Makale

Başkanlığın 86 yılı

Dünden Bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı

Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman

Başkanlığın 86 yılı


Diyanet İşleri Başkanlığının kurulduğu yılda doğan insanlardan hayatta kalanlar bugün 86 yaşında... Yani, uzun ömürlü sayılabilecek bir faninin hayatı kadar bir geçmişe sahip Başkanlık... Türkiye Cumhuriyeti devletiyle de yaşıt bir kurum. Ancak, tevarüs ettiği misyon ve sahip olduğu tarihi tecrübe itibariyle köklü bir müessese; farklılıklarıyla birlikte tarihte karşılığı, mümasili bulunan bir teşkilat.

Yüz yıllık bir ömre sahip ve bunun 86 yılını Diyanet teşkilatı içinde, onunla hemhal olarak geçirmiş bir insan düşünelim; böyle bir insan, bugün, geriye dönüp baktığında onu nasıl tanımlar, onun hangi yönünü öne çıkarırdı acaba? Galiba bu niteleme, “Sürekli tartışılan bir kurum!...” şeklinde olurdu.
Bu hususu açmadan önce, bir kuruluş yıldönümünü daha idrak etmemiz hasebiyle önce Başkanlığın tarihî sürecine kısaca bir göz atalım.

Dünden bugüne...
Kurucu neslin Diyanet teşkilatını tesis ederken taşıdıkları heyecanı, ona atfettikleri önemi, ondan geleceğe yönelik büyük ümit ve beklentilerini, zamanın imkân ve şartlarına göre bu teşkilata sağladıkları ve bugün bizim takdirle yâd etmemize vesile olan son derece anlamlı maddi-manevi imkânları değişik vesilelerle burada dile getirmiştik; bunları biliyoruz. İlk birkaç yılında bu yeni kuruma tahsis edilen ayrıcalıklı bütçe mesela... Büyük Millet Meclisinin Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri yaptırma kararı mesela... Yetkin din görevlisi yetiştirilmesi doğrultusundaki samimi talepler mesela. İlk Diyanet İşleri Reisine bağlanan dolgun maaş mesela... Mesela hademe-i hayratın/din hizmetlilerinin kendilerini sadece din hizmetine tahsis edip geçim kaygısıyla mesleklerinin itibarını zedeleyecek işlerle uğraşmalarına fırsat vermemek için onlara yeterli düzeyde maaş verilmesi gerektiğinin dile getirilmesi... Bu bağlamda mesela, “Bu millete imam olacak, halkın önüne geçip namaz kıldıracak zatın eteğinde hayvan tersi görülmemelidir.” diyordu, kurucu nesilden bir milletvekili. Bu sözün ta 1925’te söylendiğini bilhassa hatırlatmak istiyorum.

Bu itibarla, her ne kadar bilahare küçültülmüş olsa da, öteden beri söylendiği gibi, Diyanet 3 Mart 1924’te küçük bir teşkilat olarak kurulmuş değildir.

Ne ki, ümit vadeden ve 86 yıl sonra bizleri hâlâ duygulandıran bu ve benzeri gayretlerin devamı gelmedi. Özellikle 1930’lu yıllardan itibaren Başkanlık ve din hizmetleri yeterli ilgiyi göremedi. Örneğin yukarıda sözü edilen talebin geçekleşmesi; yani köy imamlarının köylünün verdiği tahıl nevinden ücretle görev yapma durumundan kurtulabilmeleri için 1960’lı yılların sonunu beklemek gerekti. Nitekim köylünün harman mevsiminden harman mevsimine yıllık olarak verdiği belli ölçekteki tahıl karşılığında imamlık yapmış fedakâr görevlilerimizden henüz hayatta olanların sayısı az değildir sanırım (Bu vesileyle hürmetlerimi arz ederim kendilerine; bu cefakâr ve fedakâr insanlardan ahirete göçmüş olanların ruhlarına binlerce Fatiha... Onlar çoğu kez kendilerini bu hizmete ehil görmemelerine rağmen, zor zamanlarda mabetlerimizin bekçiliğini yaptılar; minarelerimizi ezansız, mihraplarımızı Kur’an’sız bırakmamaya gayret ettiler. Bugün din hizmetlerinde belli bir noktaya gelmişsek, bunda, her şeye rağmen onların özverili çabalarının, katlandıkları sıkıntıların önemli payı olduğunu hatırlamamız bir kadirşinaslık görevidir).

Evet, 1930’lu, l940’lı yıllar Diyanet hizmetlerinin en zayıf kaldığı, ülkemizde dinî hayatın canlılığını önemli ölçüde yitirdiği yıllardır. Bilindiği gibi bu yıllarda ülkemizde resmî din eğitimi de yapılmamıştır.

1940’lı yılların ikinci yarısında başlayan ve özellikle 1950’den itibaren ivme kazanan demokratik açılım ve devlet politikalarında dini alanda görülmeye başlayan yumuşamaların da etkisiyle ülkemizde din eğitiminde, dinî hayatta ve buna paralel olarak din ve diyanet hizmetlerinde bir canlanma görüldü. İşte, 1947 yılında hacca gidecekler için ilk defa olarak döviz tahsis edilmesi, 1950’de DİB yasasında önemli bir revizyona gidilerek camilerin ve cami görevlilerinin idaresinin tekrar Başkanlığa devredilmesi, aynı yıl Arapça ezan yasağının kaldırılması, yine bu dönemde din eğitimi alanında bazı adımların atılması... Devlet radyosunda önce Kur’an ve bilahare dinî yayının başlaması...

Söz konusu yasal değişiklikten sonra teşkilatını genişleten Başkanlığın sunduğu hizmetlerde önemli bir canlanma görüldü, özellikle vaaz ve irşad hizmetlerine ayrı bir önem verildi bu yıllarda. Camilerde yapılacak vaazların etkili hale gelmesi için tedbirler alındı, bu doğrultuda ciddi çabalar sarf edildi. Öte yandan basında artık halkın dini hizmet noktasındaki talepleri de gündeme gelmeye başladı.

Başkanlık açısından 1960’lı yılların en önemli gelişmesi, 633 sayılı teşkilat kanununun 1965’te çıkartılmasıdır. Artık bu tarihten sonra, özellikle yasanın “halkı din konusunda aydınlatmak” hükmü referans alınarak Başkanlık hizmetlerinde önemli açılımlar sağlandı. Sunulan hizmetlerin çeşidi arttı, kapsamı genişledi.

Günümüze gelince; tek cümle ile şunu söyleyebiliriz: Yüz bin civarında personel, bu personele uygun bir bütçe, hizmet binaları, tesisler, eğitim merkezleri, organizasyonlar, bilimsel toplantılar, yayın faaliyetleri, yurt dışı hizmetleri, teknik araç gereçler... Kısacası her şeye rağmen DİB, artık günümüzde hizmetleri ülke boyutunu çoktan aşan, değişik ülkelerde referans gösterilebilen bir kurum haline geldi; ancak “tartışılan bir kurum” olmaktan da bir türlü kurtulamadı.

Tartışılan kurum

“Tartışılıyor olma”nın bizatihi kendisi Başkanlık için bir nakısa ya da bir dezavantaj değildir kuşkusuz; bir noktada ilgi gördüğünü, faaliyetlerinin dikkate alındığına da gösterir; ancak burada ifade edilmeye çalışılan durum bu değildir. Daha çok karalamanın, tezyifin, magazinleştirmenin, tersyüz etmenin mevzubahis olduğu bir durum bu... Başka bir ifade ile burada söz konusu olan, onun ve mensuplarının üzerlerine terettüp eden hizmetleri bihakkın yapıp yapamadıklarını, misyonunu yerine getirip getiremediklerini konu alan ve hizmetin daha iyi yürütülmesine matuf olabilecek tartışmalardan ziyade bazen art niyet taşıyan, bazen sansasyonel yönü ağır basan, bazen dinî değerleri olabildiğince magazinleştiren ve en çok da İslam’a ilişkin konularda asgari düzeyde de olsun yeterli bilgi ve birikime sahip olmadığı halde onun hakkında hüküm ve kanaat ortaya koymakta bir beis görmeyen bir anlayışın hakim olduğu bir tartışmadır.

Kuruluşunu takip eden ve Başkanlığın itibar gördüğü, kendisine büyük önem verildiği ilk 3-5 yılı bir kenara kaydedelim; ancak, 1930’lu ve 1940’lı yıllar Başkanlığın âdeta unutulmaya terk edildiği yıllardır. Ayrıca bu yıllarda, bilhassa cami görevlilerine yönelik kuşkulu bir bakış açısı vardır. Zaman zaman din hizmetlilerine, onların toplum nezdindeki itibarlarını kullanarak kitleleri rejim aleyhine harekete geçirecek, devlet düzenini değiştirmeye yeltenecek potansiyel bir güç nazarıyla bakılabilmiş ve bu kuşku çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Böyle bir kuşku taşınırken, din hizmetlilerinin aslında toplumda kargaşalığa fırsat vermeme konusundaki hassasiyetleri, bu kesimin, tarihî gelenekte meşru idareden yana tavır aldıkları gerçeği görmezlikten gelinmiştir. Bu son cümlemi anlaşılır hale getirme açısından bir örnek vermek istiyorum: fiapka iktisası hakkındaki kanunun tavizsiz uygulandığı yıllarda, aslında din görevlilerinin kisveleri noktasında tarihi geleneklerinde yeri olmamasına rağmen, bir kargaşalığa vesile olmamak için yüksünmeden başına fötr şapka giyip sokağa çıkan müftüleri hatırlayan insanlar aramızda hâlâ vardır. Bu noktada kurumu, din hizmetlilerini ve dindar insanları tartışılır hale getirmemek için azami dikkatin gösterildiğini söylemek yerinde olacaktır sanırım.

Yine bu yıllarda yaygınlaştırılmaya çalışılan bir din hizmetlisi veya imam ya da kısaca “hoca” tiplemesi vardır: Yobaz. Buna göre o, kaba saba, midesine düşkün... Artık akla gelen ne kadar incitici vasıf varsa üzerlerine yapıştırılmaktan geri durulmayan kişilerdir onlar. Birtakım adi suçlarla itham edilen ve çoğu kez de gerçeklerin tersyüz edildiği haberler sık sık görülmektedir basında. Hani ünlü ifadesiyle “Keçisi çalınan müftü” bir anda “Müftü keçi çaldı”ya dönüşüvermiştir. Kuşkusuz bu meşum töhmetler sonraki yıllarda da kısmen davam edecektir.

1960’lı yıllarda ve 1970’li yılların başlarında din hizmetlilerinin basında farklı bir konseptte yer aldıklarına şahit oluruz. O da “örnek/aydın/ilerici/modern” hatta “devrimci” din adamı prototipidir. Burada çok küçük çapta da olsa, sosyal faaliyetlerde bulunan cami görevlileri, müftüler, vaizler örnek din adamı olarak takdim edilmektedir.


Basında ve bazı çevrelerde 1950’lerden günümüze Başkanlık etrafında sürdürülen ve giderek ivme kazanan tartışmaların günümüzde en yüksek düzeye ulaştığını söyleyebiliriz. Bu tartışmaların konuları bellidir. Bilindiği gibi bunların başında laik devlet düzeninde devlet kurumları arasında bir diyanet kurumunun yer alıp alamayacağı; çeşitli inanç gruplarına mensup insanların vergilerinden oluşan devlet bütçesinden din hizmetinde bulunan insanlara maaş verilmesinin uygun olup olmayacağı gelmektedir. Öte yandan, özellikle son yıllarda Diyanet kurumunun İslam’ın sadece belli bir yorumuna bağlı insanlara hizmet ettiği ileri sürülmüştür/sürülmektedir. Hatta ülkemizde yaşanan bazı dini-sosyal problemlerin çözümü zımnında Başkanlığın lağvedilmesi bile talep edilebilmiştir. Buradan hareketle, Türkiye’de din hizmetlerini deruhte edebilecek alternatif dini örgütlenme biçimlerini konu alan tartışmalara da rastlanmıştır.

Ayrıca Başkanlığın kuruluş amacını sorgulayan, kuruluşunda din hizmetinden öte başka gayelerin mevcudiyetini iddia eden tartışmalar da olmuştur; ancak bunlar yapılırken, daha önceki yazılarımızda da belirtmeye çalıştığımız gibi, halkın büyük çoğunluğunun nazarındaki Diyanet ve bu teşkilata yüklediği misyon ile halkın ondan asıl beklentileri sürekli göz ardı edilmiştir. Ki biz, halkın ona yüklediği misyonun doğru ve ondan beklentilerinin de yerinde olduğu kanaatindeyiz.

Bir makale çerçevesinde bu konuların detayına girme imkânı olmadığı açıktır. Yalnız şu kadarını belirtelim ki, bu ve benzeri konular sağduyunun hâkim olduğu ortamlarda, yetkin kişilerce elbette tartışılabilir. Burada samimiyet ve konuya iyi niyetle yaklaşmak önemlidir. Başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi, rahatsız edici olan bu konuların tartışılması değil, tartışılma biçimidir.
Şunu da ilave edelim ki, tarihî süreç içinde Diyanet bağlamında medyada ve çeşitli ortamlarda asıl tartışılması gereken konulara yeteri kadar yer verilmediği gözlenmektedir. Nedir bunlar mesela? Mesela çağın getirdiği birtakım sosyal problemlerin çözümünde İslam’ın insanlığa bahşettiği yüce değerlerin birey ve topluma kazandırılması doğrultusunda Başkanlık nasıl daha verimli hale getirilebilir hususu... Başkanlık misyonunu gereği gibi yerine getirebiliyor mu? Halkın beklentilerine ne kadar cevap verebiliyor? Din konusundaki genel cehaletin izalesinde bu kurum neler yapabilir? Hizmette etkinliğini azaltan engeller nelerdir? Asıl tartışılması gereken konuların bunlar ve benzerleri olduğu açıktır.

Sonuç yerine

86 yıllık bir Diyanet İşleri Başkanlığı artık yersiz, faydasız ve yıpratıcı tartışmaların konusu olmaktan çıkartılmalıdır. Tartışılırken de o, farklı hesapların konusu yapılmamalı; varsa, çözülemeyen sorunların müsebbibi olarak lanse edilmemelidir.
Ülkemiz ve halkımız adına önemli hizmetleri deruhte eden Başkanlık, bir eldeki altıncı parmak gibi görülmemeli; hani, asılında hoş bir görüntü vermediği; ama kesilip atılmasının da acı vereceği düşünülen bir uzuv olarak telâkki edilmesi... Bu anlayışa bir son verilmesi din hizmetlerinin geleceği açısından zaruri gözükmektedir.

Toplumda fanatizmin, menfaatçiliğin, ahlaki yozlaşmanın; genç neslin hayatını ve geleceğini karartan yakıcı ve yıkıcı sapkınlıkların, insanı banalleştiren cinsel sapmaların önüne geçmede; toplumsal barış ve huzurun temininde; birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının pekiştirilmesinde; uzlaşma ve müsamaha kültürünün oluşturulmasında; şiddet ve terörün minimize edilmesinde DİB ve personelinin hizmetlerinin nasıl daha verimli hale getirilebileceği noktasında kafa yormalıyız. Sözü edilen alanlarda Diyanetin daha etkin hale gelmesinin mücadelesini vermeliyiz.

Unutmamak gerekir ki, geçmişte olduğu gibi günümüzde de din, yani İslam, toplumun en etkin ve birleştirici gücü olmaya devam ediyor.

Ülkemiz insanlarının birbirlerine güçlü bir kardeşlik nazarıyla bakmalarını, aralarında dostluk ve samimiyet peyda etmelerini arzu ediyorsak İslam’ın bu noktadaki evrensel gücünü arkamıza almamamız zaruri olacaktır; Başkanlık gözetimindeki din ve diyanet hizmetleri en başta bu amaca matuftur ve öyle olmaya da devam etmelidir.

Toplumda görülen yaygın dinî cehaletin nedenini, biraz da bu kurumun faaliyetlerinin arzu edilen düzeye getirilememiş olmasında aramalıyız.