte üretilen bilgileri sorgulamadan aynen tekrar edip öylece günümüze taşıma alışkanlığı, eğitim-öğretime ilişkin literatürün içeriğinde daha da öne çıkmaktadır. (Bk. Aydın, Aralık, 2009) Hele bir de bu bilgiler, ileri düzeyde saygı duyduğumuz alimler tarafından dile getirilmişse (Bk. Çamdibi, 1994: 236), onlara toz kondurmama titizliği, daha da ileri noktalara taşınmaktadır.

Bu literatürün penceresinden dinî metinlere bakılınca, ister istemez o metinlerin yorumları da şöyle veya böyle bu anlayışın etkisiyle biçimlenebilmektedir. Geleneksel literatür içinde yer alan eğitim-öğretime ilişkin düşünceler/bilgiler, bir de, dinî bir renge büründürülünce artık sorgulanamazlık zırhının koruması altına iyice yerleştirilebilmektedir. Bu sorgulanamazlık karşısında, yapılan yorumların bilimsel bilgilerle çelişip çelişmemesi, dikkate alınmayabilmektedir. O kadar ki, söz konusu tarihî literatürdeki eğitsel bilgiler, çağdaş bilimsel verilerle çatıştıklarında bile savunulmakta, bilimsel verilere rahatlıkla ilgisiz kalınabilmektedir.

Kimileri, genelde eğitim, özelde din eğitimine ilişkin bilimsel verilerin Batı menşeli olmasını ileri sürerek onlardan uzak durmak gerektiğini dile getirebilmektedirler. Mesela, yakınlarda yayınlanan bir makalede şu ifadelere yer verilmektedir: “Burada şunu açık bir şekilde ifade etmek isteriz ki; eğitim bilimleri ve psikoloji gibi birçok bilim, Batı menşeli olduğundan dolayı bu bilimlerden kaynaklanan bazı anlayışlar bizim anlayışımızla örtüşmezler. Sözü edilen anlayış, kültür kaynaklı ise tabii ki, bize uygun düşmeyebilir; yok eğer bilimsel bir anlayıştan söz ediliyorsa, ona nasıl sırt dönebiliriz?

Bu satırların yazarı, acaba vurulduğumuz aşı için de benzer şeyler söylüyor mu? Çünkü o aşılar da, Batı menşelidir. Sanıyorum, aşılara itiraz etmemektedir. Aşı, tamamen bilimsel yaklaşımla, insan gerçekliğinden hareketle, dolayısıyla ona uygun hazırlanmış olduğu için, evrensel bir geçerliliğe sahiptir, her ülkenin insanında etkili olmaktadır. Bunu bile bile karşı çıkmak mümkün gözükmemektedir. Kimse çıkıp da, “Bu aşı, Batılılar için oluşturuldu; bize etki etmez“ demiyor. Oysa, eğitim-öğretim sürecine ilişkin benzer bilimsel yöntemlerle insan gerçekliğinden hareketle tespit edilen ve evrensel ölçekte geçerliliği olan bilimsel bilgiler de böyledir. Batı menşeli olmaları, onların bu genel geçerlik özelliğini gidermez. Üstelik aşı, bedensel sağlıkla ilgiliyken, eğitim-öğretim, bedensel ve ruhsal sağlığı ilgilendirmektedir. Kaldı ki, bu objektif bilimsel bilgilere kültürel öğeler eklemlenmişse, elbette bu tür kültürel unsurları almak gerekmez.

Bilimsel bilginin kaynağına bakıp onu reddetmek, esasen İslam’ın bilim anlayışıyla bağdaştırılamaz. Her şeyden önce, İslam, mutlak ilmi övmekte; ilimler arasında hiçbir ayrım yapmaksızın onları elde etmeye Müslümanları teşvik etmektedir. (Zümer, 9) Müslümanlar, her ilim dalıyla uğraşana aynı unvanı vermiş (alim), her birinin çalışmalarının ibadet olduğuna inanmış, hepsine aynı saygıyı göstermiş, ilk asırlarda hepsinin öğretim mekânı cami olmuştur. İndirilen Kitap (Kur’an) ile, varlık kitabının (insan ve tüm evren) birlikte okunması öngörülmüştür. Temel dinî metinlerden kurallar çıkarmakla, insan varlığından veya tüm evrendeki varlıklardan kurallar çıkarmak (yasaları keşfetmek), aynı işin (hakikatı/gerçekleri arama işinin) birbirini tamamlayan boyutları olarak görülmüş; birini diğerinden daha üstün, daha kutsal görme eğilimi benimsenmemiştir. Üstelik Allah’a ait olan bu iki kitabın ayetleri arasında çelişkinin olmayacağı öngörülmektedir.

Her halukârda, müminlerin, hakikatin peşinde koşması öngörülmektedir. “Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa alır.” (Kenzu’l-Ummal,16/112) diyen Hz. Peygamber, ilk zamanlar yeterli sayıda Müslüman öğretmen olmadığı için müşrikleri öğretmen olarak görevlendirmekte hiçbir sakınca görmemiştir. Önemli olan gerçeklerle yüzleşmek, onları tanımaktır. Buna hizmet edildiği müddetçe, kaynağın ve araçlarının başkalarına ait olması, engel olarak görülmemiştir.

Bu bağlamda işaret etmemiz gereken önemli bir mesele de, eğitim-öğretim konusunda söylenecek her şeyin Kur’an ve sünnette dile getirildiğine yönelik söylemdir. İlgili bilimsel literatürde, “Dindarlık merkezli yaklaşım” diye nitelenen bu tutum, bilimsel çalışmaların ihmaline neden olabilmektedir. Oysa, insanın özellikleri ve onun eğitimi konusunda Kur’an, elbette çok temel noktalarda birtakım genel yol göstermelerde bulunmakta veya genel çerçeve çizmektedir. Kur’an’ın bu tür beyanlarını, Allah’ın lutfettiği aklı kullanarak, bilimsel çalışmalarla ayrıntılandırıp açıklamak ve onları eğitim uygulamalarını yönlendirmede kullanılır hale getirmek, bizim görevimizdir. Mesela Kur’an, insanı “çok zalim”, “çok cahil” (Ahzab, 72), “Çok nankör.” (İbrahim, 34) olarak tanıtmaktadır. Bunlar son derece genel soyut ifadelerdir. Nankörlük ve zulüm ne demektir? Hangi insan zalim ve nankördür? Nasıl ve kime zulüm ve nankörlük ediyor? Niçin zulüm ve nankörlük ediyor? Bu kötü davranışların önü nasıl alınır? vs. Bunları açıklamak, özele indirmek, hayatta somut karşılıklarını belirlemek gibi bir çok işlemleri yapıp onları kullanılabilir özel bilgilere dönüştürmek, insanın bilimsel çabalarıyla olabilecek iştir. Bir başka ayette, “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile bireylerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz.” (Tahrim, 6) buyurulur; ama bu korumanın nelerle, nerelerde, neler yapılarak ve nasıl gerçekleştirileceğini anlama, açıklama işinin ayrıntıları verilmez. “Rabbin’in yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel tarzda mücadele et.” (Nahl, 125) ayetindeki hikmet, öğüt, mücadele gibi kavramlarla ne kastedilmektedir? Hikmetle, güzel öğütle davet nasıl formatlanır? “En güzel mücadele” nasıl yapılır? Bunlar gibi birçok sorunun analitik cevaplarını Kur’an vermez. Bütün bu tür soruların ayrıntılı cevaplarını keşfetme görevi bize, bizim bilimsel çabalarımıza havale edilmiştir. Dolayısıyla Kur’an, bilimsel çalışmalarla varlığın yasalarını keşfetmeye insanı yönlendirmekte ve somut gerçeklikleri bizzat bulmasını sorumluluk olarak insana yüklemektedir.

Gerçekte, Kur’an’ın öngördüğü dindarlık yaklaşımı, bilimsel yaklaşımı kapsamakta, onu asla dindarlık algısının dışında bırakmamaktadır. Hal böyleyken, kalkıp insanı ancak Allah’ın Kur’an’da tanıttığı kadarıyla tanıyacağımızı, psikoloji gibi bilimlerin metotlarıyla insanı fıtrat özellikleriyle tanımanın mümkün olmayacağını; dolayısıyla onlara göre etkin ve verimli bir din eğitimi yapılamayacağını, vb. dile getiren iddiaların, her şeyden önce Kur’an’a uygunluğu tartışılır. Öyleyse, insanın varlık özellikleri ve eğitimine ilişkin birtakım temel/genel bilgilere yer veren Kur’an’ın, bir ontoloji, bir biyoloji, bir psikoloji ve bir eğitim-öğretim kitabı olarak algılanması ve bu algının uzantısı olarak söz konusu bilimlerden müstağni kalınması, öncelikle Kur’an adına asla onaylanamaz.

Bu çerçevede tabii ki, Kur’an’ı anlamamızda elimizden tutan sünnet de, temel kaynaktır. Ancak, Efendimiz (s.a.s.)’in, on beş asır önceki muhataplarına göre formatladığı her hareketi ve sözü de bizim aklımızı kullanarak bilimsel çalışmalarla anlamlandırmaya, ilk etapta algılanan kısmın arkasındaki anlam dünyasını, zaman aşımına uğramayan özü keşfetmeye çalışmak ve onu ayrıntılandırarak güncellemek görevimizdir. Mesela, “Kimin çocuğu varsa, onun için çocuklaşsın.” (Kenz, 16/457) hadis-i şerifini nasıl açıklayacağız, nasıl anlamlandıracağız? Çocuklaşmak ne demek? Nasıl çocuklaşılır? Niçin çocuklaşılacak? vs. Bütün bu boyutların arkasındaki anlam dünyasını bilimsel çalışmalarla imbikleyip çözümlemek ve günümüzde kullanılabilir bilgilere dönüştürmek, bizim sorumluluğumuzdadır. Bunlar ise, tamamen bilimsel çalışmalarla kotarılabilir.

Öyleyse, insan gerçeğine ilişkin bilgilerden yola çıkarak din eğitimi gerçeğini bilimsel bir yaklaşımla ele alıp incelemek, onu tanımak, onun mahiyetini açıklamak, yasalarını keşfetmek, bu çerçevede üretilen bilimsel bilgilerle teorisini oluşturmak ve bu teoriden hareketle din eğitimi uygulamalarına ilişkin bilgiler/ilkeler üretmek ve bu bilgilere/ilkelere göre eğitim-öğretim sürecini yönetmek, doğrudan dinî bir sorumluluktur. Kime, ne zaman, hangi dinî bilgi(ler), ne kadarıyla, nasıl öğretilecek? Bu ve benzeri pedagojik soruların bilimsel cevapları tespit edilmeden yapılan din eğitimi faaliyetleri, kaş yapalım derken göz çıkarmaya devam edecektir. Kur’an’a inanmanın gereği olarak, din eğitimini bilimsel bilgi ve becerilerle donanarak yapma sorumluluğumuzu artık daha fazla ıskalamayalım.