Makale

İslam Ümmeti Neden Bu duruma Düştü?

Vahyin Aydınlığında
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
ihilmi.karsli@diyanet.gov.tr

İslam Ümmeti Neden Bu Duruma Düştü?

“Bir toplum sahip olduğu dinî-ahlaki değerleri kötü yönde değiştirmedikçe, Allah o topluma nasip ettiği (esenlik, güç ve refah gibi) nimetleri geri almaz.”
(Enfal, 8/53.)

Son asırlarda İslam ümmeti olarak büyük sarsıntılar geçiriyoruz. Sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel buhranların ardı arkası kesilmiyor. Belimizi doğrultup ayağa kalkamıyoruz. Birlik beraberlik ruhu gittikçe zayıflamaktadır. Mezhep, meşrep ve etnik çatışmalar ümmetin vahdetini tehdit etmektedir. İyi bir imaja sahip değiliz. Kısaca ümmet olarak insanlığa güzel örnek olamıyoruz.
Şüphesiz ki bütün bunlar sebepsiz değildir. Siyasi, kültürel ve ekonomik birçok nedenden bahsedilebilir. Ancak Kur’an’ın sözünü ettiği temel bir hakikat vardır ki o da şu ayette geçmektedir: “Bir toplum sahip olduğu dinî-ahlaki değerleri kötü yönde değiştirmedikçe, Allah o topluma nasip ettiği (esenlik, güç ve refah gibi) nimetleri geri almaz.” (Enfal, 8/53.)
Ayet, fert ve toplum ilişkisinde iç ve dış dinamiklerden bahsetmektedir. Buna göre toplumun sosyolojik yapısı, fertlerin psikolojik yönelişlerine bağlıdır. Fertlerin hayatına yön veren iç dinamikler sağlam olursa dış dinamikler de sağlam olur. Toplum bilgide, medeniyette gelişir; ekonomi ve siyasette güçlenir, uluslararası ilişkilerde nüfuz sahibi olur.
Ayette insanların nefislerinde olanı olumsuz yönde değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Nefisteki değişim tasavvurların değişmesi ile başlar. Çünkü tasavvurlar insanın düşünce ve fiillerinin kaynağını oluşturur. İslam kendi mensuplarına beşeri düşüncelerden farklı bir değerler sistemi sunar. Hayat-hayat sonrası, kazanmak-kaybetmek, kurtuluşa ermek-hüsrana uğramak; evet bu ve benzeri kavramlar bu dünya görüşünde köklü farklılıklar gösterir.
Tarih, manevi değişimi olumlu yönde yaşayan nice topluluklarla doludur. Müminler, gönülden Rablerinin buyruklarına bağlı kaldıkları müddetçe bu dünyada yücelmişler, iktidar ve itibar sahibi olmuşlardır. İnsanlığın barış ve adalet içerisinde yaşamasına önemli katkılar sağlamışlardır. Ebedî mükâfatı esas aldıkları için, dünyevi nimetlerin kapıları onlara açılmıştır. (Araf, 7/96; Nuh, 71/10-12.) Ancak ilahî buyruklara sırt çevirdikleri zaman da zillete düşmüşler, itibarlarıyla oynanmıştır. (bk. Nahl, 16/111; Sebe’, 34/15.)
Mesela İsrailoğullarının tarihine baktığımızda şunu görürüz: Onlar, ilk dönemlerde ilahî lütuflara mazhar oldular. Göklerin ve yerin, bereket kapıları onlara açıldı. Güç ve iktidar sahibi olup diğer milletlere üstünlük sağladılar. (Bakara, 2/47.)
Ne var ki zaman içerisinde Allah Teala’ya olan saygılarını kaybettiler. Gözleri dünyevi güç ve iktidardan başka bir şey görmez oldu. (Bakara, 2/96.) Helal-haram demeden dünya malını iç ettiler. (Maide, 5/42; Nisa, 4/160-161.) Neticede Allah Teala da desteğini onlardan çekti. Böylece asırlarca esarete ve sefalete maruz kaldılar, oradan oraya sürülmekten kurtulamadılar. (İsra, 17/5-7; Âl-i İmran, 3/112.)
İslam ümmetine gelince şunu görüyoruz: Müslüman topluluklar tarihte insanlığın din, diyanet, kültür ve medeniyetine önemli katkılar sağladılar. Güç ve kudret sahibi oldular. Huzur ve refah içerisinde asırlarca onurlu bir hayat sürdüler. Dünyanın değişik yerlerinde mazlumlara arka çıktılar.
Ancak son iki asırda İslam ümmeti kendine hayat veren değerlerden uzaklaştı. Yabancı kültürlere özenti hastalığı bünyeyi sardı. Bilgi ve irfana gereken önem verilmedi. Kendi kültürüne yabancılaşan kuşaklar yetişti. Oysa bunların dedeleri, alnı secdeli, dili dualı, fazilet sahibi insanlardı. Nitekim geçen asırda bu toprakları, düşman işgalinden bu fedakârlık timsali insanlar kurtarmıştı.
İşte ümmetin bu duruma gelmesinin sebebi, iç dünyada yaşanan zaaf ve sapmalarda aranmalıdır. Yoksa bizler tarihin kurbanları değiliz. Bir şanssızlık ve talihsizliğe uğramadık. Eğer bir sorumlu aramak gerekiyorsa, bu Müslümanların kendileridir. Çünkü toplumların izzet sahibi olmaları-zillete düşmeleri, bu toplulukları meydana getiren fertlerin kendi inanç ve fiillerinin bir sonucundan başka bir şey değildir.
Allah Teala’nın dilediğine mülkü vermesi, dilediğinden onu alması; dilediğini izzet sahibi yapması, dilediğini de zillete düşürmesi bir hakikattir. (Âl-i İmran, 3/26.) O da, tabiatta olduğu gibi sosyal hayatta da işleyen kanunları Allah’ın koyması gerçeğidir. Bu tür anlatımlar Kur’an’ın ifade tarzının bir özelliğidir. Yoksa bunlar, tarihin gidişatında belirleyici ve sorumlu olanın insan olduğu hakikatini göz ardı etmemiz sonucunu doğurmamalıdır. (bk. Nisa, 4/79; Yunus, 10/44; Rum, 30/41.)
Şüphesiz ki Allah Teala, müminlerin yardımcısı, onların koruyucusudur. (Ğafir, 40/51; Hac, 22/38.) Ancak bu da yine onların hak ve adalete dayalı bir toplum oluşturmaları, bilgi ve medeniyeti öncelemeleri ile mümkündür. Çünkü sadece hak ve hakikate mensup olmak muvaffakiyet için yeterli değildir.
İslami manada değişim, günümüzdekinden farklı olarak nefisten, iç dünyadan başlıyor. Görüntüyü ve zahiri değil, batını ve özde olanı önceliyor. Fert fert insanların iç dünyalarını maneviyatla bezemeleri ile oluyor. Öyle ise önce fertlerin şirk, kibir, gurur, gösteriş ve nifaktan temizlenmesi gerekmektedir. (Şems, 91/9-10.)
Çağdaş dünyada görüntü, görsellik, zahir ve şekil önemlidir. Ancak bizim değerler sistemimizde şekil, özün bir yansımasıdır. Öz olmadıkça görüntünün bir anlamı yoktur. Kalp güzelliği olmadıkça kalıp güzelliği bir değer ifade etmez. Çünkü Yaratıcı kalıp güzelliğine değil, kalp güzelliğine bakar. (Müslim, Birr, 34.)
İslam’ın nazarında cemiyetlerin değişimi, moda tabirle “toplum mühendisliği” ile olmuyor. Yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru oluyor. Kalpten başlıyor, kalbiselimle oluyor. Çünkü değişimin gerçekçi ve kalıcı olması için özde olması, duygulara ve düşüncelere sinmesi gerekiyor. Aksi takdirde bir netice alınması mümkün değildir.
Kur’an insanları değerlendirirken kemiyetten daha çok keyfiyeti ön plana çıkarır. Sayısal çokluktan ziyade bireysel/psikolojik niteliğe vurgu yapar. (Enfal, 8/65-66.) Sabırlı, inançlı, disiplinli az sayıdaki bir topluluğun bu vasıflardan yoksun büyük bir topluluğa galip geleceğini söyler. (Bakara, 2/249.)
Şu hâlde fert fert her insanın, kendi hayatında etkili olan değer ve ilkeleri gözden geçirmesi gerekir. Zira insan, kötüye ve şerre itiraz edebilecek ve onu hayra çevirebilecek bir potansiyele sahiptir. Bir insan içinde yaşadığı toplumu değiştiremez; ancak kendi nefsinde olanı değiştirebilir. Onu istediği yönde şekillendirebilir. Şerden hayra, isyandan itaate, günahtan sevaba dönebilir. Şaki bir kul iken bahtiyar bir kul, zalim birisi iken adil bir kimse olabilir.