Makale

ALLAH RESÛLÜ MÜŞRİKLERE ÖNEMLİ GÖREVLER VERDİ Mİ?

ALLAH RESÛLÜ MÜŞRİKLERE ÖNEMLİ GÖREVLER VERDİ Mİ?

Yrd. Doç. Dr. Ramazan HURÇ
Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


Did the Messenger of Allah Give Important Duties to the Polytheists? (A Methodological Study)
The Islamic culture was shaped during the period of Prophet Muhammad (pbuh). The principals of the Qur’an consist of the evidences of this culture. It is not possible to think about a culture without its pre-history. Therefore, the Islamic sciences have relati-ons with each other. There might be many misunderstanding if we don’t investigate the events and their reasons. In this study, we will deal with two incidents with a methodo-logical approach whether Prophet Muhammad (pbuh) has given a duty to the polythe-ists with whom he has struggled in religious and political aspect or not.

Key Words:
Methodology of History, working with experts, Non-Muslims, Islamic State, Osman Ibn Talha, Amr Ibn Umeyye ed-Damri.

Metod (méthodologie) , Fransızca kökenli bir sözcük olup, yöntembilim anla-mına gelmektedir. Terim olarak metod, her hangi bir ilmin meşgul olduğu alandan çıkarılması istenilen neticeleri ve bilgileri elde etme vasıtaları ve yolları şeklinde tanımlanmaktadır.
Bir haberin doğru olup olmadığını ilk defa bilim dünyasına kazandıran Müs-lüman ilim adamları olmuştur. Çünkü Kur’an; “Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmı-şın biri size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir mil-lete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz” diyerek, gelen bir haberin hemen doğru kabul edilmemesini ve olayın aslının araştırılmasını öğütle-mektedir.
Müslümanlar arasında haberin doğruluğunu araştırmaya iten ilk çalışmalar hadis tedvini ile başladı. Çünkü Muaviye ve Ali taraftarları davalarının haklılığını ortaya koymak ve Müslüman kamuoyunu elde edebilmek için İslâm’da Kur’an’dan sonra ikinci ana kaynak olan hadisten istifade etmeye başlamışlardı. Bunların hadis uydurma çalışmaları, muhaddisleri derin bir incelemeye sevk etti. Yukarıdaki ayet ışığında muhaddisler (hadis bilim adamları) tarafından Hz. Pey-gamberin hadisleri hicri II. asırda tertip edilmeye başlandı. Hadisi rivayet eden bi-rey, olayı kimden duyduysa ilk ravisine kadar indi. Ancak bu çalışmalarda herkes-ten alınan haber doğru kabul edilmedi. Ravinin güvenirliğine (cerh ve ta’dil), metin ve senet yönüyle haberin doğruluğuna bakıldı. Bu durum, günümüz tarih yazıcılı-ğında kullanılan metod için yeterli görülmese de, o gün için dünya tarihinde bilin-meyen bir bilimsel araştırma metoduydu. Ancak zaman içinde çeşitli kriterler bunla-ra ilave edildi. Musa Cârullah, isnat ve metin kritiğinin yanında şu ölçütleri de ilave eder: “Ele aldığımız bir hadis metni akla zıt, nakle muhalif olursa ve İslâm’ın te-mel esasları ile çelişirse, biz kesin olarak o hadisin uydurma olduğuna hükmederiz”. Bu koşullar haberlerin sahihini sahih olmayanından ayırt edebilmek için önemli bir kıstastır.
İslâm’dan önce Arap geleneğinde şahitlik sadece dava konularında başvuru-lan bir durumdu. Hadislerin toplanmasında muhaddisler, şahit sınırını genişleterek bunu tarihi olaylara da uyguladılar. Alman doğu bilimcisi Spenger buna şaşar ve “nasıl olup da Müslümanlardan önce Doğulu ve Batılı uygar ve ileri bir düzeye yükselmiş milletler, tarihi konularda tanıklığın önemini anlayamamışlar” diyerek, bir batılı olarak mahcubiyetini ortaya koymaktadır.
Tarih yazma anlayışında önemli bir yenilik getiren Müslüman bilim adamı İbn Haldun, tarihi bir olayın doğruluğu hususunda şu kriterleri bilim dünyasına sunmuştur: Tarihçi, rivayet edilen bir haberi doğrudan doğruya hemen alıp eserine koymamalıdır. Almış olduğu bir haberin olabilirliğine bakmalıdır. Bu ise ancak in-san toplumlarının yaşadıkları coğrafyalarda, vücuda getirdikleri eserlerini ve yöne-timlerini bilmekle incelenebilir. Bu tür inceleme doğru bir inceleme usulüdür. Çünkü haber verilen bir şeyin mümkün olup olamayacağı bu usul ile bilinir. Bir olayın ger-çekleşmesi mümkün olmadığı takdirde, râvinin adaletli olup olmadığı ve aranılan şartlar bulunmadığı takdirde râvisini cerhetmek suretiyle incelemeye lüzum kalmaz. Bu usul râvilerin adaletini araştırmak suretiyle haber ve hadiseleri inceleme usulün-den önce gelir. Verilen haberlerin tabiî kanun ve kaidelere uygun olması halinde doğruluğu anlaşılır. Aksi takdirde râvide rivayetin bütün şartları bulunsa bile habe-rin yalan olduğuna hükmedilir.
Müslüman bir bilim adamı okuduğu bir haberi yazarın güvenilirliğine inana-rak olayı doğru kabul edip hemen eserine koymamalıdır. Olayın farklı rivayetlerine bakılmalı, eserin veya olayın yazılışındaki insicam göz önünde bulundurulmalı ve özellikle Hz. Muhammed (sas)’le ilgili haberler, Kur’an ve Hadis öğretileri çerçeve-sinde değerlendirilmelidir.
Bu tespitlerden sonra, iki olay tarafımızdan incelenmeye değer bulunmakta-dır. Bunlardan biri Hz.Muhammed’in Mekke’yi fethettikten sonra Kâbe’nin anah-tarlarını Osman b. Talha’ya vermesi ve sözde onun da bu nedenle Müslüman ol-masıdır. Diğeri ise yine Hz. Muhammed’in Bedir ve Uhud savaşlarında müşrik olarak Kureyş ordusu safında yer alan Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi Bedir savaşın-dan sonra Habeşiştan’a elçi olarak göndermesi olayıdır.
1. Kâbe’nin Anahtarlarının Osman b. Talha’ya Verilmesi
Bazı yazarlarımız Nisa suresinin 58. ayetinin nüzul sebebini, Allah Resûlünün müşrik birine ehil olduğu için Kâbe’nin anahtarlarının verilmesine bağlamakta ve olayı şöyle anlatmaktadırlar:
“Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.” Bu ayetin tefsirinde; Allah Resûlü Mekke’ye girince Osman b. Talha, Kâbe’nin anahtarlarını vermek istemedi ve kapısını kilitleyerek damına çıktı. “Onun, Allah’ın Resûlü olduğunu bilsem veri-rim” dedi. Ali b. Ebî Tâlib onun elini bükerek anahtarları aldı ve Kâbe’nin kapısını açtı. Allah Resûlü içeri girip iki rekat namaz kıldı. Çıktığında Abbas b. Abdulmutta-lib anahtarların kendisine verilmesini istedi. Böylece o, uhdesinde bulunan Sikâye ile Sedâne’yi birleştirmek istiyordu. Allah Resûlü ise Ali b. Ebî Tâlib’e emrederek anahtarları Osman b. Talha’ya vermesini ve ondan özür dilemesini istedi. Osman b. Talha, Ali b. Ebî Tâlib’e: “Eziyet ettin, zorladın, sonra da gelip özür diliyorsun” dedi. Ali b. Ebî Tâlib ise Nisa suresi 58. ayetin kendisi hakkında nazil olduğunu söyledi. Bu ayeti duyan Osman b. Talha Müslüman oldu.
Mücadelesinde tevhidi esas alan bir Peygamber, neden müşrik birine son dere-ce önemli bir görev olan Kâbe bakıcılığını versin? Osman b. Talha, Ali b. Ebî Tâlib ve Abbas b. Abdulmuttalib’ten daha mı yetenekliydi? Mekke’nin fethinde kenti yağmalatmayan Hz. Muhammed, Kâbe hizmetlerini eski sahiplerinde mi bıraktı? Bu sorulara açıklık getirebilmek için Kâbe hizmetlerinin işleyişi ve Osman b. Tal-ha’nın ne zaman Müslüman olduğunun tarihi rivayetlere göre bilinmesinde fayda olduğu kanısındayız.
Osman b. Talha b. Ebî Talha Abdullah b. Abduluzza b. Osman b. Abdud-dar’dır. Abduddar, Hz. Muhammed’in dedelerinden asıl adı Zeyd olan Kusay’ın oğludur. Kusay, dağınık ve güçsüz olan Kureyş’i bir araya getirerek Mekke’nin eski yerlilerinden olan Huzâalıları yenmiş ve Kureyş’i kent merkezine yerleştirmiştir. O, Huzâalılardan beri devam eden Kâbe ile ilgili görevleri kendi üzerine almış ve mi-ladi 440 yılında “Dâru’n-Nedve”yi de toplantı yeri olarak açmıştır.
Kusay’ın Abduddâr, Abduluzzâ, Abdükusay ve Abdümenâf adlı dört oğlu vardı. O, Kâbe hizmetleri ve siyasal yönetimi oğullarına paylaştırdı. Daha sonra bu paylaşım oğulları arasında anlaşmazlıklara neden oldu. İhtilaf çözüldükten sonra Abduddâr oğullarına Hicâbe, Livâ ve Nedve; Abdümenâf oğullarına da Kıyade, Sikâye ve Rifâde görevleri verildi. Abdümenâf’a ait olan bu görevler de oğullarından Haşim’e Sikâye ve Rifâde; Abdüşems’e de Kıyade verilerek yeni bir paylaşım yapıldı. Abdümenâf oğulları arasındaki Kıyade görevi ise Haşimî-Emevî rekabetinin ana sebebini oluşturdu.
Hz. Muhammed Mekke’yi fethettiğinde Hicâbe Abduddâr oğullarından Osman b. Talha ailesinde, Sikâye Haşim oğullarından Abbas b. Abdulmuttalib’de ve Kıyade de Ümeyye oğullarından Ebû Süfyan’da bulunuyordu. Mekke’nin fet-hi ile Mekke şehir devleti ve yönetimi ortadan kaldırılmış ve böylece Ümeyye oğul-larına ait olan Kıyade görevinin hükmü de kalmamıştı. İslâm Peygamberi şeref teşkil eden Kâbe kapıcılığı (Hicâbe- Sedâne) ve hacılara su dağıtma (Sikâye) işi hariç diğerlerinin ayakları altında olduğunu bildirerek kaldırdı.
Osman b. Talha’nın babası, amcası ve amcasının oğulları Uhud savaşında müşrik olarak öldürülmüşlerdir. O, Umretü’l-Kazâ’dan sonra Halid b. Velid ve Amr ibni’l-As ile hicret etmiş ve beraber İslâm’ı kabul etmiştir. Daha sonra Mek-ke’nin fethine katılmış ve Medine’ye yerleşmiştir. Hicretin 42/662-663 yılında Me-dine’de Muaviye döneminde ölmüştür. Onun H.43/M.634 yılında Ecnadin Sava-şı’nda şehid olduğu söylense de bunun yanlış olduğu ifade edilmektedir.
Bu anlamda savımızın doğruluğunu kanıtlayabilmek için onun ne zaman, nasıl, nerede ve kimlerle Müslüman olduğunun ayrıntılı olarak bilinmesi gerek-mektedir. Allah Resûlü, Kaza Umresi için Mekke’ye geldiğinde Osman b. Talha’nın kalbinde bir yumuşama belirmiş, hatta Peygambere gelerek Müslüman olmayı dahi düşünmüş, ancak o gün için mümkün olamamıştı. Daha sonra Halid’in teklifi onun Müslüman olmasının kapısını aralayacaktır.
Halid b. Velid’in kardeşi Velid b. Velid daha önce Müslüman olmuş ve Allah Resûlü ile Kaza Umresi için Mekke’ye gelmiş, Halid’i aramış bulamamıştı. Allah Resûlü Velid’e; “Halid nerededir?” diye sordu. O da, “Allah onu getirecektir” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Velid kardeşi Halid’e, Allah Resûlü ile aralarında geçen konuşmayı da içeren bir mektup yazdı. Daha önceden beri düşüncesinde karışıklık olan Halid, bu mektuptan sonra Müslüman olmaya ve Medine’ye gitme-ye karar verdi. Düşüncesini önce Safvan b. Ümeyye’ye açtı. Fakat o bu teklifi ke-sinlikle kabul etmedi. Çünkü onun babası ve kardeşi Müslümanlar tarafından Be-dir’de öldürülmüştü. Halid daha sonra İkrime b. Ebi Cehil’e düşüncelerini açtı. O da teklifi Safvan b. Ümeyye gibi kesinlikle reddetti. Halid b. Velid bundan sonra olayı şöyle anlatıyor: Sonra evime gittim; devemi hazırlamalarını emrettim. Ona bindim ve Osman b. Talha ile buluşmak üzere evden ayrıldım. Kendi kendime: İşte o, be-nim için iyi arkadaştır. Keşke istediğimi daha önce ona söyleseydim diye düşünür-ken birden bire, onun babalarından öldürülenleri hatırlayarak düşüncemi ona söy-lemeyi uygun bulmadım. O sırada hayvana binip giderken böyle düşünmeye gerek olmadığına karar verdim. Kendisine olanları haber verdim ve şöyle dedim: “Bizim durumumuz, yuvasında iken üzerine çokça su dökülen tilkinin hemen dışarı fırla-masına benzemektedir.” Sonra da iki arkadaşıma yaptığım teklifin benzerini ona da yaptım. O, hemen kabul etti ve bana: “Bugün kal; ben de yarın sabah gelece-ğim; işte hayvanım; Fahh’ta bulunmaktadır” dedi. Onunla Ye’cec’de buluşmaya söz verdim. Erken gelen diğerini orada bekleyecekti. Ertesi günü seher vakti yola çıktım. Tan yeri ağarmadan Ye’cec’de buluştuk. Kuşluk vakti Hedde’ye vardık. Orada Amr b. As’a rastladık. O bize, merhaba ey cemaat diye selam verdi ve nere-ye gidiyorsunuz diye sordu. Biz de ona: Sen nereye gidiyorsun diye sorduk. O, tekrar bize; sizi bu şekilde yola çıkaran nedir? diye sorunca kendisine: İslâm dinine girme-ye, Muhammed’e tabi olmaya gidiyoruz diye cevap verdik. Bunun üzerine Amr da beni de getiren aynı şeydir cevabını verince hep beraber yola koyulduk ve Medi-ne’ye ulaştık. Hicretin VIII. yılı Safer ayının ilk günüydü (M.31.05.629). Allah Resûlüne kavuşunca selam verdim ve o da güler yüzle selamıma karşılık verdi. Sonra şehadet kelimesi getirerek Müslüman oldum ve biat ettim. Akabinde Amr b. As ve Osman b. Talha da Müslüman oldular ve biat ettiler.
Bundan sonra Osman b. Talha Mekke’nin fethine katıldı. Allah Resûlü Kâbe’nin anahtarlarını eskiden olduğu gibi ona verdi.
Allah Resûlünün Osman b. Talha’dan Kâbe’nin anahtarlarını alıp ve tekrar ona vermesi ile ilgili olarak hadis ve tarih kaynaklarında birbirinden farklı, fakat içerik olarak benzer rivayetler bulunmaktadır. Bunları ayrı ayrı değerlendirmekten-se bir bütün olarak vermeyi tercih ettik. Allah Resûlü Mekke’yi h. 8 Ramazan (Ocak 630) yılında fethetti. Bu sırada devesine binili olarak Kâbe’nin avlusuna girdi. Daha sonra Kâbe’nin anahtarlarını getirmesi için Bilal’i, Osman b. Talha’ya gönderdi. Peygamberin huzuruna gelen Osman, anahtarların annesinde olduğunu bildirdi. O da gidip annesinde bulunan anahtarları istedi. Fakat annesi anahtarları ona vermeğe razı olmadı. Bu arada Osman b. Talha annesine, “and ederek sen onu bana vereceksin ya da kılıç zoruyla onu senden alacağım” diyerek anahtarları aldı. Sonra da Ey Allah’ın Resûlü emanettir diyerek anahtarları verdi.
Hz. Muhammed, Bilal, Üsame b. Zeyd ve Osman b. Talha ile içeri girdiler. Sonra kapı kilitlendi. Allah Resûlü içerde gündüzün uzun bir süre kaldı, iki rekat namaz kıldı ve sonra çıktılar. İnsanlar Kâbe’nin etrafında toplanmışlardı. Allah Resûlü genel af ilanından önce ilkelerini belirleyen bir konuşma yaptı. Bu konuş-mada şeref teşkil eden Kâbe kapıcılığı Hicâbe (Sedâne) ve hacılara su dağıtma Sikâye işi hariç diğerlerinin ayakları altında olduğunu bildirdi. Abbas b. Abdulmut-talib ganimet bilerek uhdesinde bulunan Sikâye görevine ek olarak Hicâbe (Sedâne)’nin de kendisine verilmesini Hz. Muhammed’ten istedi. Allah Resûlünün de Sedâne (Kâbe kayyımlığı) görevini Abbas’a verme temayülü oluşmuştu. Bu arada, “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” ayeti nazil oldu. Bunun üzerine Kâbe’nin anahtarlarını Osman b. Talha’ya vererek: “Ey Talha oğul-ları! Eskiden olduğu gibi bu görev ebediyen sizde kalmak üzere anahtarı alın. Onu sizden zalimden başkası alamaz” buyurdu.
İbn Hişam’dan gelen bir rivayette ise Hz. Muhammed Mekke’yi fethedince, Ali b. Ebi Talip: “Ey Allah’ın Resûlü, Sikâye ile birlikte Hicâbe (Sedâne)’yi de bize ver” dedi. Allah Resûlü, Osman b. Talha’yı çağırarak, “ey Osman; hiç şüphesiz Al-lah size, emanetleri ehline veriniz” ayetini okuduktan sonra anahtarını al, bu gün iyilik ve vefa günüdür diyerek, Kâbe’nin anahtarlarını ona verdi. Hz. Muhammed, Abbas b. Abdulmuttalib ile Ali b. Ebî Talib’ten Hicâbe (Sedâne)’nin vermemesinin nedenini şöyle ifade etmektedir: “Ben size Allah’ın Beytullah’a göndereceği şey-lerden geçimini sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra ereceğiniz zahmetli şeyi verdim.”
Osman b. Talha anahtarları alıp gittiği sırada Allah Resûlü ona seslendi. O da geri geldi. Hz. Muhammed ona: “Sana vaktiyle söylediğim şey meydana gelmedi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Osman, “evet, sen hiç şüphesiz Allah Resûlüsün” dedi. Kâbe kayyımı Osman hicretten önce Hz. Muhammed’in Kâbe ziyaretine en-gel olmuş ve kaba davranmıştı. Allah Resûlü onun bu uygunsuz davranışını o za-man olgunlukla karşılamış ve, “ey Osman umarım ki bir gün sen beni, bu anahtarı nereye istersem koyacağım, kime istersem vereceğim bir mevkide göreceksin” de-mişti. Allah Resûlünün hatırlatmak istediği bu idi.
Askalanî, el-İsabe de Nisa suresi 58. ayetinin nüzul sebebi olarak verilen bilgi-de, Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olduğu haberinin münker olduğunu söyleyerek, bu rivayeti şâz olarak belirtmekte ve onun Amr b. As ve Halid b. Velid’le hicret edip Müslüman olduğunu belirtmektedir. Osman b. Talha’nın Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyen bizim bazı tefsir kitaplarında geçen “Onun, Allah’ın Resûlü olduğunu bilsem veririm” dediği ve Ali b. Ebî Tâlib’in de onun elini bükerek anahtarları aldığı ve Kâbe’nin kapısını açtığı olayı İslâm Ansiklopedisinin Şeyba maddesini yazan Demombynes, olayın Şii temayüllü olduğunu belirtmektedir.
Hz. Muhammed Mekke’yi fethedince kenti yağmalatmadı. Hiçbir esir ve ganimet almadı. Belirlediği ilkeler ışığında Mekke’nin siyasal yönetimini yürüttü. Kâbe görevlerinden Hicâbe ve Sedâne dışındakileri ortadan kaldırdı. Tarihi süreç içinde devam eden bu iki görevi de yine eski sahiplerinde bıraktı. Buna göre Hicâbe Abduddar oğullarından Osman b. Talha’da, Sedâne de Abdumenaf oğullarından Abbas b. Abdulmuttalib’de kaldı. Bizim bazı tefsir yazarlarımızın ısrarla üzerinde durdukları gibi Osman b. Talha, Allah Resûlünün Kâbe anahtarlarını vermesi ile Müslüman olmadı. Aksine o, Kaza Umresinden hemen sonra Halid b. Velid ve Amr b. As ile beraber Müslüman olmuştur.
Tefsircilerin Allah Resûlünün çok önemli bir görev olan Hicâbe’yi, sözde müş-rik birine vermesinde ısrarlarını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Acaba Osman b. Talha, Abbas b. Abdulmuttalib ve Ali b. Ebî Talib’den daha mı yetenekli ve adildi? Halbuki Abbas, sikâye yani hacılara su dağıtma ve Haşim oğullarının kabile başkanlığı gibi görevleri kusursuz yerine getirmişti. Ali b. Ebî Ta-lib’in meziyetleri ise siyer ve megazi kitaplarında belirtilmektedir. Meseleyi iki güzi-de sahabeyi dışlayarak henüz daha Müslüman olmamış birini tercih de ısrar son derece düşündürücüdür. Oysa Allah Resûlü Hicâbe görevini Müslüman ve o yıllar-da o işi yapan kabilenin bir ferdi olan Osman b. Talha’da bırakmıştır. Tefsir kitap-larının bir çoğunda geçen Hz.Ali’nin Nisa suresi 58. ayetin kendisi hakkında nazil olduğunu ifade ettiği ve bu ayeti duyan Osman Müslüman oldu yerine eski sahibin-de bıraktı demek daha doğru olacaktır kanaatindeyiz. Allah Resûlünün, “Ey Talha oğulları! Eskiden olduğu gibi ebediyen bu görev sizde kalmak üzere anahtarı alın. Onu sizden zalimden başkası alamaz” sözü de savımızı doğrulamaktadır.
2. Amr b. Ümeyye Ed-Damrî
Muhammed Hamidullah İslâm Peygamberi adlı eserinin birinci cildinde Şe’mî’nin Siret adlı eserinden aldığı bir rivayete dayanarak, müşrik olan Amr b. Ümeyye ed-Damrî’nin Hz. Muhammed tarafından Habeşistan’a elçi olarak gönde-rilmesi hususunda şu bilgileri vermektedir: Bedir’de Allah Resûlünün Mekkelileri yenmesinden sonra bunlar uğradıkları yenilginin intikamını almak duygusuyla Ha-beşistan’a sığınmış olan Müslümanları oradan çıkartmak için Necaşi’ye bir elçi heyeti göndermişlerdi. Allah Resûlü Mekkelilerin bu çalışmalarını duyunca derhal Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi Müslümanlar lehine tavassutta bulunmak üzere Neca-şi’ye elçi olarak gönderdi demektedir. Bazı çağdaş yazarlarımız da bu rivayeti doğru kabul ederek Allah Resûlünün, Müslüman olmayan Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi elçi olarak gönderdiğinden diye bahsetmektedirler.
Bedir ve Uhud savaşında Müslümanlara karşı savaşan biri nasıl olur da bu iki savaş arasında Hz. Muhammed’in elçisi olarak hem de Kureyş aleyhine Müslü-manların dostu olan Habeş kralına elçi olarak gönderilebilir. Ya da şayet elçi olarak gittiyse bile dönüşünde nasıl olur da Peygambere karşı savaşabilir? Bunun çok tu-tarlı bir yönü gözükmemektedir. Olay Hz. Muhammed’in görevlendirdiği diğer me-murlarla ve Kur’an’ın ilkeleri ışığında bir bütünlük içinde incelenmelidir.
Amr, Bedir dolaylarında yaşayan Benî Damra kabilesindendir. Eşi nedeniyle Kureyş’in Abd-i Şems kolundan sayılmıştır. Bedir ve Uhud savaşlarında müşrik olduğu için Kureyş safında yer almıştır. Uhud savaşından hemen sonra Müslüman olmuştur. Necid’e gönderilen Bi’r-i Maûne irşad heyeti içinde bulunmuş, fakat öl-mekten kurtulmuştur. Hendek savaşından sonra 5/627 yılında Mekke’de meyda-na gelen kıtlıktan dolayı fakirlere dağıtılmak üzere, Allah Resûlü tarafından Ebu Süfyan’a beş yüz dinar götürmekle görevlendirilmiş ve daha sonra Habeşistan’a elçi olarak gönderilmiştir. Fayda, adı geçen madde içinde Amr b. Ümeyye’nin Bedir savaşından sonra, Allah Resûlü tarafından elçi olarak gönderildiğinden ise hiç söz etmemektedir.
Hz. Muhammed hicretin altıncı yılında Hudeybiye’den döndükten sonra 7/628 yılının Muharrem ayında Necaşi Ashama’yı İslâm’a davet etmek, Ubeydul-lah b. Cahş’dan dul kalan Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe’yi vekaletle nikahla-yarak dört yüz dirhem dinar mehrini vermek ve Muhacirleri sağ salim getirmek üzere Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi Habeşiştan’a elçi olarak gönderdi.
Necaşi Ashama mektubu hürmetle alıp tahtından inip yere oturarak Müslü-man oldu. Necaşî, Ümmü Habîbe’yi Resûl-i Ekrem’e nikah ettirdiği gibi, İslâm muhacirlerini de iki gemi ile her türlü ihtiyaçlarını temin ederek Cezîretü’l-Arab sahi-line gönderdi. Kafile Medine’ye Amr b. Ümeyye ed-Damrî başkanlığında Allah Resûlünün Hayber Gazasında Ketibe kalesinin fethi ile uğraşırken geldi. Hz. Mu-hammed: “Bilmem ki bu iki şeyin hangisi ile sevineyim. Hayber’in fethi ile mi, yok-sa Cafer’in gelişi ile mi?” diye sevincini belirtmişti. Bu arada Hayber’den alınan ganimetlerden Habeşistan muhacirlerine de hisse verildi. Amr, Muaviye dönemin-de H.60 yılından önce ölmüş ve birçok hadis rivayet etmiştir.
Hz. Muhammed gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde büyük oranda putperestlerle mücadele etti. En büyük kötülükleri de müşriklerden gördü. Onlara karşı her türlü tedbirlere baş vurdu. Özellikle Medine döneminde yerlilerle işbirliği yaparak tarihe Medine sözleşmesi diye geçen bir anayasa ile kentin güvenliğini emniyet altına aldı. Daha sonra Medine’nin güvenliği için sınırötesi bir güvenlik şemsiyesi oluşturdu. Siyasal bazda devletler ve kabilelerle ikili ilişkilerde karşısın-dakilerin inanç ilkelerine bakmayarak Beni Damralılar, Benu Gıfarlılar ve Cü-heyneliler arasında uluslararası bazda anlaşmalar yaptı. Bundaki amaç Kureyş’i müttefiksiz bırakmaktı. Yine Hz. Muhammed, Mekke putperest hükümeti ile M.628 yılında on yıl süreli Hudeybiye antlaşmasını yaparak Medine site devletinin varlığını kabul ettirdi.
Allah Resûlü devletlerarası siyasal bağlamda müşrik kabilelerle, devletinin gü-venliği için ilişkilerde bir sakınca görmemiştir. Ancak Kur’an öğretileri ışığında kur-duğu İslâm devleti yönetiminde aynı ilişkileri söylemek mümkün değildir. Bu savı kanıtlamak için aşağıda sunacağım argümanlar son derece önemlidir.
Hz. Muhammed Hudeybiye anlaşmasından sonra komşu devlet ve kabileleri İslâm’a davet için elçiler gönderdi. Bunlar:
Hâtib b. Ebî Beltea’yı İskenderi’ye meliki Mukavkıs’a; Şuca’ b. Vehb’i Gas-san meliki Hâris b. Ebî Şemmer’e; Dihye b.Halîfe’yi Rum Kayser’i Hirakl’e; Süleyt b. Amr’ı Yemâme meliki Hûze ibn Ali’ye; Amr b.Ümeyye’yi Necaşi (Habeş sultanı) Asham’a b. Bahr’a; Abdullah b. Huzafe’yi de Kisra’ya elçi olarak göndermiştir.
Bunlar birinci derecede devlet adamlarıydı. Allah Resûlü ikinci derecede dev-let adamlarına da elçiler gönderdi. Alâ b. Hadramî’yi El-Ahsa valisi Münzir b. Sâvî’ye; Cerir b. Abdullah’ı Zi’l-Kila’a; Ammar b. Yasir’i Gassanlı Eymen b. Nu’man’a; Süleyt (slyt) b. Amr b. Abdişems’i Yemendeki ibney Hevze b. Ali’ye; Muhacir b. Ebî Ümeyye’yi Haris b. Abd Kilal’e; Halid b. Velid’i Deyyan’a, Amr b. As’ı Umman Meliki Culanda’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’e gönderdi.
Hz. Muhammed, Mekke’nin fethiyle ülke sınırlarını genişletmiş ve Arap Ya-rımadasında tek otorite olmuştu. Artık ülkenin her yanından Kur’an’ın ifadesiyle Arap kabileleri fevc fevc Medine’ye gelerek ya Müslüman oluyor ya da zimmî sta-tüsüne girerek cizyeye tabi tutuluyorlardı. Bundan böyle ülkenin Medine’den yöne-tilmesi mümkün değildi. Bu vesile ile kentleri yönetmek için valiler atadı. Sasanilerin Yemen valisi Bâzan Müslüman olduktan sonra Peygamber tarafından eski göre-vinde bırakıldı. Onun ölümünden sonra Yemen’e genel ve genel valilik emrinde birçok vali atandı. Firûzi Deylemî, Muhacir ibn Ümmiye, Eban ibn Said, İbn-i As, Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz ibn Cebel gibi bir çok kişi değişik görevlerde bulunmuş-lardı. Allah Resûlü dönemindeki iller ve valiler ise şöyleydi:
1-Mekke valisi olarak Attab ibn Üseyd görevlendirildi. Bu kişi Mekke’nin fet-hi sırasında Müslüman oldu. Ümeyye oğullarındandı. Henüz 20-21 yaşındayken Allah Resûlü onu Mekke’ye vali olarak atadı. Ebu Bekir döneminde de aynı görev-de kaldı ve Ebu Bekir’in vefat ettiği gün o da öldü.
2-Taif valisi olarak Osman ibn-i Ebu’l-As görevlendirildi. Bu şahıs Bahreyn ve Umman valiliklerinde de bulundu. Hicri 50 yılında vefat etti.
3-Bahreyn için aslen Hadramut’lu olan Âlâ-i Hadramî görevlendirildi. Âlâ-i Hadramî Allah Resûlü tarafından Bahreyn’e önce elçi daha sonra da vali olarak görevlendirilmiştir. Hicretin 14/636. yılında vefat etmiştir.
4-Yemen: Yemen Peygamber döneminde en önemli illerden biriydi. Sasanile-rin Yemen valisi Bâzan Müslüman olduktan sonra Peygamber tarafından eski gö-revinde bırakıldı.
5- Necran: Ebû Süfyan Necran’a vali olarak görevlendirilmiştir.
Allah Resûlü Müslüman olan kabile başkanları ile yaptığı anlaşmalarda ilke-lerinden hiç taviz vermemiştir. Taifli Sakif kabilesinden Abd-i Yaleyl, Hakem b. Amr, Şureyh b. Gaylan, Evs b. Avf, Numeyr b. Harese ve Osman b. Ebi’l-As’dan oluşan bir heyet Medine’ye geldi. Bunlar Müslüman olduklarını bildirdiler. Fakat onların bazı istekleri vardı.
Allah Resûlünden istedikleri şeylerden biri Lat (Tağire) adlı putlarını üç yıl sü-reyle yıkmamasıydı. İslâm Peygamberi buna razı olmadı. Sonra tekliflerini iki ve hatta bir yıla indirdiler. Fakat bu istekleri de kabul edilmedi. Nihayet bir ay süre istediler. Hz. Muhammed bunların hiç birini kabul etmedi ve putları yıkmak için Muğire b. Şube ile Ebu Süfyan b. Harbi Taif’e gönderdi.
Sakifliler ise Allah Resûlünün kendilerini namazdan af etmesini ve putlarının kendi elleri ile yıkılmamasını istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed: “Putlarını-zın sizin ellerinizle kırılmasına gelince, sizi ondan af edeceğiz. Fakat namaza ge-lince, namazı olmayan bir dinde hayır yoktur” diyerek kabul etmedi. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Allah Resûlü daha sonra Sakif heyeti içinde en gençleri olan Os-man b. Ebi’l-As’ı vali tayin etti.
Allah Resûlü Müslümanlar henüz bazı konularda yeterli hale gelmeden önce, müşrik ve gayri müslimlerden istifade etmiştir. Bunun için iki örnek sunmak müm-kündür. Birisi hicrette kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıd’dan istifade etmesi, diğeri de Yahudi bilim adamlarından faydalanması idi. Yahudilerden gelen yazıları yine Yahudi âlimleri Allah Resûlüne tercüme ediyorlardı. Ancak Allah Resûlü bunlara güvenmediği için Zeyd b. Sabit’e Yahudi yazısını (İbranice)’yi öğrenmesini emretti ve şöyle dedi: “Ben, mektubum hususunda Yahudi’ye güvenmiyorum”. Zeyd b. Sabit, zeki bir sahabe idi. Çok geçmeden bu yazıyı öğrendi. Artık Zeyd, Hz. Mu-hammed’in Yahudilere gönderdikleri mektupları yazıyor ve onlardan gelen mek-tupları da tercüme ediyordu.
Bu iki olaydan birincisi Mekke döneminde olmuş ve o zaman İslâm devlet yönetimi henüz oluşmamıştı. İkincisinde ise İbraniceyi bilen bir sahabe olmadığın-dan önceleri Yahudi bilim adamlarından istifade edilmiş, ancak onlara güvenilme-diğinden Zeyd’e Yahudi yazısını öğrenmesi emredilmiştir.
İslâm Peygamberinin ilkelerinin kaynağı olan Kur’an’da, müşriklerle ilgili ola-rak çok sayıda ayet bulunmaktadır. Ancak biz bunların hepsinden söz edecek deği-liz. Okuyucuya yol göstermesi ve savımızı kanıtlamak için müşrik-mümin ilişkisi hususunda birkaç ayet mealini vermekte fayda görmekteyiz. “Kitap ehlinden ve Allah’a eş koşanlardan inkar edenler, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini iste-mezler”. “Ey Muhammed! İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan Yahudileri ve Allah’a eş koşanları görürsün”. “Allah’a eş koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin”. “Rabbinden sana vahyolunana uy, O’ndan başka tanrı yoktur, puta tapanlardan yüz çevir”.
“Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağış-lar ve merhamet eder”. “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygambere ve müminlere yaraşmaz. İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir söz-den ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi”.
“Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsu-nuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve rızamı ka-zanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphe-siz doğru yoldan sapmıştır.”
“Eğer sizi ele geçirirlerse sizin onlara gösterdiğiniz sevgiyi göstermezler, size düşman olurlar, ellerini ve dillerini fenalık etmek için uzatırlar, keşke inkar etseniz isterler”.
Sonuç: İslâm Peygamberi, bu Kur’an ilkeleri ışığında kurduğu İslâm devleti-nin çeşitli kurumlarında değişik insanlar görevlendirmiştir. Bunlar; elçiler, valiler, zekat memurları ve çeşitli nedenlerle Medine’den ayrıldığında yerine bıraktığı ve-killerdi ve bunların bütünü Müslümandı. Onun oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzenini ancak ona tâbî olanlar şekillendirebilirdi. Hayatı boyunca tevhid inancını hakim kılmaya uğraşan bir Peygamberin, her nasıl olursa olsun Kâbe perdedarlığı ve elçilik gibi önemli görevlerde müşrik birilerini görevlendirmesi düşünülemez. Var gibi kabul edilen yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığım bu iki hususun da kabul edilebilir hiçbir yönü yoktur. Duyulan ya da okunan her haberin, kritiği yapılmadan doğru bir habermiş gibi kaynak olarak alınmasının, İslâm’ın ilkeleri ışığında ince-lendiğinde tutarlı bir yönü bulunmamaktadır.

-----------------------------
Tahsin Saraç, Büyük Fransızca- Türkçe Sözlük, Grand Dictionnaire Français-Turc, İstanbul, 1994.
A. Zeki Velidî Togan, Tarihte Usul, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1985, 28.
Hucurat, 6.
Musa Cârullah Bigiyev, Kur’an Sünnet İlişkisine Farklı Bir Yaklaşım Kitâbu’s-Sünne, Çev., Mehmet Görmez, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1998, 114. Ayrıca Cârullah uydurma hadis-lerin beş kıstası olduğunu şu şekilde bir tasnifte yapmaktadır: 1.Akla muhalif olması, 2.Fıtrata ters olması, 3.Kur’an’a muhalif olması, 4.Tarihi hakikatlere ters düşmesi, 5.Makam ve karinele-re ters düşmesi, 6. Hz. Peygamberden sabit olmuş sahih bir hadisle çelişmesi,7. Ümmetin ka-bul ettiği içtimaî bir asla ters düşmesi (Cârullah, Kur’an Sünnet İlişkisine, 26). Ayrıca bkz. Ber-rüddîn ez-Zerkeşî, el-İcabe li Îrâdi Mâ’stedrekethu Âişe ala’s-Sahabe, Hz. Âişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Yayına Hazırlayan Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000.
İbn İshak, Siyer, Yayına Haz. Muhammed Hamidullah, Çev. Sezai Özel, Akabe Yayınları: 92, İstanbul, 1988, Önsöz, 29.
İbn İshak, Siyer, Önsöz, 30.
İbn Haldun, Mukaddime, Çev., Zakir Kadirî Ugan, MEB Yayınları, İstanbul, 1989, I, 88.
Şirk: Allah’a ortak koşan. Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1997, 1, II, 770; Walther-Björkman, “Şirk”, MEİA, XI, Eskişehir, 1997, 566.
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İrfan Yayım ve Dağıtım Şirketi, İstanbul, 1995, I, 447; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, 262.
Nisa, 4/58.
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 1372-137; Konyalı Mehmet Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri (Hüla-sat’ül-Beyan), İstanbul trz., III, 955; Muhammed Ali es-Sabunî, Safvetü’t-Tefâsir Tefsirlerin Özü, Müt. Sadrettin Gümüş- Nedim Yılmaz, İstanbul, 1990, I, 539; Heyet, Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV., Ankara, 1993, 86.
Hicâbe (Sedânet): Kâbe’nin perdadarlığı, anahtar muhafızlığı olup bu görevi elinde bulundu-ran kişi, en yüksek makama erişmiş sayılırdı. Liva: Sancaktarlık vazifesi, savaşa giderken ve sair zamanda taşıma ve kollama vazifesi. Nedve: Umumi toplantı yeri, genel kararların alındığı mekan. Kıyade: Başkumandanlık vazifesi. Sikâye: Hacıların suyunu temin etmek ve zemzem suyuna bakmak. Rifade: Hacılara rehberlik yapmak, onları konaklatmak.
Neşet Çağatay, İslâm Dönemine Dek Arap Tarihi, TTK., Ankara, 1989, 88-90; Hasan İbrahim, İslâm Tarihi, II, 65; İbrahim Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri İslâm Öncesinden Abbasilere Ka-dar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997, 45.
Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri, 50.
Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri, 50.
Sarıçam, Emevî-Hâşimî İlişkileri, 99; Ayrıca bkz.: Günaltay, İslâm’dan Önce Araplar, 58-61.
Hicâbe (Sedânet): Kâbe’nin perdadarlığı, anahtar muhafızlığı olup bu görevi elinde bulundu-ran kişi, en yüksek makama erişmiş sayılırdı.
Bkz. Ramazan Hurç, İslâm’da Tarih Yazıcılığı ve İslâm Öncesi Araplar, FÜİF, 1998-1999 Öğre-tim Yılı İslâm Tarihi Ders Notları, Elazığ, 1998, 52-57.
Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çev. Zâkir Kadiri Ugan- Ahmet Temir, MEB. İstanbul 1992, IV, 662; İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 505; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 234.
Osman b. Talha’nın babası Talha b. Ebî Talha, amcası Osman b. Ebû Talha Ebû Şeybe ve amca oğulları Ebû Sa’d b. Ebî Talha, Müsafi’ b. Ebî Talha, Haris b. Ebî Talha, Kilab b. Talha b. Ebî Talha ve Cülas b. Talha b. Ebî Talha Uhud gazvesinde öldürülmüşlerdi. Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ, Beyrut trz. II, 40-41; İbn Hacer el-Askalânî, el-İsabe fî Temyîzi’s-Sahabe, Tahkik: eş-Şeyh Adil Ahmed Abdu’l-Mevcud- eş-Şeyh Ali Muhammed Muavviz vd., Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 373, 220-221; Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latifi’z-Zebîdî, Müt. Ahmed Naim, Sahîhi Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV. Baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1975, II, 418.
İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi el-Kâmil fi’t-Tarih Tercümesi, Çev. M. Beşir Eryarsoy, Bahar Yayınları, İstanbul, 1995, II, 215; Gaudefroy Demombynes, “Şeybe”, MEİA, Eskişehir, 1997, XI, 461.
Demombynes, “Şeybe”, XI, 460.
el-Askalanî, el-İsâbe, IV, 373.
M. Asım Köksal, İslâm Tarihi Medine Devri, Şamil Yayınları, İstanbul, 1981, VIII, 25.
İbn Sa’d, Tabakât, IV, 252, VII, 394; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye Büyük İslâm Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1994, IV, 401-403; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 215; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 2; Demombynes, “Şeybe”, XI, 461; Mustafa Fayda, Al-lah’ın Kılıcı Halid b. Velid, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992, 127-128; Ali Himmet Berki -Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, DİB.Yay. 67, Altıncı Baskı, Ankara, 1974, 310.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, X, 312.
İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 508; Ahmet b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb ibn Vâdıh el-Ya’kubî, Târihu’l-Ya’kubî, Beyrut, 1992, II, 60.
Buharî, Salah, 81, 96, Hac, 51, Cihad, 127, Megazi, 49, 77; Muvatta, Hac, 193; Müslim, Hac, 388, 390, 391, 392,393, 394; Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 418, Hno: 294.
Taberî, Milletler Tarihi, IV, 662; İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 505; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 234.
İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 505; Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 418, Hno: 294.
İbn Hişam, Sîret, IV, 74; İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 505; Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 297.
İbn Hişam, Sîret, IV, 74; Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 297.
İbn Hişam, Sîret-i ibn Hişam Tercemesi, Mütercim: Hasan Ege, Kahraman yayınları, İstanbul, 1994, IV, 73-74; Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 298.
Hadis literatüründe münker hadis: Bir tek raviden gelen ve bu raviden başka tariki bulunmayan hadistir. Bkz. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü (İlmu Mustalahı’l-Hadis), İkinci Baskı, Ankara Üniversi-tesi Yayınları, Ankara, 1975, 113.
Demombynes, “Şeybe”, XI, 459.
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 446.
İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesaj, TDV Yayınları, Ankara, 2001, 262.
Ya’kubî, Târih, 56.
Muhammed b. İshak b. Yesar, Sîretü ibn İshak, Tahkik: Muhammed Hamidullah, Paris, 1981, 242.
İbn İshak, Sîret, 205; İbn Hişam, Siret, IV, 5; Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, II, 368; el-Askalanî, el-İsabe, IV, no: 5781; Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler ve Halifeler Tarihi Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-ı Hulefâ, Merve Yayın-Dağıtım, Sad. Metin Muhsin Bozkurt, İstanbul trz., II, 146; Mus-tafa Fayda, “Amr b. Ümeyye”, TDVİA., İstanbul, 1991, III, 94-95.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, IV, 304.
İbn Hişam, Siret, IV, 5; Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, X, 276; XII, 390.
El-Askalanî, el-İsabe, IV, No: 5781; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 215.
Ramazan Hurç, “Günümüz Dini Hareketler Bağlamında İslâm Peygamberinin Toplumsal Düze-ni Sağlamadaki Rolü ve Yaklaşımları”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Tarihten Günümü-ze İç ve Dış Tehditler) Elazığ, 17-19 Ekim 2002, 409-410.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 435.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 436.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 438.
İbn Kesir, İslâm Tarihi, IV, 290; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 190; Abidin Sönmez, Resûlullah’ın Diplomatik Münasebetleri, İnkılab Yayınları, İstanbul, 1984, 222; Ayrıca bkz., Ramazan Hurç, “Hz. Muhammed’in Müşriklerle Yaptığı Anlaşmalara Siyasal Bağlamda Bir Yaklaşım”, Fırat Üni-versitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.6, Elazığ-2001, 21-40.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 390; XII, 395; XII, 381; XII, 392; XII, 390; X, 448.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 397; XII, 381; Ya’kubî, Târih, II, 78.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 380.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 379.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 379.
Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, XII, 379.
Taberi, Milletler Tarihi, V, 739; İbnü’l-Esir, İslâm Tarihi, II, 262; Muhammed Abdulhay Kettanî, et-Terâtîbu’l-İdâriyye, Hz. Peygamber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar, Müt. Ahmet Özel, İz Yayıncılık, İstanbul, 1990, I, 119.
İbn Hişam, Siret, IV, 249.
Belazurî, Fütûh, 695.
Bakara, 105.
Maide, 82.
Bakara, 221.
En’am, 106.
Tevbe, 5.
Tevbe, 113-114.
Mümtehine, 1-2.