Makale

Kaş yaparken göz çıkarmak

Kaş yaparken göz çıkarmak

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
msaydin@diyanet.gov.tr

Çok veciz bir deyimimiz var: “Kaş yapa(yım de)rken göz çıkarmak.” Kim kaş yapmak için uğraşırken hiç istemediği halde göz çıkarıverir? Tabiî ki, kaş yapmanın ne demek olduğunu iyi bilmeyen, kaşın nasıl yapılacağına dair gerekli bilgi ve beceri donanımına sahip olmayanlar, kaş yaparken istemeye istemeye gözü çıkarırlar. Çünkü böyleleri, neyi nasıl yapacağını, hangi hareketin neye/nelere yol açacağını bilemez ve beceremezler; dolayısıyla işlemleri, gerçekte olması gerektiği gibi yönetemezler, yönlendiremezler. Böylece, iyilik yapalım derken, yapmayı düşündükleri iyilikle hiç kıyaslanamayacak kadar büyük kötülüklerin oluşmasına neden olurlar. Sonuç karşısında kahrolurlar, çok üzülürler; ama boşuna!

Çok hassas bir faaliyet olan din eğitiminde de bu deyimle dile getirilebilecek durumlar söz konusudur. Hem de çok... Anne-baba, öğretmen, hoca, öğretim üyesi vb. olarak nicelerimiz, din eğitimi yaparken hiç arzu etmediği sonuçların doğmasına farkında olmadan hizmet etmektedir. Sebep, aynı: Yaptığı işle ilgili gerekli bilimsel bilgi ve beceri donanımından yoksunluk.

İnsanın varlık özellikleri ve din eğitimi olgusunun mahiyeti bilimsel yolla bilinmeden/tanınmadan ve bu tanımanın uzantısı olarak o olguya ilişkin işlemleri gerçekleştirme bilgi ve becerisine sahip olmadan din eğitimi sürecini kontrol etmek, denetlemek ve yönetip yönlendirmek mümkün değildir. Eğitim sürecine yönelik bu bilgi ve becerilerin bilimsel olması, atılacak adımların gerçekçi ve etkili olması için kaçınılmazdır. Kontrol edilip yönetilemeyen eğitim sürecinin sonunda elde edilecek çıktının ne olacağı garanti edilemez. Önceden belirlenen hedeflerin tam aksi sonuçlar bile doğabilir. Bir başka deyişle, kaş yaparken göz çıkarılabilir. Zira, istenen sonucun elde edilmesi, gerekli şartların yerine getirilmesine, bu bağlamda din eğitimi sürecinin kontrol edilmesine, olması gereken biçimde yönetilip yönlendirilmesine bağlıdır. Bu olmadığı takdirde elbette, rastgelelik, gelişigüzellik sürece hakim olacak; dolayısıyla sonucun ne olacağı da belirli olamayacak; beklenilen/tahmin edilen ürünler ortaya çık(a)mayacaktır.

Bu yüzdendir ki, insanı tanımadan, ona yönelik din eğitimi hakkında bilimsel bilgi ve becerilerle donanmadan din eğitimi yapanlar (anne-baba, öğretmen, hoca vb.), başarılı olamazlar. Zaman zaman tikel başarılara ulaşırlarsa, o da, gerekli önlemler alınarak gerçekleşmesi olabildiğince önceden belirlenmiş, bilinçle üretilmiş başarı değil de; belki şartların şu veya bu sebeple denk düşmesiyle oluşmuş bir başarıdır.

Bilimsel bilgi, bilinç ve beceriyle din eğitimi yapamayanlar, din eğitimi sürecinin hassasiyetlerini bilemedikleri; dolayısıyla attıkları adımın hangi şartlarda ne tür sonuçlar doğuracağını isabetle tahmin edemedikleri için, çok iyi niyetle ve ilke olarak iyi görülen işlemleri bile dezavantaj kaynağına dönüştürebilirler. Üstelik, böyleleri, belirledikleri hedeflere ulaşamadıklarında da, eğitim sürecini tekrar gözden geçirip bütün iş ve işlemleri yeniden düzenleyerek sonuç almak yerine, hatayı ve başarısızlığın neden(ler)ini dışarıda görmek suretiyle mazeret üretip teselli olurlar.

Sözü edilen bu tür olumsuzlukların örneklerini çevremizde rahatlıkla görebilmekteyiz. Özellikle çocukluğun incinmişliklerini oluşturan tutum ve davranışlar, din açısından çok derin yaraların açılmasına, bireyin onu ruhunda kalıcı bir dövme gibi taşımasına neden olabilmektedir. Söz gelimi, Salzman’ın belirttiği gibi, çocuklarını Allah’ın azabıyla tehdit ederek, onları Allah’ın taş edeceğini, cezalandıracağını söyleyerek terbiye etmeye çalışan bir anne, son derece iyi niyetle, Allah’ın sevilmesi gereken değil de korkulması gereken olduğu anlayışının çocukların zihnine yerleşmesine katkıda bulunmakta, onları Allah’tan soğutup uzaklaştırmaktadır.

En çok kimi sevdiği sorulan çocuk, Hz. Peygamber’i en çok sevdiğini belirtir. Neden Allah’ı değil de onu en çok sevdiği sorulunca da şu cevabı verir: “Çünkü onun cehennemi yok.”

Buyurgan/dayatmacı bir yaklaşımla veya çocuğun gelişim özelliklerinin müsait olmadığı bir anlayışla çocuğuna namazı empoze etmeye çalışan anne-baba, kendilerinden çocuğun nefret etmesine, onun namazla arasını açmaya, namazın rahatlatıcı ruhundan uzaklaştırmaya, namazı içtenlikle benimsemesini dinamitlemeye neden olabilmektedir. Bir lise birinci sınıf öğrencisi, “Babam yüzünden namazı terk ettim.” dedikten sonra sebebini şöyle açıklıyor:

“Babam her akşam bize dinî kasetler, programlar izletir. Her akşam din, din... Dinle ilgili her şeyden soğudum, her şeyde çok ısrarcıdır, kabadır, artık ondan nefret ediyorum.” (Ahmet ALTUN, “Çocuklara Din Eğitiminde Yol ve Yöntemler”, Tohum, Kasım-Aralık, 2009.)

Camide yanlış gördüğü hareketini düzeltmek amacıyla çocuğu sert bir üslupla uyaran yetişkin, onun camiden kopmasına yol açabilmektedir. Cem Karaca anlatıyor: “Yedi yaşlarındaydım. Koca Mustafa Paşa semtindeki Sümbül Efendi camisine gitmiştim. Camide oturmuş kubbedeki muhteşem tezyinat sanatını seyre dalmıştım, manevi bir atmosferde hoş duygular yaşıyordum. Dizimde ağrı olduğu için bir ayağımı uzatmıştım. Birden yaşlı bir adamın ayağıyla ayağıma vurmasıyla irkildim. Sonra haşin bir ifadeyle “Utanmıyor musun, Allah’ın evinde ayağını uzatmış oturuyorsun, kalk!” gibi sözlerine muhatap oldum. Kalktım ve camiden öyle çıktım ki, ancak yetmiş sene sonra camiye dönebildim.” (Altun, 2009)

Çocuklarının yanında, din öğretenlerin, dini tebliğ edenlerin hep aleyhinde konuşup onlara hakaret eden, onları küçük düşürücü değerlendirmeler yapan bir baba, hiç farkına varmadan, çocuklarının dinden soğumalarına, nefret etmelerine neden olabilmektedir. Zira çocuk, din öğretenin/hocanın şahsına ilişkin oluşturduğu olumsuzluğu, rahatlıkla onun ilişkili olduğu veya temsil ettiğini düşündüğü dine transfer edebilmektedir.

Çocukluğunda akşam namazı ezanı her okunduğunda müezzine kızdığını söyleyen kişiye nedeni sorulduğunda şunları söylemektedir: “Annem evden çıkarken, “Akşam ezanı okunurken eve gel.” derdi. Ezan okunmaya başlayınca oyunumuzu bırakmak zorunda kalıyorduk. Ben de çok çok sinirlenirdim. Ne olurdu sanki biraz daha geç okusaydı! ”

Bir tanıdığım çocuklarıyla birlikte ziyarete gelmişti. Bir ara baba, oğluna arabada biraz beklemesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine çocuk, “Para verirsen olur.” diye cevap verdi. Çok yadırgadığım bu cevabın nedenini merak ettim. Konuşmalar sonunda anladım ki, bu anne-baba, çocuklarını sürekli bu tür ödüllerle yönetmeye, yönlendirmeye çalışmışlar. İstedikleri iyi tutum ve davranışları onlara kazandırmak için ödülü çokça kullanmışlar. Sonuçta çocuklar, dışsal ödüle iyice endekslenmiş, ona tutsak hale gelmişler. Bu ise, çocuğun kendi değerlerini oluşturmasının, vicdanını ve ahlakını geliştirmesinin önünü tıkamaktadır. Onun için Başkanlık olarak biz, kurslarda dış ödüllendirmelerde ölçülü olunmasını, asıl yapılması gerekenin, din eğitimini çekici kılmak olduğunu vurguluyoruz.

Hakaretle, korkutarak, sert bir tutum takınarak, daha kötüsü dayakla disiplini sağlayıp hafızlık eğitimi yapan iyi niyetli/samimî bir hoca, öğrencisini kendinden tiksindirdiği gibi, kendisiyle doğrudan ilişkilendirilen Kur’an’dan da soğutabilmektedir. Böyle bir eğitimden geçen hafızlardan bu olumsuzlukların izini kapatacak veya silecek fırsatları yakalayamayanlar, hafızlığını tamamladıktan sonra, kolay kolay eline Kur’an’ı alamamakta, onunla sıcak ilişki kuramayabilmektedir. Dahası, bu soğukluk, hafızın dinden, din eğitiminden de soğumasına neden olabilmektedir. Hafızlığını tamamladıktan sonra, “Artık bana din eğitimi demeyin.” diye anne babasına çıkışan hafızların bu tutumlarının nedeni, işte bu tür eğitimlerdir.

On yıl kadar önce şöyle bir vak’a ile karşılaşmıştım: İlköğretim öncesinde bir çocuğa gelişim özelliklerine uygun düşmeyen nitelik ve nicelikte dinî bilgiler aktarılır. Erken uyarım sağlayan bu yükleme, onun birtakım sorular sormasına yol açar. Bu sorular bahanesiyle daha da boca edilen dinî bilgiler, onu iyice zora sokar. Bu süreç devam ederken, çocuğun ruh sağlığı bozulur. Çok büyük sıkıntılar yaşamaya başlayan aile, psikiyatrik destek alarak sorunun üstesinden gelmeye çalışıyordu.

Örneklerde de görüldüğü gibi, din eğitimi sürecinde atılan iyi niyetli bir adım, eğitim açısından uygunluğu sağlanamayınca, hiç beklenmeyen ve büyük olumsuzluklara neden olabilmektedir. Yani samimiyetle kaş yapmaya çalışılırken gözler çıkarılmaktadır. Onun içindir ki, din eğitimi yapan herkes, her hareketinin anlamı ve ne tür etkilerinin olacağı hakkında iyi düşünüp dikkatli hesaplar yapmalıdır. Bunu başarabilmek için de, artık kulaktan dolma bilgi ve pasif tecrübelerle yetinme kolaycılığını terk etmek gerekmektedir. Düne ait bu müktesebatın özellikle günümüz karmaşık hayatı içinde geçerliklerini iyiden iyiye yitirdiklerini fark etmek şarttır. Bugün din eğitimi faaliyetlerimizi, sıradan bilgi ve tecrübelerle değil de, tamamen günümüzde üretilen bilimsel bilgilerin ışığında gerçekleştirmek zorundayız.

Bu zorunluluk, hem din eğitiminin mahiyetinden, hem de dinimizin öğretisinden kaynaklanmaktadır. Yani ancak bunu yaptığımız takdirde din eğitimi sürecini başarıyla yönetip yönlendirme imkânını elde etmiş olacağız, hem de dinimizin değerlerine uygun/muhsince hareket etmiş; dolayısıyla Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış olacağız. “Allah, kendisinin emir ve tavsiyelerine karşı gelmekten sakınıp/saygılı (muttakî) olup yaptıklarını sağlam ve güzel yapanlarla mutlaka beraberdir.” (Nahl,128)