Makale

İnsan Yetiştirme Düzenimiz Üzerine Düşünceler

İnsan Yetiştirme
Düzenimiz Üzerine Düşünceler

Necla Koytak
İnsan Gelişimi ve Toplumsal Eğitim Vakfı (İGETEV)
Genel Sekreteri

atı’da, “aydınlanma” diye anılan zihinsel dönüşüm üzerinde gelişen ideoloji ve yaşam biçimi olan modernizmin küresel ölçekte yaygınlaştığı ve farklı kültürleri dönüştürdüğü bir çağda yaşıyoruz.
Akıl, bilim, demokrasi, değişim, gelişimcilik gibi kavramlar üzerinden kurduğu seküler otoriterlik ile total bir paradigmaya hapsolan modernizm, bütün insanlık için dinlerin oluşturduğu geleneksel düzlemden keskin bir kopuşu ifade etmektedir. Dünya ve maddi hayat ile sınırlı varlık anlayışı çerçevesindeki zihinsel kurulumuyla modernizm, S. H. Nasr’ın ifadesiyle, “İnsanlığın tarih yolculuğunda uğradığı bir yol kazasıdır.”
Modernizmin ürettiği ve dayattığı maneviyattan uzak değerler, yaşam biçimi ve ilişkiler sistemi pek çok problemi beraberinde getirdi. Bilinç yaralanmasına uğrayan insanoğlunu anlamsızlığın pençesine itti. Daha bugüne gelmeden çok öncele, 18 ve 19. yy düşünürleri, Spinoza, Goethe, Shiller, Fichte, Feurbach, Hegel, Marx, Kierkegard yaşadıkları çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğundan yakındılar. 20. yy’da, maneviyatın kaybedilmesiyle birlikte yaşamın yitip giden anlamının ardından girdiği bunalımı aşmaya çalışan Varoluşçu düşünceyi “Endüstriyel toplumda insanın insana özgü niteliklerini yitirmesine, yüz yılı aşkın bir süredir süregelen bir isyan.” olarak betimliyor bir başka düşünür.
İnsanın sonsuzlukla irtibatını oluşturan ruhi ve manevi boyutunu yok sayan bu düşünce ve yaşama biçimi, insanın doğaya, diğer insanlara ve bizzat kendi öz varlığına yabancılaşmasını getirdi.
Bu konuda 20. yüzyılın ruhbilim alanının prensi olarak anılan R. D. Laing, manevi boyutu baskılanan çağdaş insan için “bölünmüş benlik” ten söz eder.
Günümüzün ünlü düşünürlerinden Edgar Morin, “Geleceğin Eğitimi için Gerekli Yedi Bilgi” adlı kitabında, modernizmin küresel sonuçlarını şöyle tasvir ediyor: “Bu çağ hem tek bir dünya dokusu yarattı hem de bu dokuyu parçaladı; gelişmiş toplumlar gezegenin refah çevrimi içindeyken, dünya halklarının çoğunluğunu oluşturan Afrikalı, Asyalı, Güney Amerikalılar gezegenin yoksulluk çevrimi içindeler. Dünya devletleri kaba ve esrik, güçlü ve aciz tiranlar olarak gezegen üzerinde egemenler. Yerküre üzerinde dalga dalga yayılan teknik ve sınai gelişme etnik, kültürel, insani çeşitlilikleri yok etme eğilimi gösteriyor. Gelişme çözümlediğinden daha çok sorun yarattı ve Batı’nın müreffeh toplumlarını etkileyen derin bir uygarlık bunalımına ulaştı. Batı’da doğan uygarlık, kendisini geçmişe bağlayan palamarlarını çözerek, bilim, akıl, ekonomi ve demokrasinin ortak gelişmeleri sayesinde ilerlemenin sonu olmayan geleceğine doğru yöneldiğini sanıyordu. Oysa Hiroşima bize bilimin birbirine karşıt iki yüzü olduğunu öğretti. Sınai gelişmenin kültürel yıkımlar ile ölümcül kirlenmelere yol açtığını gördük; refah uygarlığının mutsuzluk ta doğurabileceğini gördük. Şayet modernlik, ilerlemeye, tekniğe, bilime, ekonomik gelişmeye koşulsuz iman ise bu modernlik ölmüştür.”
Toplumları geleneksel yapılarından koparan ve yeni bir insan modeli ortaya çıkaran Modernizmin temel paradigmalarına baktığımızda özünde dine karşı bir tepki niteliğini taşıdıklarını görürüz. Örneğin, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek insanı yücelten ve onu kendi başına bağımsız hakikat sayan, insanı kendi üzerinde sınırlayıcı Tanrı’ya başkaldıran varlık konumuna taşıyan hümanizm çok kapsayıcı ve kuşatıcı bir paradigma değişimi yaratmıştır. Pek çok düşünür, bu ve benzeri modern paradigmalara dayalı zihinsel kurulum ve tasavvurun ürünü olarak insan tabiatı hakkında, eksik ve yanlış veya yetersiz tanımlar geliştirmişlerdir. Modern kültür ve modern insan bu tanımlar çerçevesinde şekillenmiştir.
Örneğin, Thomas Hobbes (17. yy) , “İnsan insanın kurdudur.” şeklinde bir tanım getirirken J. J Rousseau insanın duygusal yaşamını yücelterek kişisel mutluluğa odaklanan bireyselliğin, her türlü bağlayıcı kuraldan özerk ve atomistik “birey”in, başka bir ifadeyle modern kimliğin mimarisini oluşturmuştur. J. Lock, insanı “tabula rasa”, toplumun şekillendireceği boş levha olarak tanımlamış; Freud, insanı tümüyle bencil bir varlık olarak tasvir etmiştir. Günümüz düşünürlerinden M. Foucault ise, “İnsan tabiatı diye bir şey yoktur.”, “İnsan benliği siyasal bir üründür.” şeklindeki yaklaşımını şöyle ifade etmektedir: “Modern toplumda insan vaat edildiği gibi özgür ve özerk değildir. Sistemin temel mantığını meşrulaştırıcı ve normalleştirici söylemlerle disiplin altına alınıp kendi kendini denetleyen, baskı altına alan özne hâline gelmiştir.”
Bugüne geldiğimizde, psikoloji ve psikiyatri alnının uzmanları aile, toplum denetimi ve gelenek kaybından dolayı ortaya çıkan “ boş benlik” olgusunun yol açtığı bunalımları dile getirirken bu konuda psikoloji biliminin katkısını da sorguluyorlar. Amerikan Psikoloji Kuruluşu APA’nın başkanı Campell’in, “Psikoloji ve psikiyatri bireyi bencil bir biçimde güdülenmiş olarak tanımlamanın ötesinde açık veya kapalı bir şekilde böyle olması gerektiğini de öğretiyor.” şeklindeki eleştirisi dikkate değerdir.
“Boş benlik” olgusundan söz ederken uzmanlar, dinî ve ahlaki değerlerin yok olmaya başlamasıyla benliğin, eksilen bu yaşam amacı kaynaklarının yerini doldurmak için taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmekte olduğunu söylüyorlar. M. B. Smith’e göre, “Kendini gerçekleştirme, kendine bağlılık, kendi isteklerine odaklanma gibi sırf benliğe yönelik yaşam amaçları, hayata yön vermekte yetersiz kalıyor.”
İnsani değerleri eksik, buna karşılık her şeye hâkim olduğuna dair özerklik… Benliğin bu şekilde kavramsallaştırılışının olumsuz sosyal sonuçları Amerikan toplumunun ve psikolojinin başka eleştirmenleri, bireyci benliğin ön plana çıkmasına ve yüceltilmesine karşı çıkıyor ve “benliği aşan değerlere” yönelmeyi öneriyorlar.
Netice olarak, insanın bencilliği üzerinde yükselen ve Frijtof Capra’nın ifadesiyle, “çatışma, rekabet, baskı ve tehdit üreten” dolayısıyla gücü yücelten haz kültürü kendi insan tipini yetiştirmekte. Sorunların temelinde, zihinsel kurgudan eğitim pratikleri ve düzenlemelerine kadar insanın manevi ve ruhi cevherine, ahlaki benliğine yeterince yer verilmemesi, heva hevesinde insana neredeyse sınırsız özgürlük tanırken sorumluluktan hiç söz edilmemesi gerçeği yatmaktadır.
Bilindiği gibi modern eğitim “eğitim üretim içindir” paradigması doğrultusunda yalnızca yasalara saygılı uysal yurttaş ve mesleki formasyon için geliştirilmiş zekâyı hedefler ve böyle yaparak insanı doğal aidiyetlerinden koparıp devasa bir aygıta, ulus devlete ve modern kapitalist sisteme bağlar. İnsanın manevi yanının gelişmesini, şahsiyetinin tekâmülünü desteklemeye yer vermez ve temel varoluşsal ihtiyacı olan yaşamın aşkın amacına dair arayışına cevap vermez. Bundan da öte, modern eğitim sisteminin hiçbir noktasında, pratik yaşamı kolaylaştırmak için insanın kendini tanıması, insanları anlaması, doyurucu ilişkiler kurması ve sürdürebilmesi, duygularını yönetebilmesi ve sahip olduğu çok yönlü ve neredeyse sınırsız potansiyellerini açığa çıkarabilmesinin yolu yordamı çerçevesinde hiçbir eğitim içeriğine yer verilmemekte.
Bu durumda, daha yaşanabilir, daha adil ve güvenli bir gelecek inşasında, bir toplumu veya hatta insanlığı ilgilendiren ileri boyuttaki çok yönlü sorunların çözümünde kuşkusuz ki uzmanlık ve mesleki formasyon veren eğitim yetersiz kalır.
Eğitimle toplum arasında dinamik bir ilişki olmalıdır ilkesinden hareketle, ağırlıklı olarak sınırsız özgürlüğün, bencillik ve bireyselliğin yol açtığı sorunların bu kez sorumluluk ağırlıklı bir eğitimi gerekli kıldığını söyleyebiliriz.
Özellikle biz Müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olarak yaratıldığımıza inanan insanlar olarak kendimizi yeryüzünün her köşesindeki zulümden sorumlu saymak durumundayız. Bu anlamda tüm insanlık için adalet, barış, esenlik vadeden bir dünyanın kurulması yönünde çaba sarf etmekle yükümlüyüz.
Dünyada ciddi dönüşümlerin yaşandığı bir döneme seyirci kalmak yerine geçmişte kurup yüzyıllarca yaşattığımız sevgi ve erdem medeniyetine yeniden hayatiyet kazandırmak için sönmeyen hayallerimiz ve umutlarımız var.
Genel sistem teorisinin, umudumuzu perçinleyen ve “kelebek kanadı ilkesi” olarak bilinen ilkesi, “kaotik ortamlarda en küçük bireysel çabaların bile beklenmedik ölçüde büyük sonuçlar doğurabileceğine” işaret ederek bize cesaret veriyor.
Yeni bir toplumsal kültürel yapılanma bireysel olmaktan çok grup çabaları ile mümkündür. Bunun için potansiyel olarak Allah’ın yeryüzündeki potansiyel vekili olduğu bilinci içerisinde, Allah’ın ahlakıyla örülmüş bir şahsiyete sahip; insanı açıklamaya, incelemeye ve etkilemeye yönelik muhkem bilgileri bütünleştirebilen, sosyal vizyon sahibi, inançlı ve kararlı kadroların yetişmesi gerekmekte.
Kaldı ki bugün Müslüman bir gencin, Batı kültürünün hangi fikri temeller üzerinde ve nasıl bir hakikat anlayışı doğrultusunda geliştiğini bilmeden onun meydan okumalarına karşı durması fevkalade zordur. Modern kimlik temel özelliğini değişmez hakikat, ilke ve değerlerin inkârından ve ilahî otoriteye başkaldırma tavrından alır. Modern kimliğin bu karakteristik özelliğini ve mahiyetini kavramadan, bu kültürün âdeta bombardımanı altındaki Müslüman bir gencin kendi kimliğini onun bozucu etkilerinden arındırması oldukça güçtür.
Bunun için, eğitim sistemimizin lise seviyesi için müfredat programına İnsana dair, insanlığa dair, kendini bilmeye dair, hayata dair, hayatın anlamı ve gayesine dair, insan ilişkilerine dair, “duygusal zekâ” denilen ve esasında “şahsiyet tekamülüne” karşılık gelen yetenekler kümesinin geliştirilmesini destekleyecek; kendi kültür havzasının bilgeliği ve özgün irfanını tanımasını, yaşadığı dünyayı doğru okumasını sağlayacak ve bu dünyaya özellikle insani anlamda fark yaratacak katkılarda bulunma heyecan ve motivasyonu kazandıracak içeriğe sahip dersler konulmasını öneriyorum.
Ayrıca, Ana-baba, aile, okul, arkadaş, sosyal çevre, toplum ve kültürün etkisi ile ve sosyalleşme süreçleriyle ergenliğe kadar pasif alıcı durumunda kişiliği oluşan gençlere, eğitimin iradi etabı olarak kendini eğitme, kendi kişiliğini yeniden inşa etme çabasının heyecanını yaşatacak, Allah’a gerçek anlamada kulluğun, ruhumuzdaki ilahi cevherden gelen ahlaki özellikleri ve insani potansiyelleri olabildiğince açığa çıkarmak suretiyle kendi tekamülümüzün aktörü olmak gayretini aşılayacak eğitim içerikleri oluşturulmasının gerektiğini düşünüyorum.
Çağın sorunlarının niteliği, insan üzerinde yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. O hâlde bu ders içeriği için, insanın hakikatini yansıtan, insanın yaratılıştan getirdiği çok boyutlu varlık yapısını ortaya koyan bir insan tanımı geliştirmek başlangıç noktamız olmalı diye düşünüyorum.
İnsanlığın gidişini etkileyen ve değiştiren temel adım paradigmaların değişimidir.
“Paradigma, zorunlu kılar ve yasaklar; kavramlaştırma ve mantıksal işlemlerin seçilmesini ve belirlenmesini gerçekleştirir. Kavranabilirliğin temel kategorilerini ortaya koyar ve bunların kullanımını denetler. Böylece bireyler kendilerinde kültürel olarak kayıtlı bulunan paradigmalara göre bilir düşünür ve davranırlar. (E.Morin)
Bir düşünür, “Hayvanlar arasında yiyen ve yenilen vardır, güçlüler zayıfları yerler. İnsanlar arasında ise tanımlayan ve tanımlananlar arasında benzer bir ilişki söz konusudur.” diyerek temel kavramları tanımlayan ya da hayata yön veren paradigmaları belirleyen aktörlerin dünyayı şekillendirdiğine işaret ediyor. Öte yandan, C. Meriç’in, “tanımlayan tahrif eder” şeklindeki ifadesi de bu gerçeği işaret etmekte.
Nitekim insanın manevi ve Yaratıcı’yla irtibatlı (ruhi) yanını tanım dışında bırakan modern düşüncenin, insanın bu yönünün gelişmesinin önüne geçmiş ve insan doğasını tahrif etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
O hâlde, Kur’an ve hadis gibi temel referanslarımızdan yola çıkarak insan tanımımızı ortaya koymakla söz konusu ders içeriğini oluşturmaya başlayabiliriz.
Aslına bakarsanız, Bütün dinlerin ve dinî öğretilerin eğitiminde hem kalkış noktası hem de değişmeyen ortak hedef “Kendini bil !” kalıbı ile ifade edilegelmiştir. Felsefi düşüncenin en yüksek amacının da “Kendini bilme” olduğunu genellikle herkes onaylar. Görünen o ki, “kendini bilme”, kendi potansiyellerini ortaya koymanın, kendi var oluşuna bir yol çizmenin, tekâmülünü gerçekleştirmenin ilk adımı olması itibarıyla bu merkezi konuma sahip olmakta.
Bu itibarla “insanın doğası nedir?” sorusuna verilen karşılık, insanın yaratılış hakikatini içinde barındırdığı oranda insanca bir yaşamın yolunu açar.
İnsan davranışlarının, insan haysiyetine yakışır nitelikler taşıması, aynı şekilde insanın ilişkilerini, aile, siyaset, eğitim, ekonomi vb. toplumsal kurumları adalet ilkesi çerçevesinde düzenlemesi ve sürdürebilmesinin temel şartı da, insanın ve elbette ki varlıklar âleminin hakikatine ve var olmanın hiyerarşik sırasına dair doğru bilgiden yola çıkmasıdır. İnsanın hayattaki doğru konumunun tanınmasına ilaveten insanın bu konumun gerektirdiği rolü üstlenmesini sağlayan bir disipline de sahip olması gerekir.
İnancımıza göre doğru bilgi, varlıkların gerçek ve doğru yerlerinin bilinmesidir. Doğru bilgi olmadan adalet ikame edilemez. Çünkü adalet, her şeyin (varlıkların) gerçek ve doğru konumunda olduğu, denge ve uyum içeren durum veya ilişki biçimi demektir. Bu yüzdendir ki insanın hakikatle ilişkisi ahlaki dünyasının temelidir.
Kur’an’da insan fıtratına dair pek çok açıklama yer alır. Buraya yalnızca bana en çok heyecan veren, dinamizm kazandıranlarını alacağım.
1- Sad, 28/71-72: “Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”
2- Hicr, 13/28-29: “Hani Rabbin meleklere “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin.” demişti.
3- Şems, 91/7-8-9-10: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”
4- Bakara, 2/156: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.’ derler.”