Makale

ÇAĞDAŞ BİR İNANÇ PROBLEMİ OLARAK TRANSHÜMANİZM

ÇAĞDAŞ BİR İNANÇ PROBLEMİ OLARAK TRANSHÜMANİZM

Prof. Dr. Metin ÖZDEMİR
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Transhümanizm, insanın biyolojik ve zihinsel yapısını yapay zekâ, nanoteknoloji, nanotıp, biyoteknoloji, genetik mühendisliği, klonlama ve transgenetik gibi yeni teknolojilerle güçlendirmek suretiyle ölüm dâhil tüm bedensel kusurların ve sınırlamaların ortadan kaldırılmasını vadeden çağdaş bir ideolojidir. (Bilal Sambur, “Dine Büyük Meydan Okuma: Transhümanizm”, Yapay Zekâ-Transhümanizm-Din, DİB Yayınları, 2021, 147-148.) Bu ideolojiye sahip olan kişiler, evrenin ve insanın, var olmak ve varlığını sürdürebilmek için hiçbir surette Tanrı’ya ihtiyaç duymadığına inanmaktadırlar. Bununla birlikte bir yaratıcının varlığını inkâr etmeden, gelişen genom ve yapay zekâ teknolojilerini kullanarak insanın fiziksel ve bilişsel kapasitesinin artırılmasının mümkün olduğunu ve bu tür imkânların kullanılmasının insanın yararına olacağını iddia eden bilim insanları ve düşünürler de vardır. Ancak onların, bu iddialarını ve düşüncelerini bir inanç ve ideolojiye dönüştürmedikleri için transhümanist olarak nitelendirilmeleri doğru gözükmemektedir. Dinî açıdan bakıldığında, genlere müdahale etmek suretiyle genetik hastalıkların önlenmesi, döllenme aşamasında bebeklerin cinsiyetlerinin, hatta göz ve saç rengi gibi bazı fiziksel özelliklerinin belirlenmesi vb. teknik konular da kader, imtihan ve etik boyutlarıyla tartışmaya açıktır. Biz bu makalemizde konunun her iki boyutunu da İslam dininin temel ilkeleri ve esasları açısından değerlendirmeye çalışacağız.

Bilimin ilerlemesiyle gelişen teknoloji, insana, kadim arzusu olan ölümsüzlüğü gerçekleştirme umudunu aşılamaya başlamıştır. İnsanoğlunun hiçbir surette ölümsüzlüğe ulaşması mümkün değildir. (Enbiya, 21/8.) Gelişen tıbbi teknoloji, onun ömrünün bir miktar uzamasına, birtakım genetik hastalıklardan kurtularak daha sağlıklı ve konforlu yaşamasına vesile olabilir, ancak asla bunun ötesine geçemez. Çünkü ölümsüzlüğü, ancak yoktan var etme kudretine sahip olan bir varlık yaratabilir. Ne evrenin kendisinde ne de insanda böyle bir kudret vardır. Zira her ikisi de varlığında başkasına muhtaçtır. Bu yüzden her ikisi de varlığını sürdürebilmek için yoktan var etme kudretine sahip olan bir yaratıcının inayetine, yardımına ve desteğine ihtiyaç duyar.

Transhümanistlerin ölümsüzlüğe ulaşma umudu, evrenin ve insanın evrimsel bir sürece bağlı olarak oluştuğuna inanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısına göre tesadüfen oluşmaya başlayan evren, uzun zamana yayılan evrimsel bir gelişim seyri içerisinde, yine tesadüfen oluşan fiziksel, kimyasal ve biyolojik şartlara bağlı olarak değişim ve dönüşüm sürecini sürdürmektedir. İnsan da bu süreç içerisinde tesadüfen ortaya çıkmış bir varlıktır. Onlara göre evrim henüz tamamlanmadığı için eksik ve kusurludur. İşte bilimin bugün geldiği seviye transhümanistlerde, hissedilmeyecek kadar yavaş bir hızla ilerlediğine inandıkları evrimsel sürece müdahale etmek suretiyle tabiatın yapısından ve işleyiş sisteminden kaynaklanan eksikliklerin ve kusurların giderilmesi umudunu doğurmuştur.

Bu noktada şaşırtıcı olan husus, her şeyi bilgi, belge ve kanıt üzerinden temellendirmeye çalıştıklarını iddia eden bazı bilim insanlarının, insanın, evrenin ve içerisinde yaşam formu olduğu bilinen tek gezegenimizin tarihine tesadüfen ulaştıklarını düşünmelerine rağmen sahip olduğuna inandıkları akıl ve zekâ yetisi ile tüm tesadüfleri ortadan kaldırarak kusursuz bir yaşam formu oluşturabileceğini iddia edebilecek kadar akıllarını yitirmiş gözükmeleridir. Onlar henüz maddi olan beynin nasıl olup da maddi olmayan akıl ve zekâyı ürettiğinin sırrını bile çözememiş iken kendi akıllarından ve zekâlarından daha üstün bir akıl ve zekâ yaratabilecekleri iddiasındadırlar. Aklı başında olan hiç kimsenin, aklın evrensel ilkelerine, tarihe, tabiata ve daha da önemlisi yaratıcıya meydan okuyarak ölümsüzlük vadinde bulunan bu tür şaşkınlara inanması mümkün değildir. Bu şaşkınların bilmeleri ve hatırlamaları gereken gerçek şudur: Tabiatta bu tür tasarruflarda bulunabilecek yegâne varlık, yoktan var etme kudretine sahip olan Yüce Yaradan’dır. Onun izni ve iradesi olmadan hiç kimse böyle bir imkâna ulaşamaz. İhsan edilmiş bir akılla, onu ihsan edenin iradesinin ve kudretinin sınırlarına nasıl ulaşılabilir? Mahlûk olan, Hâlık olanın yerine nasıl geçebilir?

Transhümanistin en temel yanılgısı, evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç duymadığına inanmasıdır. Modern bilim, bize evrenin ve dünyamızın yaşıyla ilgili açık bilgiler vermektedir. Evren yaklaşık 13,8 milyar, dünyamız ise 4,54 milyar yaşındadır. Bu rakamların 1-2 milyar yukarı ya da aşağı olmasının hiçbir önemi yoktur. Sonuçta değişmeyen tek gerçek, evrenin ve dünyanın belli bir tarihte, yani sonradan var olduğudur. Sonradan var olan her şeyin ise kendisini sonradan var eden bir nedeninin olması zorunludur. Çünkü insan aklı, hiçbir olayı ve sonucu nedensiz olarak düşünemez. Bir şeyin nedensiz olarak kendiliğinden meydana gelmesi mümkün değildir. Sonradan ortaya çıkan ve daima mükemmele doğru gelişerek bugünkü hâlini alan evrenin hem kendiliğinden var olmaya başladığını hem de oluşum ve gelişim sürecini, kendisi üzerinde tasarrufta bulunan sonsuz bir ilim ve hikmet sahibinin iradesi ve kudreti söz konusu olmadan sürdürdüğünü düşünemeyiz.

İstisnasız tüm evrimciler, evrenin oluşum ve gelişim sürecinin kaostan bir düzene doğru seyrettiğini söylemektedirler. Aklı başında birisi, böylesi bir gelişim sisteminin, bir tasarım ve tasarımcı olmadan, olasılık hesapları üzerinden yürüyen kör bir tesadüfün eseri olduğunu iddia edebilir mi? Küçük bir makinenin parçalarının bile bir tasarımcı olmadan kendi kendine oluşup bir araya gelmesini mümkün görmeyen akıl, bir meyve sineğinin göz şeklinin nasıl olup da hiçbir tasarımcı olmadan tesadüfen oluştuğunu iddia edebilir? Evreni ve hücrelerimizi oluşturan atomlarda ve atom altı parçacıklarda, evrensel bir düzen oluşturabilecek yüksek bir akıl ve zekânın en ufak işaretlerini göremediğimize göre, hangi akıl, zekâ ve güç, son derece hassas ayarlar ve değişmesi düşünülemeyen fiziksel ve evrensel sabitler üzerine kurulu kozmik bir sistemi inşa etme başarısını göstermiştir? Aklı başında olan hiç kimse, bu tür soruların cevabı olarak her türlü yaratmayı bilen, her şeye gücü yeten, varlığında başkasına muhtaç olmayan, dolayısıyla varlığının bir başlangıcı ve sonu bulunmayan Yüce Yaradan’dan başka bir adres gösteremez.

Aslında Allah, hiç kimseyi ne kendi ne de evrenin yaratılışına tanık tutmuştur. (Kehf, 18/51.) İnsan, ne kendisinin ne de evrenin başlangıç aşamasıyla ilgili net bir açıklamada bulunabilir. Çünkü hiç kimse ne evrenin ne de kendisinin başlangıç aşamasını doğrudan gözlemleme imkânına sahiptir. Bilimsel bir hipotezin, sağlam bir teoriye dönüşebilmesi için defalarca test edilebilir, deney ve gözlem yoluyla ispatlanıp doğrulanabilir olması gerekir. Günümüz bilimi son derece ilerlemiş olmasına rağmen henüz ilk yaşam formlarının oluştuğu ortamları hazırlayarak ilk hücrenin ve daha sonra meydana gelebilecek olan evrimsel süreç içerisinde oluşabilecek yeni canlı türlerinin varoluş imkânlarını deneyimleyebilmiş değildir. Hayatın kökeni üzerine yazılar kaleme alan Gregg Easterbrook, bu hakikati şöyle ifade eder: “Bilimin, hayatın nasıl başladığına dair en ufak bir fikri bile yok... Genel kabul görmüş bir tek teori bile yok. İlk dönemlerin çorak dünyasından hayatın narin kimyasına adım atmayı akıl almıyor.” (Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, 2014, 58.)

Hayatının 50 yılını ateist olarak geçirdikten sonra Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalan Antony Flew ise, akılsız ve şuursuz maddeden akıllı ve şuurlu varlıkların hayat bulduğunu iddia eden materyalistlerin durumunu anlatırken şunları söyler: “Bir an için önünüzde mermer bir masa olduğunu düşünün. Bir trilyon yıl veya sonsuz zaman geçse bile bu masanın birdenbire ya da yavaş yavaş sizin gibi bilinçli, çevresinde olup bitenlerin ve kimliğinin farkında olabileceğini düşünebilir misiniz? Böyle bir şeyin gerçekleşebileceğini düşünmek imkânsızdır. Aynı şey her türlü madde için geçerlidir. Maddenin kütle enerjisinin yapısını çözdüğümüzde, yapısı gereği, asla ‘bilinç’ düzeyine gelemeyeceğini, asla ‘düşünemeyeceğini’ ve asla ‘ben’ diyemeyeceğini anlarsınız. Fakat ateistlerin görüşüne göre, kâinatın tarihinin bir noktasında, imkânsız ve akıl edilemez şeyler gerçekleşmiştir. Onlara göre farklılaşmamış madde (buna enerjiyi de dâhil ediyoruz) bir zamanlar ‘can’ bulmuş, ardından bilinç düzeyine erişmiş, ardından kavramsal düşünme yetisini elde etmiş ve sonunda ‘ben’ düzeyine gelmiştir. Fakat yeniden masamıza dönecek olursak bunun neden gülünç olduğunu anlarız. Masa, bilinç düzeyine erişmek için gereken özelliklerin hiçbirine sahip değildir ve sonsuz zamanda bile bu tür özellikleri edinemez. Yaşamın kaynağına dair akla en son gelebilecek senaryolardan birini kabul eden bir kişinin bile, belirli koşullar altında bir mermer parçasının kavramlar üretebileceğini ileri sürebilmesi için çıldırmış olması gerekir. Ve subatomik [atom altı] seviyede masayı bir arada tutan şey, kâinattaki diğer bütün maddeleri bir arada tutan şeydir.” (Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, 2011, s. 135-136.)

Flew gibi vicdanlı ve aklıselim sahibi hiç kimsenin bunun ötesinde varabileceği başka bir nokta yoktur. Bu itibarla transhümanistlerin, evrenin ve insanın var olabilmesi için tanrıya ihtiyaç duymadığı iddiaları ve ölümsüzlük vaatleri, bir akıl tutulmasıdır ve başlangıçta Hz. Âdem’i ölümsüzlük vadiyle yasak meyveyi yemeye teşvik eden ve böylece cennetten kovulmasına sebep olan şeytanın, bu kez modern bilim aparatını kullanmak suretiyle insanoğlunu büyük bir felakete ve cehenneme sürükleme çabasının yeni bir tezahürü olarak gözükmektedir.

İnsanın fiziksel ve bilişsel kapasitesinin artırılarak daha mükemmel bir noktaya taşınması çabalarına gelince aklıselim ve vicdanla birlikte aynı kulvarda seyreden dinin, insanın faydasına olan her iyi, güzel ve doğru şeyi desteklediğini hatırlatmak isteriz. Hiçbir aklıselim sahibi, insanın ömrünün uzatılmasına, daha sağlıklı ve konforlu yaşamasına vesile olabilecek çalışmalara hayır diyemez. Hafıza gücünün artırılması, bilişsel kapasitemizin yükseltilmesi ve zihinsel faaliyetlerimizin güçlenmesi gibi hedefler elbette makul ve makbuldür. Ancak bunların hiçbirisinin, insanın yaratıcısından koparılması, ahirette zerre miktarı yaptığı iyilik ve kötülüğün hesabını vereceği ve karşılığını göreceği inancından uzaklaştırılması ve yalnızlaştırılarak bencilce bir hayata alıştırılması için kullanılması tasvip edilemez. Elbette bu tür imkânların, Yüce Yaradan’ın doğa içerisinde kurduğu dengeyi, genlerle oynamak suretiyle bozup, insanları doğuracakları çocukların cinsiyetini belirleyebilmelerine ve göz ve saç renkleri gibi fiziksel özelliklerini seçebilmelerine alan açabilecek şekilde kullanılması da kabul edilemez. Çünkü insanoğlunun tabiatın doğal dengesine müdahalede bulunmak suretiyle ne tür ekolojik ve yaşamsal sorunlara yol açtığı, bugün çok iyi bilinen bir husustur. Bu yüzden Kur’an, neslin ve yaşam kaynağı olan temel gıda maddelerinin ve ürünlerin bozulması için çalışanlara ciddi uyarılarda bulunmuştur. (Bakara, 2/205.)

Bununla birlikte genetik müdahalelerle ömrün uzatılması, engelli doğumların ve genetik hastalıkların önüne geçilmesi gibi insanlığın yararına olan çalışmaların hiçbirisi, ilahi takdire ve kadere müdahale anlamına gelmez. Aksine bunlar, Allah Teâlâ’nın insanoğluna kader planında sunduğu imkânlardır. Bu imkânları, insanlığın maslahatı için kullanmak, her şeyden önce Müslümanların temel vazifesidir. Hz. Ömer’in, kendisine Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun diyen kimseye, “Evet, Allah’ın bir kaderinden diğerine kaçıyorum.” sözünde olduğu gibi kader planında yer alan sayısız alternatiflerden en iyisini bulup seçmek hem aklıselimin ve vicdanın hem de dinin temel ilke ve prensiplerinin bir gereğidir. Yeryüzü tüm imkânlarıyla insanoğluna emanet edilmiştir. Bu imkânları kullanarak onu ıslah ve imar etmek, her şeyden önce Müslümana düşen temel bir sorumluluktur.

Sonuç olarak ölümsüzlük ancak yoktan var etme kudretine sahip olan Yüce Yaradan’ın gerçekleştirebileceği bir şeydir. Bu dünya fani olmasaydı cennet ve cehenneme de ihtiyaç duyulmazdı. Allah, hayatı ve ölümü, yeryüzünde insanlara sunulan imkânları kimin en iyi şekilde kullanıp kullanmadığını görmek için yaratmıştır. (Mülk, 67/2.) Bu imkânları Allah’a hamd ve şükür ile en iyi şekilde kullanıp yeryüzünü imar ve ıslah edenler hem bu hem de ebedî olan öbür dünyada mutlu olacaklardır. Rabbini tanımadan sadece bu dünya için çalışanlar, sınırsız bir haz ve hırs uğruna bencilce yaşayanlar, burada geçici ve aldatıcı bir mutluluğa ulaşsalar da ahiretteki gerçek ve ebedî mutluluğa erişemeyeceklerdir.