Makale

İSLÂM HUKUK METODOLOJİSİNDE EHLİYET VE KISIMLARI

İSLÂM HUKUK METODOLOJİSİNDE EHLİYET VE KISIMLARI

Zeki Koçak
Erzurum Mehmet Nuri Yılmaz Eğitim Merkezi Müdür Vekili

The Term of ‘Ahliyyah’ (Legal Capacity) and Its Sections in the Methodology of Islamic Law.

The term of ‘ahliyyah’ in the methodology of Islamic Law consists of the periods related with the competence of using legal rights and the circumstances detaining it. While dealing with the sections of the competence in our study, it is understood that one becomes owner all legal rights since the time when he has been fallen into the uter-us of his mother on condition that he had been born alive. On the other hand, it is clear that the legal responsibility can differ according to the periods of the legal competence.
In order to result legally one’s actions, one must be legally interlocutor. But, it is the principal point that he must have got qualifications, passion and capability ex-pressed by law. Thus, the position of the person according to law, generally, is ex-plained as competence of rights and as competence of actions.

Key words:
Islamic Law, Methodology, Right, Legal Capacity, Passion, Personality, Competence of Rights, Competence of Actions.

Giriş
İnsan hayatındaki muamelelerin hukuksal alanda geçerlik kazanması “insan iradesine” bağlıdır. Hukukun amacı da, insandaki rızanın tezahürü olan iradeyi açıklamayı sağlayacak ortamı, düzeni kurmaktır. Nitekim, bireylerin dış dünya ile ilişkilerini hazırlayan ve kuran da yine iradedir. Öyleyse hukukî işlemlerin, hukuk-sal bağlamda kurulması ve sonuç doğurabilmesi için irade sahibinin açıkladığı ira-denin de hukukça kabul edilmesi gerekir. Diğer taraftan da irade beyanında bulu-nan şahsın, hukukun öngördüğü nitelikte, vasıf ve kabiliyette olması şarttır. Çünkü şahsın, söz ve fiillerine hüküm verme âdeti insan tabiatının bir gereği olduğu gibi, hukukun da riayet ettiği temel bir kural halindedir.
Bu makalemizde, ehliyet ve kısımlarını mukayeseli olarak sunmaya çalışır-ken, örneklendirmede hukukun çeşitli konuları göz önüne alınacaktır. Eklektik bir yöntemle hareket edeceğimiz bu çalışmanın amacı, “ehliyet” gibi önemli ve tefer-ruatlı bir konuyu çalışmamızın sınırları dahilinde mutalâa etmektir. Konu mevzu hukuk sistematiğinde hususi hukukla ilgili eserlerde, İslâm hukuku sistematiğinde ise hukuk metodolojisi ile ilgili eserlerde ele alınmıştır. Çünkü muhatabın (mükellef) şer’i delillerden çıkarılan; vacip, mübah ve haram gibi teklifi hükümler ile sebep, şart ve mani gibi vad’i hükümlere ehil olabilmesi tartışılmıştır. Konu sonuç itibari ile hukuki işlemlerde ve hukuki muamelelerde etkisini gösterse de başlangıç itibari ile bir hukuk metodolojisi sorunudur. Şöyle ki, kişinin yaptığı fiillerle bağlı olabilmesi için, özellikle hukuk nazarında sorumlu tutulacak bir vasıfta olması gerekir. Yani iyiyi kötüden ayırdedebilmeli, kısaca bilinçli hareket edebilme yetisine sahip olma-lıdır. Dolayısıyla konunun pozitif hukuk eserlerinin yerine, hukuk metodolojisi ile ilgili eserlerde işlenmesi daha isabetlidir. Nitekim İslâm hukukçularından mütekel-lim metoduna mensup müellifler, konunun bir kelam konusu olduğunu ileri sürerek, Mutezile ile diğer mezhepler arasında tartışma konusu olan aklın mahiyeti ve hu-sün-kubuh gibi mevzuların bu esasa irca edildiğini ifade etmişlerdir.
I- Şahıs ve Şahsiyet Kavramları
1- Şahıs (Kişi) Kavramı
Günümüzde yazılan hukuki eserlerin, hususi hukuktan bahseden bölümlerin-de, “şahıs” ve “ kişi” terimleri müteradif olarak kullanılmaktadır. Aynı şekilde “şahsiyet” ve “kişilik” terimleri de bir biri yerine kullanılır. Bu sahada yazılan müs-takil eserler de “Şahsın Hukuku” veya “Kişiler Hukuku” adıyla neşredilmiştir. Çün-kü haklar şahıslar için var olduğu gibi sahibi olmayan bir hak da yoktur. Bu nedenle pozitif hukuk sistematiğinde şahsın hukuku müstakil olarak ele alınmış ve şahıs kavramı, haklardan faydalanabilen ve hak sahibi olabilen varlık şeklinde tanım-lanmıştır.
Şahıs (kişi) hukukun en önemli kavramlarından biridir. Zira hukuk “şahıslar” içindir. O halde hukuk şahıslarla kaimdir diyebiliriz. Öte yandan haklar da şahıslar içindir. Nitekim “hak” , hukuk düzeninin “şahıslara” tanıdığı yetkilerdir.” “Şahıs (kişi) sözcüğü hukukçu olmayanların dilinde insan anlamına gelir. Gerçi hukuk dü-zeni bakımından da her insan bir “kişi” dir; fakat hukuk, insanlardan başka, dernek ve şirketler gibi bazı kuruluşlara veya “vakıf” dediğimiz mal topluluklarına da kişi gözüyle bakar. O halde “kişi” deyimi hukukta, hem insanları hem de sözünü ettiği-miz kuruluşları içine alan geniş bir içeriğe sahiptir”
İslâm hukuk metodolojisinde kişi ve mükellef kavramları “mahkumun aleyh” terimi ile ifade edilmiştir. Yani ilahi emirle muhatap kabul edilen, üzerine bir takım borçlar yüklenen ve bir kısım haklara sahip olan kişi anlamında kulla-nılmaktadır. Dolayısıyla günümüz hukukunda kullanılan şahıs ve kişi kavramları-nı klasik usulümüzdeki mahkumun aleyh kavramı ile karşılamak daha uygun ola-caktır. Mükellef kavramı ise akıl ve baliğ olan kişiler hakkında kullanıldığından, günümüz hukuk sistematiğindeki kişi kavramından daha özel bir anlam ifade et-mektedir. Ancak eda (fiil ) ehliyeti ve vücub (hak) ehliyeti açısından ayrı ayrı düşü-nürsek, mükellef kavramı anlam genişlemesine uğrayarak günümüz hukukundaki kişi kavramının karşılığı olabilir. Öte yandan İslâm hukukunda insan, recul, mer’ (kişi), abd gibi kavramlar da şahıs kavramıyla müteradif olarak kullanılmaktadır.
Şahıs kavramının diğer dillerdeki ifadesi “ person, persona”dır. Bu kelime ön-celeri, tiyatro oyuncularının sahneye çıkarken taktıkları maske anlamında kullanı-lırdı. Her role mahsus bir maske olduğundan, maske görülünce, onun temsil ettiği şahsiyette belli olurdu. Yani “persona” kelimesi bugün rol dediğimiz kavramı ifade etmek için kullanılmaktaydı. Daha sonra hukuk dilindeki “şahsiyet” kavramını ifade için de aynı kelime kullanılmaya başlanmış ve bu kelime ile insanın sosyal hayattaki rolü ve yeri ifade edilmek istenmiştir.
Şahıs (kişi) kavramı, şahsın hukuku bakımından özel bir anlam içermektedir. Buna göre “hak yeteneğine sahip varlıklara kişi denilir. Hak yeteneğine sahip olmak da, kişi sayılan varlığın haklara ve borçlara sahip olabilmesi demektir.” O halde kişiyi, “hak ve borçlara sahip olan varlıktır” biçiminde tanımlayabiliriz. Hukuk yönünden “hak yeteneği” kavramı, irade teorisinin öncülerinden olan Savıgny tara-fından, “Kişilerin özel hukuk ilişkilerine katılabilmeleri için gerekli olan yetenektir” şeklinde tanımlanmıştır.
Şahısların toplu halde yaşamasını tanzim eden hukuk düzeni, hak ve yüküm-lülükleri insana yönelik olarak tanzim etmektedir. “Yani, hak ve yükümlülüklerin sahibi şahıslardır. Bir diğer ifade ile hak sahibi olabilme ehliyeti, sadece şahıs denen varlıklara tanınmıştır. O halde, hak süjesi şahıstır. Kısacası, hukukta şahıs kavra-mı, hak süjesi olmak ile eş anlamda kullanılmıştır.” Yani, “şahıs” sözcüğü altında “hak ehliyetine sahip olmak”, hak süjesi olmak anlaşılır. Bir diğer deyişle, hak ehli-yeti kime tanınıyorsa, o varlık hak süjesidir. Hak süjesi olmak özelliği ilk önce insa-na tanınmıştır. Bunun yanında toplum ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı şahıs ve mal toplulukları da hak süjesi olarak kabul edilmiştir.” Birinci anlamdaki hak süjesinin sahibine özel şahıs, ikinci anlamdaki hak süjesinin sahibine hükmi şahıs diyebiliriz.
Yukarıda zikrettiklerimizden anlaşıldığı üzere, hak süjesi olma özelliğinin ka-bul edileceği meselesi, bir hukuk politikası meselesidir. Dolayısıyla bu görev kanun koyucuya aittir. “Şahıs” kavramı hukuk mantığının bir ürünü olduğuna göre, ka-nun koyucu dilediği varlığa hak süjesi olma özelliğini tanıyabilir. Nitekim eski hu-kuk sistemlerine bakıldığında esirler, afaroz edilen insanlar hak süjesi olarak kabul edilmemiştir. Hatta nasyonal sosyalizmin hakim olduğu dönemde Halk Kanunu Tasarısında, “Kim vatandaş ise, o hak sahibidir. Hak sahibi Alman kanı taşıyan-dır” denmekle, saf Alman kanı taşımayanlara kısmî hak ehliyeti tanınmıştır. Hak süjesi vermede, kanun koyucu tamamen bağımsız da değildir. Toplumsal yapıdan, ahlâkî kurallardan hareket etmek zorundadır. Artık bugün bütün hukuk sistemle-rinde insan, insan olması nedeniyle hak ehliyetine sahip kabul edilmiş ve şahıs hu-kuk düzeninin merkezi olarak kabul edilmiştir.
Şahsın hukukunun kanunî düzenlemedeki yerine gelince; şahsın hukuku Me-denî Kanunun birinci kitabının 8’nci maddesinden itibaren düzenlenmiştir. İki kıs-ma ayrılan şahsın hukuku kitabı, birinci kısımda “hakikî şahıslara” ikinci kısım-da ise, “hükmî şahıslar”a ait kanunları ihtiva etmektedir.

2- Şahsiyet (Kişilik) Kavramı
Şahsiyet (kişilik) kavramı kanun koyucu tarafından iki değişik anlamda kul-lanılmıştır. “Bir anlamıyla “şahsiyet”, bir kimsenin sahip olduğu hak ve yükümlü-lüklerdir. Diğer anlamıyla ise “şahsiyet” şahsa bağlı ve hukuk düzenince korunan varlıkların (Attribute) tümüdür.” Şahsiyet kavramı, bu iki anlamını kapsayacak şekilde İslâm Aile Hukuku ile ilgili eserlere başlık olarak kullanılmıştır. Burada özel hukuk alanına ait bir anlamın varlığı daha kesin gibidir diyebiliriz. Sıfat tamlaması şeklinde (el-Ahvalu’ş-Şahsiyye) kullanılması, şahsın hususi hallerin sahibi olduğu anlamı da ön plana çıkmaktadır.
Şahıs kavramının mastarı olan şahsiyet kavramı Arapça’daki karşılıklarını muhafaza ederek Türkçeleşmiştir. Ayrıca şahıs kavramı “kişi” ile, şahsiyet kavramı ise “kişilik” kavramı ile karşılanmaktadır.
Şahsiyet kavramının yukarıda zikredilen iki anlamı dikkate alındığında, hak-lara ve borçlara ehil olmayı, yani hak ehliyetini ifade eder. Bu da “şahıs” kavramı ile aynı anlama gelir. Geniş anlamda şahsiyet kavramı, hak ehliyetinin yanında fiil ehliyeti (medeni hakları kullanma ehliyeti) ile “şahsî halleri” ve “şahsiyet hakla-rı” nı da içermektedir. Bu nedenle “şahsiyet” kavramının içeriği “şahıs” kavramı-nın içeriğinden daha geniştir , diyebiliriz.
Medenî kanunumuz da, hak yeteneği, hukuki işlem yeteneği ve kişilik alanı-na giren bazı değerlerin ve kişisel durumların düzenlendiği faslın başlığını, “şahsi-yet” (kişilik) olarak belirtmiştir. Bu düzenlemeden anlaşılacağı üzere şahsiyet kav-ramı içine, hak yeteneği, hukuki işlem yeteneği, kişinin kişilik alanına giren ve hukuk düzenince korunan beden tamlığı, yaşamı, sağlığı, onuru, özgürlükleri, adı ve resmi üzerindeki hakları gibi değerleri ile, kişilik denilen kavramın başlangıç ve sonunu belirleme sorunları girer. Şahsiyet kavramının içine bunların dışında, kişisel durumları da (nesep, yaş, kısıtlılık, evli, bekar, dul, gibi) ekleyebiliriz.
Şahsiyet kavramını ilgilendiren diğer bir nokta ise, şahsiyetin başlangıcı ve so-na ermesi meselesidir. Medeni kanunumuz şahsiyetin (kişilik) başlangıç anını 28. maddesinde tespit etmiştir. “Kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar...” Maddenin bu hükmüne bakılarak, ana rahmindeki çocuğun hak ehliyeti-ne sahip olmadığı anlaşılabilir. Fakat Medeni Kanunun 28’nci maddesinin ikinci fıkrası henüz doğmamış olan çocuğun (cenin) sağ doğması şartıyla ana rahmine düştüğü andan itibaren hak ehliyetine sahip olacağını hükme bağlamıştır. Medeni Kanun ulaştığı neticeyle, Fıkıh Usulü’nde benimsenen vücûb ehliyeti (hak ehliyeti, medeni haklardan istifade etme ehliyeti) terimine ulaşmıştır. Çünkü fıkıh kültürü-müzde, bu terimin kapsamına cenin dönemi de dahil edilmiştir. Vücub ehliyeti de zimmet denen manevî bir vasfa istinat ettirilmiştir. İslâm hukukçuları zimmeti insanın lehine ve aleyhine olan şeylere ehil olması için gerekli şer’î bir vasıf olarak tanımladıktan sonra, Sadru’ş-Şeria ve Nesefî ise zimmeti anlatırken, “Her insanın amelini boynuna yükledik” ayetini, her insanın amelini zimmetine (mükellefiye-tine) bağladık şeklinde izah etmiş, diğer taraftan, “Ben sizin Rabbiniz değil mi-yim?” hitabına, kullar: “Evet, sen bizim Rabbimizsin” ayetini de zimmete delil olarak getirmişlerdir. Ömer Nasuhi de, ceninin lehine olan birtakım haklara sahip olduğuna işaret ederek, zimmetin akıldan evvel olduğunu vurgulamıştır.
Hukuk doktrinlerinde mütalâa edilen şahsiyetin sona ermesi meselesi, “hakiki şahsiyet ölümle sona erer” ifadesiyle belirtilmiştir. Şahsiyetin varlığına son veren diğer bir hal de “gaiplik”tir. Medeni Kanunun 31’nci maddesinde bir kimsenin gaip-liğine karar verilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmıştır. Biz bu çalışmamız-da şahsiyeti sona erdiren ölüm hadisesini, mahiyet itibariyle değil, sadece hukukî neticesi itibariyle yorumlayacağız. Ölüm ve gaiplik konusunu başka bir makale-mizde ehliyeti daraltan sebepler başlığında mukayeseli olarak değerlendireceğiz. Ancak şimdilik vücub ehliyetiyle olan münasebeti nedeniyle, ölüm konusuna kısa-ca atıfta bulunacağız.
Pozitif hukuk sistemlerinde, hukukî bir olay (hukuk düzeninin kendilerine so-nuç bağladığı olaylar) kabul edilen ölüm, ölenin şahsa bağlı haklarını ortadan kal-dırır. Fakat ölenin şahsına sıkı surette bağlı olmayıp, yalnız şahsiyeti suretiyle ta-nınmış haklar grubuna girmeyen haklar devam eder. Yani mâmeleki mahiyetindeki hakları mirasçılarına intikal eder . Bunlar şahsın sağlığında üzerinde tasarruf ede-bileceği üçüncü şahıslara devredebileceği haklardır. Beşer hukukunun ulaştığı bu nokta, İslâm hukukçuları tarafından önceden benimsenmiş ve üçüncü şahısların haklarını koruma amacına dayalı olarak, ölümden sonra belli alanlarda, belirli bir müddet vücûb ehliyetinin devam edeceği görüşü belirtilmiştir. İnsanların mal ve canlarını koruma, hukuk düzeninin gereği olduğuna göre, vücûb ehliyetinin ölüm-den sonra bir müddet devam edeceği görüşü hukuk mantığının da bir gereğidir, di-yebiliriz.
II. Şahsın Ehliyetleri
1- Ehliyet Kavramı ve Mahiyeti
Hukukun temel kavramlarından birini teşkil eden “ehliyet” terimi, şahıslar bakımından “hak ehliyeti-vucüb ehliyeti” (medeni haklardan yararlanma ehliyeti) ve “fiil ehliyeti-eda ehliyeti” (medeni hakları kullanma ehliyeti) olmak üzere ikiye ayrılır . Bu ehliyet çeşitlerini, aşağıda sırası üzere mukayeseli olarak ayrı ayrı ince-lemeden önce, “ehliyet” teriminin, hukuk literatüründeki anlamlarına atıfta bulun-mak faydalı olacaktır.
Arapça’da “ehl” kökünden türetilmiş yapma bir mastar olan “ehliyet”; söz-lükte “yetki, elverişlilik, liyakat, yeterlilik” gibi anlamlara gelmektedir . Ayrıca tek-nik olarak, “hukuk süjesinin haklara sahip olması, haklarını kullanması,vazife, mükellefiyet ve mesuliyetler yüklenebilmesi hali” şeklinde tanımlanmıştır. İslâm hukuk doktrinlerinde ehliyet kelimesi “kişinin ilzam (borçlandırma borç altına sok-ma) ve iltizam (borçlanma, borç altına girme)” liyakatli olması anlamında kulla-nılmıştır. Kur’an ve Hadislerde “e h l” kelimesi kullanılmakla birlikte ehliyet keli-mesine rastlanmaz. Kur’an’da, yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insa-nın yüklendiği belirtilerek, varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilmiştir. Hadislerde de bu konu çokça işlenir. Bir hadiste hay-van, kuyu, maden gibi canlı ve cansız varlıklara sorumluluk yüklenmeyeceğinin belirtilmesi , ancak insanın sorumluluğa elverişli olduğunu gösterir. İnsanın şer’î hitaba ehil olabilmesi için “akıl” denilen anlama, düşünme ve ona göre kavrama kabiliyetine sahip olması gerekir. Çünkü, “Teklif ehliyet üzerine, ehliyette akıl üze-rine bina edilmiştir.” Zira anlama kudretinin yok olduğu durumlarda kişinin so-rumluluğu düşer. Hz. Peygamberin şu hadisi buna işaret etmektedir: “Üç kişiden kalem (yani sorumluluk) kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, büluğa erinceye kadar çocuktan ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar akıl hastasından.”
Ehliyet, Fıkh Usulu açısından kişinin şer’i hükümle olan bağını, füru açısın-dan ise dini ve hukukî hüküm doğmasının veya geçerliliğinin ön şartını ifade etti-ğinden, fıkhın her iki ilim dalını da ilgilendirmektedir. Mütekellim metoduna göre yazılan usul eserlerinin “el-mahkumun aleyh” bölümünde , Fukaha metoduna göre yazılan usûl eserlerinin daha ziyade son bölümünde müstakil olarak ele alınan ehliyet konusu, füru-u fıkıhla ilgili eserlerde, ibadet ve borç ilişkileri başta olmak üzere diğer bütün alt bölümlere serpiştirilerek işlenmiştir.
Ehliyet konusu pozitif hukukunda ise daha ziyade müstakil bir hukuk dalının (hususî hukuk) bölümü olarak şahsın hukukuyla ilgili yazılan eserlerde ve bölüm-lerde incelenmiştir. Medeni hukukla ilgili yazılan eserlerde ise, haklar bölümünde hakkın sahipleri adı altında incelenmiştir. Hukuk felsefesi ile ilgili yazılan eserlerde ehliyet konusu, belirli bir başlık altında incelenmemiştir. Özellikle irade özgürlüğü-nün savunulduğu ve insanın bireysel ve toplumsal ilişkilerinin yorumlandığı bö-lümlerde, ehliyet arızalarını ortadan kaldırmaya yönelik değerlendirmeler yapılmış-tır.
2-Ehliyet Çeşitleri
2 .1 - Hak (Vücub) Ehliyeti
Hak ehliyeti, diğer bir ifadeyle hak yeteneği konusu, Medeni Kanunun 8’nci maddesinde hükme bağlanmıştır. Hak ehliyeti, hak ve yükümlülük sahibi olabil-mek hak ve yükümlülüklerin süjesi olmak iktidarıdır. Madde, “ Her şahıs medeni haklardan istifade eder. Binaenaleyh kanun dairesinde haklara ve borçlara ehil olmakta herkes müsavidir” şeklindedir.
Aydın Zevkliler, bu düzenlemede hak yeteneğinin açık bir şekilde tanımlandı-ğını savunarak şöyle bir yorum yapmıştır: Düzenlemenin metninde yer alan “hak-lara ve borçlara ehil olmakta” deyiminden, hak yeteneğinin tanımı çıkarılabilir. Böyle olunca, hak yeteneği, bir bakıma kişi terimini karşılayan bir içerik taşımak-tadır. Ne var ki, Medeni Kanunumuzun hak yeteneğini düzenleyen 8. maddesinin başlığı doğru seçilmemiştir. Madde başlığında yer alan, “ I. Medeni haklardan isti-fade” deyimi, İsviçre Medeni Kanununun Fransızca metninden (Capacité de Jouis-sance des droits civils) alınmıştır. Bu başlığın İsviçre Medenî Kanununun Almanca metninde olduğu gibi, “I. Hak yeteneği, ehliyeti” (Rechts fahiş keit) biçiminde ya-zılması da doğru olurdu. Şöyle ki hak, haklardan yararlanmayı değil, hak ve borç-lara sahip olabilmeyi belirler.” Aydın Zevkliler’in bu eleştirisi haklı görülmüş olma-lı ki,son değişiklikte başlık “I.Hak Ehliyeti” şeklinde düzenlenmiştir.
Hak ehliyeti kavramı, Fıkıh Usulü ile ilgili kaynaklarımız da “vücûb ehliyeti” diye isimlendirilmiştir. Vücûb ehliyeti; “ Bir insanın leh ve aleyhine ait meşru hakla-rın vâcib (sabit) olmasına selahiyetli (liyakatli, elverişli) bulunmasıdır” şeklinde tanımlandığı gibi, “dinî-hukukî hak ve borçların doğmasına kişinin elverişli olma-sı” şeklinde de tanımlanmıştır.
Vücûb ehliyetinin tanımıyla ilgili olarak Hayreddin Karaman şöyle bir değer-lendirme yapmaktadır: “Bu, şahsın borçlandırma ve borçlanmaya selahiyeti” dir. Burada ilzam yerine kullandığımız borçlandırmadan maksat, şahsın lehine olan hakların sübutudur: İtlaf edilen mallarının bedelini itlaf edenin ödemesine hak ka-zanması, satın veya borç aldığı şeylerin mülkiyetinin kendisine intikali, aciz veya fakir ise nafakasını teminin, başkası üzerine borç olması gibi. Borçlanma (iltizam) dan maksat şahsın aleyhine olan hakların sübutudur; satın aldığı malın bedelini ödemeyi, zengin olduğu takdirde fakir akrabasının nafakasını temin etmeyi borç-lanması gibi”.
Hak ehliyetinin temelini insan olma vasfı teşkil eder. Hayatın başlangıç anın-dan sona erme anına kadar her insan bu sıfatla muttasıftır. Hak ehliyetinin yaş, akıl ve rüşt ile alakası yoktur. Ancak bazıları için tam, bazıları için ise eksiktir. Ana karnındaki çocuk gibi yalnız lehine olan hakların sübutuna ehil olup, aleyhine olan hakların sübutuna ehil değilse, bu ehliyet eksiktir (nakıs ehliyet) leh ve aleyhine olan haklara (hak ve borca) ehil ise bu ehliyet tamdır. Cenin dışındaki bütün insanlar kâmil vücûb ehliyetine sahip kabul edilmektedir.
M. Zerka, cenin döneminde bir insanın zaruri haklarının olduğunu belirttikten sonra, nesep, miras. vasiyet ve vakıf gibi şeylerde, ceninin hak sahibi olması husu-sunda bütün müçtehitlerin ittifak ettiğini belirtmektedir. Anne karnında bulunduğu müddetçe, nakıs vücûb ehliyeti kabul edilen cenin döneminde, kişinin lehine olan muameleler geçerlidir. Aleyhine olan muameleler geçersizdir. Örneğin cenin döne-minde bulunan bir şahıs için velisi bir şey alsa, parayı cenin değil velisi borçlanır.
Bütün bu yorumların yapılmasının sebebi, ceninde de zimmetin varlığının kabul edilmesidir. Çünkü vücûb ehliyeti, İslâm hukukçuları tarafından “zimmet” kavramına dayandırılarak açıklanmıştır. Zimmet ise , insanın sahip olduğu kabul edilen itibari bir vasıftır. Vücûb ehliyetinin de dayandırıldığı bir mahaldir. Bir ba-kıma kişinin borçlanma ve borçlandırma kapasitesidir. İtibari bir kap niteliğindedir. Birisi için, falanın zimmetinde şu kadar meblağ var, denilince bu kabın o kadar borç ile dolu (meşgul) bulunduğu anlaşılır.
İşte bu zimmetin takdiri, cenin dönemi için kâmil anlamda olmadığından, ce-ninin aleyhine olan muameleler kabul edilmemektedir. Fakat doğumdan sonra kişi-nin kâmil zimmetle muttasıf olduğu kabul edilerek -büluğda olduğu gibi- bazı leh ve aleyhine olacak hukukî muamelelere ehil kabul edilmektedir. Örneğin, zengin oldu-ğu takdirde akrabalarının nafakasına ehil kabul edilir. Zekat ve sadaka-i fıtr gibi malî mükellefiyetlere muhatap olduğu, Hanefilerin dışındaki diğer mezheplerce kabul edilmektedir. Hanefiler, sadaka-ı fıtrın çocuğun malından verileceğini kabul etmekle birlikte, zekatı malî bir ibadet kabul ederek, kişinin diğer dinî tekliflerde olduğu gibi kendi icabıyla bağlı olduğunu vurgulayarak, buluğ çağının şart olduğu-nu ileri sürmüşlerdir. Diğer mezhepler ise sadece zekatın malî yönünü göz önüne alarak üçüncü şahısların haklarının korunmasına binaen, çocuğun malından veri-leceğini kabul etmişlerdir. Bu dönemdeki bütün muameleler çocuğun kanunî tem-silcisi tarafından idare edilir.
Fakat, ceninin hibe gibi kabulü gerektiren haklardan faydalanması, İslâm hu-kukçularının çoğunluğu tarafından cenin adına hukukî işlem yapmaya yetkili ka-nunî bir temsilci bulunmadığı ileri sürülerek benimsenmez. Nazariyede, cenin lehine doğan hakların ve malların muhafazası için vasi veya yed-i emin tayin edilmesi caiz görülmüşse de, fakihlerin çoğunluğu ona cenin adına hukukî işlem yapma yetkisi tanımaz. Fakat Malikî mezhebinde bu kimsenin cenin lehine hibeyi de kabul edebileceği görüşü vardır.
Hanefi fakihleri, zimmet ve vücûb ehliyetinin kişinin ölümünden sonra da be-lirli bir müddet devam edeceği kanaatini taşımaktadır. Örneğin ölenin malından borçlarının ödenmesini, teçhiz, tekfin, vasiyet, vedia, gasp gibi ayna taalluk eden görevlerin yerine getirilmesi ölüm ile sakıt olmaz. Hatta imameyne göre kefalet te-berru kabilinden olduğundan dolayı iflas etmiş bir ölünün borcu teberru olarak baş-kası tarafından ifâ edilebilir. Mecelle de 633. maddesini mutlak bırakarak, İma-meynin görüşünü tercih etmiştir, diyebiliriz.
Diğer bir ifadeyle, “Hanefiler, ölünün sağlığında iken başlatıp da ölümü son-rasında sonuçlanan bazı fiillerinin kazandırıcı veya borçlandırıcı etkisinin doğru-dan öleni veya terekeyi hedef almasını, kişinin zimmet ve vücûb ehliyetinin ölüm sonrasında da belli bir süre için bir yönüyle devam ettiğinin delili sayarlar. Daha çok mirasçıların ve üçüncü şahısların haklarını korumayı amaçlayan bu önlem, bir nevi eksik vücûb ehliyeti olarak nitelendirilebilirse de fakihlerin çoğunluğu, kişinin vücûb ehliyetinin ölümle sona ereceği, mallarının mülkiyetinin mirasçılara intikal edeceği, yukarıda sayılan hak ve borçların da birinci derecede terekeyi elinde bu-lunduran mirasçıları ilgilendirdiği görüşündedir.”
Hak ehliyeti ve zimmet konusunun hakikî şahıslara tanındığı gibi hükmî şa-hıslara da tanınıp tanınmadığı hukuk literatüründe tartışılmıştır. Bu konuyla ilgili bir değerlendirme şöyledir:
İlk dönem fıkıh eserlerine bakılınca zimmetin ve vücûb ehliyetinin daha zi-yade hakikî şahıslara tanındığı anlaşılır. Fakat dikkatlice tetkik edildiğinde aynı kaynaklarda, devlet, vakıf, beytülmal, şirket, mescit, yol, köprü gibi kurum ve ka-mu mallarıyla ilgili yer alan fıkhî hükümler bunlarda da zimmet ve vücûb ehliyeti-nin varlığını, doğrudan veya dolaylı olarak çağrıştırır mahiyettedir.
Hükmi şahsiyetlerin bu ehliyeti, küçük ve delide olduğu gibi, kanuni temsilcile-ri aracılığıyla kullanılacağı açıktır. “Hatta İslâm hukuk literatüründe hayvanların da bazı haklara sahip olduğu , bu hakların sağlanmasının sadece dinen ve ahlâken (diyâneten) değil, hukuken (kazâen) de kontrol edilip güvence altında tutulacağı ifade edilir. Ancak bu tür anlayış ve eğilimlerin temelde insan hak ve sorumluluğunu pekiştirmeyi amaçladığı söylenebilir”. Ayrıca ekolojik denge ve çevrenin korun-ması açısından konuya bakılırsa her canlının bireysel olarak, belli bir düzen dahi-linde yaşama hakkının varlığı ve dokunulmazlığı kabul edilebilir. Bunu, hukuk mantığı ve ahlâkî değerler de destekler niteliktedir .
Bu konuyla ilgili pozitif hukukun telakkisi şudur: “Hak ehliyetini kazanmak için insan olmak hem yeterlidir hem de gereklidir; zira insan olmayan yaratıklar hak sahibi olamazlar. Gerçi hayvanların korunmasına ilişkin bazı hukuk kuralları var-dır; fakat bu kurallar hayvanları hak sahibi haline getirmiş değildir. Örneğin bir hayvanı insafsızca döven kimseye karşı, o hayvan adına dava açılması söz konu-su olamaz. Ceza Kanununun böyle haller için öngördüğü ceza kovuşturması, hay-vanlara yapılan insafsızlıktan duyguları incinen “toplumu tatmin amacına” daya-nır, yoksa hayvanların hak sahibi sayılmasını gerektirmez.”
Netice itibariyle hukukî açıdan hak ehliyeti, sadece başkası adına yapılması (niyâbeten) mümkün olan hukukî işlemleri kapsadığından ötürü, niyâbeti kabul etmeyen bizzat şahsın ifasıyla gerçekleşecek, iman, bedeni ibadetler (namaz, oruç gibi) ve malî yönü bulunmayan kısas gibi cezaî sorumlulukları yüklenmeye yeterli değildir. Bunun için bedenin, aklın ve iradenin gelişmesi şartı aranır.
2.2- Fiil (Edâ) Ehliyeti
Fiil ehliyeti, diğer adıyla eylem yeteneği, “bir kimsenin kendi fiil ve hareketle-riyle, kendi isteğiyle hak iktisap etmesi, bu hakları değiştirmesi ve ortadan kaldır-ması, borç altına girmesi, onları değiştirmesi veya ortadan kaldırması, kısacası kendi fiilleriyle hak kazanabilmesi ve borç altına girmesidir.”
Diğer taraftan fiil ehliyeti, “bir kişinin kendi eylemleriyle lehine haklar ve aley-hine borçlar edinebilmesi yeteneğidir.” Bu yetenek Medeni Kanunun 9. maddesin-de şöyle tanzim edilmiştir: “ Medeni hakları kullanmaya selahiyettar olan kimse, iktisaba da iltizama da ehildir.” Bu madde “kendi fiilleriyle” ibaresine yer vermedi-ğinden dolayı, hak ehliyeti ile fiil ehliyeti arasındaki farkı açıklamaya yeterli ol-mamaktadır. Ayrıca “fiil ehliyeti” kavramı durumu daha açık bir şekilde ifade etti-ği için, bu maddede kullanılan “medeni hakları kullanma” ibaresine tercih edilmek-tedir.
İsviçre Medeni Kanununun 9. maddesini karşılayan 12. maddesinin Almanca metninde de; “Eylem yeteneğine sahip olan kişi, kendi eylemleriyle hak ve borçlar doğurabilir” biçiminde bir düzenleme yapılmıştır. Fakat Türk Hukuk Öğretisinde bunun da yeterli olmadığı belirtilerek, eylem yeteneğinin (fiil ehliyeti) şu şekilde ta-nımlanması istenmiştir: “Şahısların bizzat kendi fiilleriyle, kendileri için haklar ka-zanabilme ve borçlar yüklenebilme ehliyetidir”.
Hak ehliyetinin pasif vasfına karşılık , fiil ehliyeti aktif bir vasıf taşımakta-dır. Fiil ehliyeti, “Emredici yasa kuralıyla düzenlenmiş bulunan, sözleşmeyle ortadan kaldırılama-yan, kişinin hukuksal etkinliğini ortadan kaldıracak biçimde de kısıtlanamayan bir nitelik taşır.” “Şahıs, hak ehliyetinde olduğu gibi, fiil ehliyetinden de vazgeçemez, başkasına devredemez, onun sınırlarını daraltıp genişletemez. Bu ehliyet de, hak ehliyeti gibi şahsa, şahıs olması nedeniyle tanınmıştır. Bu ehliyetin tam ve kısmî noksanlığı kanun koyucu tarafından özel olarak düzenlenmiştir. Bu istisnaî durum-lar olmadığı sürece şahıs fiil ehliyetine tam olarak sahiptir.”
Fiil ehliyeti şahsiyetin vazgeçilmez bir öğesidir. Bu nedenle de Medenî Kanu-numuzun 23. maddesinin birinci fıkrasında: “Kimse, medeni haklardan ve onları kullanmaktan kısmen olsun feragat edemez” biçiminde bir düzenlemeye yer verile-rek, her iki ehliyetin hukukî ehemmiyetine işaret edilmiştir.
Fiil ehliyeti, İslâm hukuk literatüründe daha ziyade “eda ehliyeti” olarak ad-landırılmaktadır. Kişi, başlangıçta sadece hak (vücûb) ehliyetine ve onun sağladığı haklara sahipken, şâri’ veya hukuk düzeni aklî ve bedenî gelişimine paralel olarak, kişiye, giderek hakları bizzat kullanma yahut bizzat kendi işlemiyle borç altına gir-me yönünde ilave haklar tanımıştır. Bu sebeple vücûb (hak) ve eda ehliyetini, ehli-yetin iki ayrı kısmı değil, iki safhası şeklinde telakki etmek doğru olur. Eda ehliyeti vücûb ehliyetinin daha kapsamlı hale gelmiş ikinci safhası sayılabilir.
Usulcüler, eda ehliyetini; “ Kişinin kendinden şer’an muteber olabilecek şekilde fiillerin südûruna selâhiyetli bulunması” şeklinde tanımladıkları gibi, “kişinin hu-kuken geçerli tarzda sözlü ve fiili tasarrufta bulunma ehliyeti” şeklinde de tanım-lamışlardır. Ali Bardakoğlu tanımlar hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunu-yor: Bütün bu ve benzeri tanımlar sadece hukukî işlemler (muamelat) alanında ve edanın sıhhati açısından yeterli görülebilir. Ancak itikad ve ibadetler alanında edanın sıhhatinin yanı sıra vacib oluşu da (vücûb) söz konusu olduğundan , her iki açı dikkate alındığında eda ehliyeti, “kişinin edanın sıhhatine ve vücûbuna ehil oluşu” şeklinde tanımlanmaktadır. Eda’nın vücûbuna ehliyet, tabiatıyla sıhhatine ehliyeti de içerdiğinden bu tanımı, “kişinin şer’î hitabın yöneltilmesine ve edanın vücûbiyetine ehil olmasıdır” şeklinde ifade edenler de mevcuttur.
Netice itibariyle, kişinin dinî ve hukukî hükme muhatap olabilmesi ve yaptığı hukukî muamelelerin geçerli olması için belirli bir seviyede bedenî güce ve aklî mu-hakemeye ihtiyacı vardır. Fıkıh kültürümüzde kullanılan “akıl-baliğ”terimi bu du-rumu en veciz şekilde ifade etmiştir diyebiliriz.
Hak (vücûb) ehliyeti zimmete dayandığı gibi, fiil (eda) ehliyeti de akıl ve tem-yiz gücüne dayanır. Bu nedenle kişinin aklî melekesini kullanmadaki noksanlığı -temyiz buluğ arası- göz önüne alınarak eksik eda ehliyetinin varlığı kabul edilir. Büluğdan sonra ise kişinin aklî melekesinin olgunlaştığı kabul edilerek, kural olarak kâmil eda ehliyeti tanınır. Bütün bunları dikkate alıp insan hayatını, gayri mü-meyyiz küçük , mümeyyiz çocuk, bâliğ ve reşîd şeklinde dört gruba ayırarak, ince-leme âdet olmuştur. Ayrıca eda ehliyetine etki eden arızî durumlar da bu dönemler dahilinde mütalâa edilmektedir.
Pozitif hukukda da fiil ehliyeti açısından şahıslar; tam ehliyetsizler, tam ehli-yetliler, sınırlı (mahdut) ehliyetsizler, sınırlı (mahdut) ehliyetliler şeklinde dörde ay-rılmıştır.
2.2.1 Tam Ehliyetsizler (Temyiz Öncesi Dönem)
Bu kategoriye giren şahısların fiil ehliyetleri hiç yoktur. Çünkü bunlar fiil ehli-yetinin en önemli şartı ve esası olan “temyiz kudretin”den yoksundurlar. Tam ehli-yetsizlerin hukukî durumu Medeni Kanunun 15’nci maddesinde şöyle düzenlenmiş-tir: “Mümeyyiz olmayan şahsın durumu hukukî bir hüküm ifade etmez, kanunda muayyen istisnalar bakidir”; tam ehliyetsizlerin “hukukî muamele ehliyeti” olmadı-ğı gibi, “haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti” de yoktur. Fakat bu son kuraldan istisna olarak “kusursuz sorumluluk halleri” istisna edilmiştir. Örneğin bir gayri men-kule malikiyeti kabul edildiği gibi bazı zararların tazmin ettirilmesi de kabul edilmiş-tir. Ayrıca tam ehliyetsizlerin dava ehliyeti de yoktur. Tam ehliyetsizler usul hukuku muamelelerini ne davacı ne de davalı olarak yapamazlar.
Medeni Kanunun 13. maddesi temyiz kudretini olumsuz yönde tanımlamıştır. Bu maddeye göre, temyiz kudreti, bir kimsenin küçük olması, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer hallerin kendisinde bulunmaması şartıyla söz konusu olur. Temyiz kudretinin geçici ve sürekli kaybedilmiş olması önemli değil-dir. İslâm hukuk doktrininde ise temyiz kudretinin geçici kaybedilmesi ile sürekli kaybedilmesi arasında ayrım yapılmıştır. Örneğin, usul eserlerinin ehliyet arızaları bölümünde, sarhoşluk meselesi şöyle yorumlanmıştır: Mubah yol ile (ilaç ve benzeri şeyleri kullanarak) meydana gelen sarhoşluk, kişinin hukukî tasarruflarını geçersiz kılar. Haram yol ile meydana gelen sarhoşluk ise kişinin hukukî tasarruflarının muteberliğine mani değildir. Hulasa haram yolla meydana gelen sarhoşluk, mükel-lefiyeti düşürmez, hakları ve cezaları iskat etmez. Ancak fakihler arasında sarho-şun sözleşmelerini ve bazı hukukî muamelelerini istisna edenler olmuştur. Örnek olarak, Hanefî mezhebinin dışındakilere göre sarhoşun boşamasının geçersizliğini verebiliriz.
Tam ehliyetsizlik döneminde, niyâbet kabul eden hukukî işlemler, kanunî temsilcileri tarafından yapılabilir. Bu bağlamdan olarak Hayreddin Karaman, ço-cuğun yükleneceği borçları şöyle taksim etmiştir:
Birincisi: Başkasına âit bir hakkın temellük veya ihlalinden doğan “malî be-deller.” Çocuk için alınan bir malın bedeli veya kiralanan bir şeyin ücreti onun bor-cu olduğu gibi, başkasının malını itlaf ettiği takdirde onu tazminde borcudur. Keza bir kimseyi öldürür veya yaralarsa, bunun da diyet ve erş gibi bedelini ödemek onun borcudur. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, çocuğun cinaî fiilleri onun aleyhine tazminat gerektirir. “Zira tazmin sorumluluğu eda ehliyetine değil, vücûb ehliyetine dayanır.” Fakat, alım-satım, teslim, tesellüm gibi medenî fiilleri sahih ve muteber değildir. Fakihler bunu şöyle ifade etmiştir: “ Hacr (tasarruftan memnu’ oluş) fiiller için değil, kaviller (sözler) içindir.”
İkincisi: Mal üzerine konan vergiler; öşür, haraç, bina, gelir ve gümrük vergileri gibi ki, malı olan çocuk bunları ödemekle yükümlüdür.
Üçüncüsü; Zenginliğe bağlı olan içtimai mükellefiyetler ki, fakir akrabalara nafaka ödenmesi bu kabildendir. Zengin çocuğun da nafaka mükellefiyeti vardır. Zekat ve sadaka-ı fıtr konusu daha ilerde geçtiği için ona temas etmiyoruz. Ayrıca Hanefi mezhebinde hakim olan görüş, çocuğun malından kurban kesmenin vacip olmadığı şeklindedir. Neticede yorumladığımız bütün bu hak ve borç doğurucu hukukî işlemler, gayri mümeyyiz çocuklar adına kanunî temsilcileri tarafından ya-pılır.
Borçlar Hukukunda sözleşmeleri mutlak butlanla hükümsüz kılan genel se-bepler açıklanırken, ehliyetsizler hakkında şöyle bir yorum yapılmıştır:
“Ehliyetsizlik, bütün hukuksal fiillerde olduğu gibi hukuksal işlemlerde ve bu-nun bir çeşidi olan borç sözleşmelerinde de buna girişen kimsenin medeni haklarını kullanma (fiil) ehliyetine sahip olması gerekir. Bu lüzum, sözleşmenin muteberlik şartlarından birini ifade eder. Şu halde, bir sözleşmede taraflardan biri veya her ikisi ehliyetsiz ise, o işlem çürük bir işlem sayılır. Çünkü, işlemin yapılmasında önemli bir muteberlik şartına uyulmamıştır.
Ehliyetsizliğin bir sözleşmeyi mutlak butlanla hükümsüz kılacak derecede sa-katlayabilmesi için “temyiz kudretinden mahrum olma” şeklinde bir ehliyetsizlik hali olması gerekir. Medeni Kanunun 15’nci maddesine göre, “Mümeyyiz olmayan şahsın tasarrufu hukuki bir hüküm ifade etmez. Öyleyse bu durumda bulunan bir kimsenin yaptığı sözleşme de mutlak butlan anlamında hükümsüz olur. Bu hü-kümsüzlük hali düzeltilemez.” Ayrıca, “temyiz kudretinden yoksun bir kişiyle hu-kukî işlem yapan kimse iyi niyetli olsa, karşı tarafın tam ehliyetsiz olduğunu bil-mezse ve bilebilecek durumda olmasa dahi, hukuki işlem geçersizdir. Dolayısıyla kanun koyucu Medeni Kanunun 15’nci maddesi ile tam ehliyetsiz kimseyi koru-muştur.”
Temyiz kudretinden yoksun kişiler kural olarak , kusurlu sayılmadıklarından dolayı haksız fiillerden sorumlu değildirler, Fakat bunların istisnaî durumlardaki haksız fiil sorumluluğu Borçlar Kanununun 54’ncü maddesi ile düzenlenmiştir.
Netice itibariyle kanun koyucu , objektif sorumluluk hallerinde zararın tazmi-ni için şahsın temyiz kudretine sahip olması şartını aramaz. Bir diğer ifade ile ob-jektif sorumluluk hallerinde şahıslar tam ehliyetsiz bile olsalar, doğan zararı tazmin-le yükümlü olacaklardır. Örneğin Borçlar Kanununun 55’nci maddesinde şöyle düzenleme yapılmıştır: “Başkalarını istihdam eden kimse maiyetinde istihdam ettiği kimselerin ve amelesinin hizmetlerini ifa ettikleri esnada yaptıkları zarardan mesuldür...” Aynı kanunun 56.ncı maddesi, “Bir hayvan tarafından yapılan zararı o hayvan kimin idaresinde ise, o kimse hal ve maslahatın icap ettiği bütün dikkat ve itinayı yaptığını yahut bu dikkat ve itinada bulunmuş olsa bile, zararın vukuuna mani olamayacağını ispat etmedikçe tazmine mecburdur...” şeklindedir.
Diğer taraftan aynı kanunun 369’ncu maddesinde ise şöyledir: “Evin reisi, ri-yaseti altında bulunan küçüğün, mahcurun, yahut dimağ hastalığı, yahut akıl za-yıflığı ile malul olan kimsenin yaptığı zarardan, mutad vechiyle ve ahvalin muktezî bulunduğu dikkatle ona nezaret ettiğini ispat etmedikçe mesuldür...”
2.2.2 Tam Ehliyetliler (Buluğ ve Rüşt Dönemleri)
Tam ehliyetliler kategorisine giren hakikî şahıslar, fiil ehliyetinin bütün şartla-rına sahip olan kimselerdir. Diğer bir deyimle, “mümeyyiz”, “bâliğ”, “reşit” olan ve “mahcur (kısıtlı) bulunmayan” bütün şahıslar, fiil ehliyetine tam anlamıyla sahip-tir. Medenî Kanunun 10. maddesinde tam ehliyetlileri şöyle tavsif etmektedir: “Mümeyyiz olan reşit, medeni hakları kullanmaya selahiyyettardır.” Bunlar kendi davranışları ile her türlü hak iktisap edip, borç altına girebilirler ve haksız fiil ehliyet-leri vardır.
Tam ehliyetliler bölümü, usul eserlerinde bazen buluğ ve reşid olarak iki başlık altında incelenmiştir, bazen de ikisi birlikte tetkik edilmiştir. Biz de ikisini aynı başlık altında incelemeyi uygun buluyoruz. Çünkü buluğ döneminin başlangıcından itiba-ren bedeni gelişmesine paralel olarak, kişinin akli melekesinin de mükemmelleştiği kabul edilmektedir. Şöyle ki, sadece kişinin buluğ çağına ermesi onun her zaman fiil ehliyetine kavuştuğunu ifade etmez. Örneğin, akıl hastasının, bunayanın, sefehin durumu ehliyet arızaları olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bütün bunları göz önüne alarak fukahanın “akıl ve baliğ olmak” tabirini dini terminolojiye kazandır-dığı kanısındayız. Bu tabir kişinin biyolojik gelişimiyle, psikolojik ve ruhi gelişiminin birleşimini ifade ettiğinden dolayı, tam ehliyetlileri en güzel şekilde tanımlamıştır diyebiliriz.
Buluğ çağının hangi yaşta başlayacağı, İslâm hukuk doktrininde tartışılmak-la birlikte, bünye ve iklime göre de değişebileceği benimsenmiştir. Asgari sınırı kız-larda 9, erkeklerde 12 yaştır. Son sınırı ise İbn Abbas ve Ebû Hanife ye göre erkek-lerde 18, kızlarda 17 yaştır. Diğer müçtehitlere göre ise her iki cins için 15 yaştır. Tercih edilen bu görüş İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Yusuf’a aittir. Mecelle de bu son görüşü kanunlaştırmıştır.
Rüşdün manası ise, “hakikati, doğruyu bulmak, makul davranmak” gibi lügat manalarının yanında Mecelle’de şöyle tanımlanmıştır: “Malını muhafaza husu-sunda takayyüd ederek, sefeh ve tebzirden tevakki eden kimsedir.” Bu vasfı taşı-yana “reşid” denir. Reşidin zıddı “sefih”dir. Mecellede şöyle tanımlanmıştır: “Malı-nı beyhude yere sarf ile ve mesarifinde tabzir ve israf ile izaa ve itlaf eden kimse-dir.” Büluğun son sınırı 22 olarak belirtilmiştir.
Rüşt kavramının tanımı kanunda öngörülmemiştir. Doktrinde rüşt, belirli bir yaşa gelmek ya da kanunen o yaşa gelmiş sayılmak olarak kabul edilmektedir. Medenî Kanunun 11. maddesinin birinci fıkrasına göre, bir kimse 18 yaşını tamam-ladığı anda, yine aynı kanunun ikinci fıkrasına göre, 18 yaşını bitirmemiş olsa da evlenme ile ve Medenî Kanunun 12. maddesine göre ise, kazaî rüşdüne karar veril-mesi ile reşit olur.
Kişi buluğa ermekle her zaman kâmil eda ehliyetine sahip kabul edilmez, reşid olduktan sonra eda ehliyetini tam anlamıyla elde etmiş olur. Malı kendisine teslim edilir. Üzerindeki vesayat kalkar ve tasarruflarında serbest olarak hareket etme kabiliyetine sahip olur. Bu durum ayette şöyle ifade edilmiştir: “Yetimleri nikah çağına varıncaya kadar yetiştirip deneyin, onların akılca olgunlaştıklarını (rüşd) görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin.”
Malî konularda kişinin tam eda ehliyeti kazanması için buluğun yeterli olma-yıp rüştün aranması, onun hak ve özgürlüklerini kısıtlamaktan çok öncelikli olarak kendisinin, dolaylı olarak da toplumun haklarını korumayı amaçlar. Diğer bazı alanlarda ve akit türlerinde de kişinin tam eda ehliyeti için tabii buluğ esas alınma-yıp belli bir yaş sınırlaması getirilebilir. Nitekim Tanzimattan sonra hazırlanan Em-val-ı Eytam Nizamnamesi, yetimlerin rüşd yaşı olarak yirmi yaşı belirlemiş ve an-cak bu yaşa ulaştığında mallarının teslim edileceği esasını getirmiştir. 1917 tarihli Hukuk-i Aile Kararnamesi’nde evlenme ehliyeti için, Ebû Hanife’nin görüşüne uyu-larak erkeklerin 18, kızların 17sini bitirmiş olmaları şartı aranmıştır. Bu yaşa ulaşmayan kızların velilerinin izni aranmış. Kızların 9, erkeklerin ise 12 yaşından önce evlendirilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Evlenme ehliyeti için bir alt sınır getirilmemiş, 17 yaşını tamamlamış kızların evlenebilmesi için denklik (kefaet) açısından velisinin görüşünün alınması, eda ehliyetini kısıtlamadan çok ailenin sağlıklı temeller üzerine kurulması ve özellikle evlenecek kızın haklarının korun-ması düşüncesine dayanır.”
İkrah konusunun bu bölümde mütalâa edilmesi iradeyi sakatlayan sebepler-den olması nedeniyledir. Zira mükrehin, hak ve fiil ehliyetinin sabit olduğu kanaati, usulcüler tarafından ifade edilmektedir. Usûlcüler ikrahı: “Kişinin hoşlanmadığı bir şeyi tehditle yapmaya zorlanması” şeklinde tarif etmişlerdir. İkrah kendi ara-sında ikiye ayrılır. Birincisi, mülcî ikrah (kâmil ikrah): Yani öldürme, bir organı yok etme gibi ağır veya alçaltıcı bir muameleye maruz bırakmak şeklinde ifade edilmiş-tir. İkincisi; gayri mülcî ikrah (nakış ikrah): Yukarda zikrettiğimiz tehditleri havi olmayan ikrahdır. Kısa süreli hapis ve organ kaybını doğurmayacak olan dövmey-le tehdit edilmeyi gösterebiliriz.
İkrahın söz ve fiillerdeki etkisi, fakihler ve usûlcüler arasında çeşitli yönleriyle tartışılmıştır. Bu tartışmalar mezhep imamlarının hukuk doktrinlerinde geniş ölçü-de etkiye sahiptir. Yorumların temelinin hukuki işlemlerdeki “rıza” ve “ihtiyar”ın, ikrahla ortadan kalkıp kalkmamasına bağlandığını söyleyebiliriz. Ayrıca usûlcülerin bu yorumlarının nazariyatta ileri bir seviyede olmasına rağmen, fiiliyat-ta bir çok problemin doğmasına da sebep olduğu kanaatindeyiz. Örnek olarak mükrehin, talak hakkındaki sözlü tasarruflarının hukukî neticesini gösterebiliriz.
İkrahın söz ve fiillere olan etkisini Zekiyyüddin Şaban şöyle hülasa etmiştir: İkrah eğer ikrar nevinden ise; ikrahı ister mülcî ister gayri mülcî olsun, bu ikrar ba-tıldır. Şu halde bir kimse bir borç, bir evlenme veya bir boşanma ikrarında bulun-maya zorlansa, bu ikrarı hukuken geçersizdir. Çünkü ikrar, doğruluk ihtimalinin yalan olma ihtimaline ağır basması itibarıyla bir delil olarak kabul edilmiştir. Oysa ikrah halinde, doğruluk ihtimalinin daha güçlü olduğundan söz edilemez.
Eğer ikrahın konusu alım-satım, kira ve rehin vb. gibi sözleşmeler ve hukukî muameleler ise, ikrah ister mülcî, ister gayri mülcî olsun, bu, tasarrufu batıl değil fasit kılar. Örneğin ikrah altında yapılan bir satım sözleşmesi fasittir. Hanefi mez-hebine göre fasit akitlerde alıcı malı teslim almışsa, o malın mülkiyetini elde etmiş olur. Hanefilerin bu görüşe varmalarının mantığı şöyledir: İkrahın her iki nevi ihti-yarı ortadan kaldırmaz, sadece rızayı ortadan kaldırır. Rıza ise sözleşmelerde rü-kün değil, sıhhat şartlarındandır. Öyleyse rıza bulunmadığı zaman, akitler batıl değil fasit olurlar.
Genelde ikrah konusu, rızayı bozan sebepler, diğer bir ifadeyle iradeyi sakat-layan sebepler bölümünde işlenmiştir. Hanefi mezhebine ait fıkıh eserlerinde konu hem usul açısından hem de furu’ açısından mütalâa edildiğinden ayrı bir başlık altında incelenmiştir.
İradeyi sakatlayan ikrah, Hanefilere göre akdin fesad veya mevkuf olmasını intaç ederken, Şafiilere göre akdin butlan sebebidir. İmam Malik ise, ikrahı akdin lüzumuna engel bir sebep olarak görmüş ve akdin feshine yol açacağını ileri sür-müştür.
İradeyi sakatlayan diğer iki husus ise “hata” ve “hiledir”. Bu iki şeyin varlığı ise akdin yalnızca lüzumunu (bağlayıcılığını) önlediği kabul edilmiştir.
Mer’î hukukumuzda mevcut olan borçlar kanununun 29. maddesinde “ikrah” şöyle tanımlanmıştır: “Her iki taraftan biri, diğer tarafın yahut üçüncü bir şahsın ikrahıyla bir akit yapmış olursa, kendi hakkında lüzum ifade etmez.” Yani “o söz-leşme ile bağlı olmaz, sözleşmeyi feshedebilir.”
“Gerçek kişiler gibi tüzel kişiler de ikrah ile bir sözleşme yapmış olabilirler. Korkutmanın doğrudan doğruya tüzel kişiye değil de, organlarını meydana getiren şahıslara yönelmiş olması durumunda da ikrah dikkate alınır ve tüzel kişi sözleşme ile bağlı olmaz.”
Diğer taraftan ikrah halinde, irade ile beyan arasında bir uygunsuzluk yoktur. İradenin meydana gelmesinde oluşan bir sakatlık (fesad) söz konusu olmaktadır. İradenin meydana gelmesini etkileyen bir korkutma sözleşme ile bağlı olmama so-nucunu doğurmaz. Kanun koyucu, Borçlar Kanununun 307’nci maddesinde de ikrahın hangi şartlarda dikkate alınacağını beyan etmiştir. Özetle bu şartlar dört maddeden ibarettir: Birincisi, sözleşmeyi yapan kimseye veya yakınlarından birine yönelmiş bir tehlike olmalıdır. İkincisi, tehlike ağır ve derhal meydana gelecek nite-likte olmalıdır. Üçüncüsü, tehdit haksız olmalıdır, yani hukuka aykırı bir nitelik taşımalıdır. Çünkü aynı maddede ifade edildiği üzere, bir hakkın isteneceği veya yasal bir yetkinin kullanılacağı tehdidiyle yapılan sözleşme, kural olarak geçerlidir. İki tarafı da bağlar. Dördüncüsü, illiyet bağlantısı bulunmalıdır. Şöyle ki, ikrah iddiasıyla sözleşmenin feshedilememesi için, ikrah ile sözleşmenin yapılması veya o şartlarla yapılması arasında bir illiyet bağlantısı bulunmalıdır. Örneğin korkutma olmasaydı dahi o şartlarda sözleşme yapılacak idiyse, ikraha dayanılarak sözleşme ile bağlı olunmadığı iddia edilemez.
İrade fesadının sonuçları, genel olarak hata, hile ve ikrah ile yani iradeyi sa-katlayan sebeplerden birinin etkisi ile yapılan sözleşme, Türk ve İsviçre Hukukun-da, hataya düşen veya hile veya ikrah sebebiyle hukukî işleme razı olan tarafı baş-tan itibaren bağlamaz. Karşı taraf ise bu sözleşme ile bağlıdır. Türk Hukukunda irade fesadı halinde, böylece sözleşme batıl değil, feshedilebilir (iptal edilebilir) bir sözleşmedir. Bu anlamda diyebiliriz ki; pozitif hukuku Hanefi doktrininde yer alan, iradeyi sakatlayan sebeplerle yapılan hukukî işlemlerde aslolan akdin fesad olmasıdır, fesad unsuru ortadan kalkana kadar akit mevkufdur (askıdadır) prensi-bine ulaşmıştır.
İrade fesadı (hata, hile, ikrah) ile meydana gelen sözleşmelerin feshedilmesi ve bağlayıcı hale gelmesi, borçlar hukukunda yorumlanmıştır. İrade fesadı neticesinde sözleşme ile bağlı olmayan taraf, bu durumu muhafaza etmek, sözleşme ile bağlı kalmamak arzusunda ise, bir yıl içinde sözleşmeyi ifa etmemek hususundaki irade-sini karşı tarafa bildirmeye, yani feshetmeye mecburdur. Sözleşmenin fesadı için irade beyanı yeterlidir. Mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. İrade fesadı sebebiyle süresi içinde feshedilen sözleşme yapıldığı tarihten itibaren geçersizdir. Hakim hata, hile veya ikrahı kendiliğinden dikkate alamaz. Böyle bir sözleşme icazet veya fesih için öngörülmüş sürenin geçmesiyle bağlayıcı hale gelir.
Netice itibariyle; tam ehliyetliler, hukuk düzeninin muhatap kabul ettiği özel ve tüzel kişilerdir. İstisnaî durum olarak kabul edebileceğimiz ehliyet arızalarının varlığı halinde, kişilerin yaptığı hukukî fiiller çeşitli değerlendirmelere tabi tutulmuş-tur. Kanaatimizce bu arızî hallerde bulunan kişiler hakkında yapılacak yorumlar-da hukukî olayların, sosyolojik ve psikolojik boyutlarının yanında, ekonomik ve politik boyutlarının da dikkate alınması gerekir.
2.2.3- Sınırlı (Mahdut) Ehliyetsizler (Temyiz Dönemi)
Sınırlı ehliyetsizler, diğer adıyla sınırlı yeteneksizler, İslâm hukuk literatürüne göre temyiz döneminde bulunan şahıslardır. “Bir kimsenin temyiz kudretine sahip bulunmasına rağmen, yaş küçüklüğü sebebiyle veya hakkında kısıtlılık (mahcur) kararı olması dolayısıyla, fiil ehliyeti büyük ölçüde sınırlanmış olmaktadır. “Sınırlı ehliyetsiz olanlarda ehliyetsizlik asıl, ehliyet istisnadır.”
Sınırlı ehliyetsizler dönemine dahil olan şahıslar şöyle özetlenebilir: Henüz bu-luğa ermemiş fakat ana hatlarıyla da olsa iyiyi kötüden, kârı zarardan ayırma gücü bulunan çocuk, aklî gelişimi henüz tamamlanmadığı için eksik eda (fiil) ehliyetliler grubunun modelini oluşturur. Kısmen temyiz (sezgin) ve muhakeme gücü bulun-makla birlikte aklî melekeleri tam gelişmemiş (ma’tuh) veya harcamalarında aşırı derecede tedbirsizlik gösteren (sefih) kimselerde bazı yönlerden bu grup da mutalâa edilir.
Sınırlı yeteneksizler grubuna giren kişiler, şahsın hukukunda şöyle belirtilmiş-tir: “Bu gruba, sezgin (temyiz) küçüklerle sezgin kısıtlılar girerler. Bunlardan sezgin kısıtlılar, vesayet altında oldukları halde sezgin küçükler, kural olarak velayet al-tında fakat bazen de vesayet altında bulunabilirler.”
Kural olarak bu gibi şahıslar kanunî temsilcilerinin muvafakatları ile hukukî muamele yapabilirler. Kanunî temsilci bir anlamda bunları -sınırlı ehliyetsizleri- tam ehliyetli kişiler durumuna ulaştırır. Sınırlı ehliyetsizlerin yaptıkları hukukî muamele-lerde kanunî temsilcinin aranmasının mantığı, hukuk düzeni irade beyanında bu-lunacak kimseleri belli bir idrak ve muhakeme gücüne sahip olmasını istemesin-dendir ve sadece sağlıklı irade beyanlarına hüküm ve netice bağlanmış olmasın-dandır. Kanunî temsilci icazetini açıklayıncaya kadar, yapılan muamele askı-dadır (mevkuf), tek taraflı geçersizlikle sakattır. Yani sadece karşı âkit, akitle bağ-lıdır. Bu tip muamelelere “topal muameleler” denir.
Hukuk usulü ile ilgili eserlerimizde, daha ziyade mümeyyiz (sezgin) küçüklerin eda ehliyeti üzerinde durulmuştur. Bu dönemde dinî konularda mükellef tutulmadı-ğı ağırlık kazanırken, hukukî konularda eda ehliyetinin varlığı ve seviyesi tartışıl-mıştır.
İslâm hukukçuları, temyiz dönemindeki malî sonucu bulunan hukukî işlemle-ri, üçe taksim ederek incelemişlerdir:
Birincisi; mahiyet itibariyle mümeyyiz çocuğun sadece lehine olan hukuki ta-sarrufları ki, hibe, vasiyet, sadaka vb. işlemleri içermektedir. Bu gibi hukukî tasar-ruflar kavli veya fiili olsun, mümeyyiz çocuk hakkında hukukî netice verir, yani çocuğun tasarrufları hukukça onanır ve geçerlidir.
İkincisi; mahiyeti itibariyle çocuğun hem leh ve hem de aleyhine olan mua-meleleri ki, bu çeşit muamelelerin geçerli olmasında kişinin idrak ve muhakemesinin gelişmiş olması esastır. Öyleyse temyiz kudretinde bulunan çocuğun böylesi bir hu-kukî tasarrufta bulunabilmesi için, kanunî temsilcisinin onayından geçmesi esas olmalıdır. Bu nedenle bu çağdaki bir çocuğun yaptığı hukukî işlemlerden lehine olanlar geçerli, aleyhine olanlar geçersizdir. Malî sonucu olan bu işlemlere ivazlı olan alım-satım, kira, selem, şirket, evlenme gibi akitleri örnek verebiliriz.
Üçüncüsü; mahiyeti itibariyle çocuğun tamamen aleyhine olan hukukî mua-melelerdir ki, bunların sonucunda çocuğun mal varlığında bir azalma söz konusu olduğundan, bu gibi işlemleri değil çocuk, çocuğun kanunî temsilcisi dahi yapamaz. Malda azalmayı doğuran bu hukukî işlemlere hibe , borç ikrarı veya ibrası, kefa-let, vakıf ve boşamayı örnek verebiliriz. Vasiyet ve ariyet akitleri tartışmalıdır. Fa-kat Zerka, Hanefi mezhebindeki genel prensiplerden hareketle, çocuğun vasiyetinin geçersiz (batıl) değil, mirasçılarının icazetine bağlı (mevkuf) olduğunu vurgulamış-tır.
Mümeyyiz çocuğun hukukî işlemleri hakkında Malikilerin görüşü; genelde ve-linin iznini esasa almakla birlikte, Hanefilerin paralelinde bir niteliğe sahiptir. Han-belî fakihlerde çok yerde aynı kanaati sergilemekle birlikte, bazı noktalarda farklı yorumlara gitmişlerdir. Mesela, sırf faydalı tasarruflarda velinin izninin gerekmesi, iki yönlü tasarruflarda sonradan verilen izinin yeterli olmaması, boşamasının ve bu konuda vekalet vermesinin caiz oluşu gibi noktalar gösterilebilir. Şafiî fakihleri ve Zahiriler ise, bazı istisnaî durumlar hariç, kural olarak çocuğun buluğ öncesinde hukukî işlem yapmaya ehliyetinin bulunmadığı, bu konuda velisinin izin veya ona-yının da yeterli olmayacağı görüşündedirler.
Netice itibariyle sınırlı ehliyetsizler, hukukun doğrudan muhatap kabul etme-yip, dolaylı olarak muhatap kabul ettiği kişilerdir. Kural olarak bu gibi kişilerin fay-dasına olan hukukî işlemler, ister kendi iradeleriyle isterse kanunî temsilcileri tara-fından yapılsın geçersizdir. Bu gibi şahısların itikad ve ibadet konularındaki sorum-luluğu ise genelde kabul edilmemektedir. Cezaî sorumluluğu ve cihad gibi dinî ve toplumsal karakterli ödevleri de aynı çerçevede değerlendirilmektedir. Özetle eda ehliyetinin esası akıl ve baliğ olma vasfına dayanmaktadır, diyebiliriz.
2.2.4 Sınırlı (Mahdut) Ehliyetliler
Sınırlı ehliyetliler kategorisine giren şahıslar aslında tam ehliyetli oldukları halde, bazı sebeplerden dolayı belli konularda ehliyetleri sınırlandırılmıştır. Bu kim-selerde ehliyet esas. ehliyetsizlik istisnadır. Yani söz konusu kimseler reşit, temyiz kudretine sahip, haklarında kısıtlılık (mahcur) kararı bulunmayan kimselerdir. Ka-nun koyucu bunların menfaatini göz önüne alarak fiil ehliyetlerini kısıtlamıştır. Bu duruma “sınırlı ehliyetlilik” denmektedir. Evli şahıslarla, kendilerine kanunî müşa-vir tayin edilenler, sınırlı ehliyetliler grubuna girerler. Evli şahıslar tam fiil ehliyeti-ne sahipken, kanun koyucu bazı istisnalara işaret etmiştir. Örneğin, evlilik birliğinin yapılmasından sonra karı kocanın yeni bir mal rejimini kabul etmeleri ile ilgili işle-min geçerli olabilmesi için, sulh hakiminin muameleyi onaylaması gerekir.
Karı kocanın evlat edinmesi ise şöyle düzenlenmiştir: Karı kocadan her biri ancak diğerinin rızasıyla evlat edinebilir. Ancak yeni düzenleme ile otuz yaşını dol-durmuş kişinin tek başına evlat edineceği de kabul edilmiştir. İslâm hukukunda ise evlat edinme, kabul edilmemiştir.
Ehliyeti sınırlayan diğer bir husus ise, kişinin önemli hukukî muamelelerde oyu alınmak üzere bir “kanunî müşavir” nasb edildikten sonra, kişiler şahsın kanunî müşavirinin oyunu almaksızın bazı muameleleri yapamazlar. Örneğin ehliyeti sınır-lanan bir şahıs, husumet (dava açma) ve sulh, gayri menkulün alım-satımı ve onlar üzerinde rehin ve sair aynî bir hak kurma, kıymetli evrak alım satımı ve rehni, ale-lade idare ihtiyaçları haricinde inşaat; ödünç verme ve alma; sermayeyi almak, bağışlama, kambiyo taahhütleri altına girmek; kefalet gibi muameleleri kanunî müşavirinin muvafakati olmaksızın yapamaz, yaparsa “tek taraflı bağlamazlık” müeyyidesine tabidirler. Buradan hareketle, İslâm hukuk literatüründe tartışılan mevkuf akitleri icra eden âkitlerin, bazı yönlerden sınırlı ehliyetliler kategorisine dahil edilebileceğini söyleyebiliriz. Çünkü netice itibariyle kanunî müşavir tayin eden şahsın icra ettiği hukukî işlemler, mevkuf sonucu vermektedir. Her iki işlem, asıl yetkilinin açıklayacağı irade beyanına kadar askıdadır.



Sonuç
Şahıs, sağ doğmak kaydıyla ana rahmine düştüğü andan itibaren, hukuk na-zarında hak sahibidir. Şahsın sonraki dönemlerde sahip olduğu bu hakkı kullanma-sı esas amaç olduğundan dolayı, belirli aklî ve bedenî gelişim sürecini geçirmesi gerekir. İşte insanın doğumundan itibaren ölümüne kadar geçirdiği süreç içindeki çeşitli dönemler, hukukçular tarafından tanımlanmış, yorumlanmış ve yapılan hukukî işlemlerin ve hukukî fiillerin neticeleri bir sonuca bağlanırken de hukuk poli-tikası ve hukuk mantığı açısından değerlendirilmiştir. Bu bağlamda yapılan yorum-ların temelini, insan olma vasfının yanında kişinin aklî ve bedenî gelişimiyle birlik-te, muhakeme gücü ve kazandığı hakkı kullanma kuralı yatmaktadır. Bütün bun-lara ilaveten kişinin yaşama hakkı en temel bir gerçek olduğuna göre mal ve can varlığının korunması da temel bir gerçektir. Diğer taraftan üçüncü şahısların hakla-rının korunması ve sağlanması da hukuk düzeninin istemlerindendir.
Öyleyse diyebiliriz ki, kişinin muamelelerinin hukukî netice verebilmesi için, hukuk nazarında muhatap kabul edilmesi gerekir. İşte bu muhatap kabul edilmenin esası ise, “ehliyet” denilen insanın liyakati, selâhiyyeti, kısaca kişide hukukun ta-nımladığı ölçüde bir vasfın, kabiliyetin bulunmasıdır. Kişi bu vasıf ve nitelik saye-sinde yaptığı hukukî muamelelerin sonucuna katlanmak zorundadır. Çünkü kendi iradesiyle hareket etmiştir. Sorumlu ya kendisi veya kanunî temsilcisidir. Hukuk bunu gerektirir.
Neticede kişinin, insanlık şeref ve haysiyetine uygun olarak yaşaması, üzerine yüklenen ödevleri ve yükümlülükleri yerine getirebilmesi için ehliyeti bozan, iradeyi sakatlayan (hata, hile, ikrah gibi) ârızalardan beri olması gerekir. Çünkü bu ârıza-larla oluşan hukukî işlemler, genelde fesad hükümlerine tabidir. Nitekim hukuk dü-zeni de işte bu iradeyi sakatlayan durumları ortadan kaldırmak için bir takım mü-eyyideleri öngörmüştür. Bunların amacı ise yapılan hukukî işlemlerin özgür ortam-da, hakkaniyet kurallarına uygun olarak yapılmasını sağlayarak, insanların tabiî ihtiyaçları olan bütün muameleleri hukuk dahilinde icra etmelerini sağlamaktır.
İnsan, irade ve hürriyeti ile insandır.

---------------------
Mütekellim veya Fukaha metodu diye yapılan ayırımın tamamına katılmamakla birlikte, genel teamüle uyarak biz de bu terimleri kullanacağız. Fakat bu terimlerin yerine Hanefi usulcülerin yöntemi ile Şafi usulcülerin (veya diğer usulcülerin) yöntemi demek belki daha isabetli olacak-tır. Aslında bu gibi ayırımların pek de net olduğu kanaatinde değiliz.
Huderi, Muhammet, Usulü’l- Fıkh, Beyrut, 1998, s. 89.
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul, 1991, I, 171.
Hak kavramının tarihi menşei ve akit nazariyesi ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Mahmasani, Subhi, en-Nazariyetü’l-Amme li’l-Mucibati ve’l-Ukud, Beyrut, 1983, I, 39-43; Zerka, Mustafa Ahmet,el-Medhal ila Nazariyeti’l-İltizami’l-Amme, Dımeşk, 1999, s.17-23; Hak kavramının sahip-lerine göre çeşitleri için bkz. İbn Aşur, M. Tahir, Makasidu’ş-Şeriati’l-İslâmiyye, thk. M. Tahir el-Meysâvî, Ürdün, 2001, s. 422-29.
Akıntürk, Turgut, Medeni Hukuk, Ankara, 1994, s. 79.
Tekinay, Selahaddin Sulhi, Medeni Hukuka Giriş Dersleri, İstanbul, 1987, s. 201.
İslâm hukuk metodolojisinde şer’î delillerden çıkarılan hüküm bahsinde konu dört noktadan ele alınmıştır. Birincisi, şer’î hükmün sadır olduğu kaynak ki, bu daha ziyade kelam ilminin ko-nusudur. İkincisi hüküm ki, mükelleflerin fiillerine bağlanan Şari’nin hitabi veya hitabının eserini ifade eder.Teklifî ve vadî diye ikiye ayrılır. Üçüncüsü, mükellefin işlediği fiilin kendisi yani Şa-ri’nin hükmüne konu olan fiilden, namaz, oruç, akitlere vefa gibi. Dördüncüsü, mahkumun aleyh yani hükmün muhatabı, mükellef geniş anlamıyla şahıs diyebiliriz. Geniş bilgi için bkz. Şevkanî, Muhammed , İrşadu’l-Fuhul, Beyrut, 1994, s. 10 –17; Şakiru’l-Hanbelî, Usulü’l- Fıkhi’l- İslâmî, el-Camiatu’s-Suriye, 1948, s. 337 vd.; Farfur, Abdullatif, el-Veciz fi Usuli İstinbadi’l-Ahkâm, Dımeşk 2002, II, 381 vd.
Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Gökmenoğlu, Hüseyin Tekin, İslâm’da Şahsiyet Hakları, Anka-ra, 1996, s. 33-37.
Öztan, Bilge, Şahsın Hukuku, Ankara, 1993, s. 4.
Zevkliler, Aydın, Kişiler Hukuku Gerçek Kişiler, Ankara, 1981, s. 3.
Zevkliler, s. 3.
Öztan, s.4; Hukuk süjesi, irade ve çıkarın (menfaatin) izafe edildiği şahıs olarak da tanımlan-mıştır. Bilgi için bkz. Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Ankara, 1995, s. 218.
Geniş bilgi için bkz. Öztan, s. 5.
Hakiki şahıslar (gerçek kişiler); insanlardır. Bugün; hukuk düzenleri cinsiyet, ırk, din, dil vs. gibi farklar gözetmeksizin bütün insanları birer şahıs olarak kabul etmektedir. Oysa eski devirlerde bütün insanlar şahıs kabul edilmiyordu. Örneğin Roma hukuku sadece “hür”leri şahıs sayıyor, “köylüleri” bunun dışında tutuyordu. Bu sistem İbranilerde, Yunanda ve Hint’te de aynıydı. Zamanla bütün insanlar birer “şahıs” kabul edilmiştir. Nitekim Medeni Kanunumuzun şahsın hukukuyla ilgili kitabının ilk maddesinde (m.8) “Her şahıs medeni haklardan istifade eder. Bi-naenaleyh kanun dairesinde haklara ve borçlara ehil olmakta herkes müsavidir” denmekle, bü-tün insanların birer hak sahibi “şahıs” olduğu vurgulanmıştır. Akıntürk, s. 21. Öztan, s. 6-7.
Hükmi şahıslar; hukuk düzeni hakiki şahısların yanında hükmi şahıslara da yer vermiştir. Bu bir zorunluluğun sonucudur. Kanun koyucu hukuk kurallarının gösterdiği şekle uygun olarak, bir gaye etrafında toplanan insan topluluklarının şahıs sayılabileceğini kabul etmiştir. Buna hukuk literatüründe, “hükmi şahıslar” veya “tüzel kişiler” denmektedir. Öztan, s.7, Akıntürk, s. 82, ilgili kanun için bkz. MK. 47.
Öztan, s. 9.
Araştırmamız esnasında bu terkibi, Mısırlı Kadri Paşa’dan önce kullanan başka birisine rastla-yamadık. Kadri Paşa, “el-Ahkamu’ş-Şer’iyye fi’l-Ahvali’ş-Şahsiyye, Mısır, 1900.
Gökmenoğlu, s. 45.
Şahsi haller; bir şahsı diğer şahıslardan ayıran ve hukuk düzeninin kendilerine bir takım so-nuçlar bağladığı niteliklerdir. Örneğin, sahih nesepli olması, küçük, reşit veya mahcur (kısıtlı) olması hep birer “şahsî hal” dir.
Şahsiyet hakları; şahısların maddi , manevi ve iktisadi bütünlüğü ve varlıkları üzerinde sahip bulundukları mutlak haklardır. Örneğin, bir kimsenin vücut bütünlüğü, sağlığı, ismi, şeref ve haysiyeti şahsiyet hakları cümlesindendir.
Akıntürk, s. 80; Zevkliler, s. 7.
Hukuki İşlem: Kişilerin hukuki sonuçlar doğurmaya yönelik irade açıklamalarıdır. Bu işlemler mal varlığına yaptıkları etki bakımından “borçlandırıcı işlemler” ve “kazandırıcı işlemler” olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar dışında mal varlığıyla ilgili olmayan bazı hukuki işlemler vardır, ev-lenme gibi. Geniş bigi için bkz. Zevkliler, s. 47 vd.
Ayrıca hukuki işlem kavramının hukuki olay ve hukuki fiille de sıkı bir bağlantısı vardır. Şöyle ki, “hukuki olay” hukuk düzeninin kendilerine hukuki bir sonuç bağlandığı olaylardır. Örneğin, doğum, ölüm, akıl hastalığı gibi tabiat olaylarının ve bir borcu ödemek, bir insanı yaralamak gibi insan fiillerinin belli hukuki sonuçları vardır. İşte hukuk düzeni bunlara hukuki bir sonuç bağladığı için, bunlar hukuk nazarında birer hukuki olaydır. Fakat kar yağması veya insanın gezip, uyuması gibi bazı tabii ve insani durumlar hukuk düzeninde hukuki bir sonuca bağlan-madığından, birer hukuki olay değildir.
Diğer taraftan, kendilerine hukuki sonuç bağlanmış insan fiillerine (ki bunlar aynı zamanda hukuki olaydır) "hukuki fiil” denir. Hukuki fiiller ikiye ayrılır:
a) Hukuka aykırı fiiller; dar anlamda haksız fiiller ve sözleşmeye aykırı davranışlar bu grubun kapsamına girerler.
b) Hukuka uygun fiiller; hukuka uygun fillerin en önemlisi “hukuki işlemler”dir. Ancak hukuki işlem niteliğinde olmayan hukuka uygun fiiller de vardır. Örneğin hukuki tağyir MK. 199, Zilyed-liğin nakli MK. 890 birer hukuki fiildir. Maddi anlamda bir değişiklik meydana getirmek amacıyla yapılan bu fiillerde hukuk düzeni irade beyanına değil, ortaya çıkan değişikliği belli bir hukuki sonuca bağlamıştır.
Reisoğlu, Sefa, Borçlar Hukuku, İstanbul, 1993, s. 42 – 43.
Zevkiller, s. 7-8; Tekinay, s. 202, ilgili kanun maddesi için bkz. MK. 8-47.
Öztan, s. 13, Akıntürk, s. 83- 84.
İnsanın mecbur bulunduğu vazifelerini ifa edebilmesi için onunla doğan, büyüyen ve git gide azalmak suretiyle kendisiyle beraber nihayet bulan bir “vecibe-i zimmet”i vardır. İslâm hukukçu-ları bu zimmetin ağırlığına tahammül edemeyenlerin vecibeden muaf olduklarını ortaya koy-muşlardır. Çünkü zimmet, lugat anlamında birinin üzerine çöken yük ve ağırlık demektir. Teknik olarak ise, insanın dünya hayatında, ömrünün imtidadı müddetince vecibelerini ifa ve hukuku-na sahip olabilmek iktidarına denir. Bu iktidara sahip olan kişiye ise “ehl-i zimmet” denir. Bilgi için bkz. Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüt, trc. Baha Arıkan, tsz. s. 161; M. Zerka zimmeti, insan üzerine sabit olan borçları yüklenebilmesi için itibar edilen bir kap ola-rak tanımlamış ve bütün versiyonlarına genişçe değinmiş, aynı zamanda beşer hukukuyla mu-kayesesini yapmıştır. Bilgi için bkz. Zerka, Nazariyetu’l-İltizam, s. 193-213.
Geniş bilgi için bkz. Serahsi, Usul, thk. Ebu’l-Vefa el-Efgani, Beyrut, tsz. II, 233; Gazzali, Ebu Hamid, el- Müstasfa min’İlmi’l-Usul, (Fevatihü’r-Rahmutla beraber) thk. İ. M. Ramazan, Beyrut, tsz. I. 225. Molla Hüsrev, Mir’atü’l- Usul, İstanbul, tsz. s. 591.
İsra, 17/13.
Sadru’ş-Şeria, Kitabu’t-Tenkih maa Şerhi’t-Tavzih, İstanbul, 1310, II. 727-30; Nesefî, Hafı-züddin, Keşfu’l-Esrar, Beyrut, 1986, II, 461.
A’raf, 7/172.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, tsz. I, 227.
İlgili kanun maddesi için bkz. MK. 28.
Öztan,s. 19-27, Akıntürk, s. 85-89.
İlgili kanun maddesi için bkz. MK. 452, 529.
Öztan, s. 20-21, Akıntürk , s. 85, ilgili madde için bkz. BK. 162.
Bu konuda, geniş bilgi için bkz. Molla Hüsrev, s. 625-632; Zeydan, Abdülkerim, el-Veciz fi Usuli’l-Fıkh, İstanbul, tsz. s. 110-111; Karaman, I, 174-177; Atar, Fahreddin, Fıkıh Usûlü, İs-tanbul 1988, s. 151; Bardakoğlu, Ali, “Ehliyet”, DİA, X, 533-539; şahsiyetin sona ermesiyle ilgili diğer bir konu ise gaipliktir. Gaib’e taalluk eden hukukî neticeler daha ziyade miras ve aile hu-kukunu konu alan eserlerde incelenmiştir. bkz. Şelebi, Mustafa, Ahkamu’l-Usreti fi’l-İslâm, Bey-rut, 1997, s.587-591; Ebu Zehra, Muhammed, el-Ahvaluş-Şahsiyye, Kahire, tsz, s. 366; Hallaf, Abdulvahhab, Ahkamu’l-Ahvali’ş-Şahsiyye, Suriye, 1990, s. 164; Abdülhamid, M. Muhyittin, el- Ahvalu’ş-Şahsiyye, Beyrut, 1984, s. 200-205, 306-308. Aynı müellifin, Ahkamü’l-Mevâris, Beyrut, 1991, s. 191- 195; Aktan, Hamza, İslâm Miras Hukuku, İstanbul, 1991, s. 31-33. Gai-be taaluk eden hukukî neticelerin beşer hukukunda yorumu için bkz. Öztan, s. 26-34; Teki-nay, s. 213-221; Akıntürk, s. 86-89.
Debbûsî, Ebu Zeyd, Takvimu’l-Edille, thk. Şeyh Halil Muhyiddin, Beyrut, 2001, s. 417-19; Se-merkandi, Alauddin, Mizanu’l-Usul, thk. M.Zeki Abdilber, Kahire, 1997, s.742; Nesefî, II, 359-60.
Feyruzabadi, M. b. Yakub, el- Gamusu’l-Muhid, Beyrut, 1987, s. 1245. Ehliyet ve şahsiyet kav-ramlarının karşılaştırması için bkz. Gökmenoğlu, s. 55-56.
Günümüz hukuk sistematiğinde hukukun düzenlediği alanlar dikkate alınarak ehliyet şu kısımla-ra ayrılmıştır: 1- Medeni ehliyet: Şahsın medeni haklardan istifade etmesi ve onları kullanma yeteneği, 2- Ceza ehliyeti: Bir cezayı gerektiren eylemde bulunan şahsın cezalandırılabilmesi yeteneğidir. Suçun manevi unsuru ile ilgili olan cezai ehliyetin Türk ve İslâm ceza hukukundaki yorumu ve mukayesesi için bkz. Dağcı, Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara, 1999, s. 15-16, 20-21, 3- Siyasî ehliyet: Şahsın siyasi haklardan istifade etme-si, 4- Evlenme ehliyeti: Evlenme akdini yapabilmek hususunda şahsın yeteneğe haiz olması, 5- Ticari ehliyet: Şahsın münferit ticaret yapabilme hususunda liyakate sahip olmasıdır. Aslın-da bu son iki ehliyeti hatta hepsini İslâm hukukundaki kâmil eda ehliyeti başlığı altında müta-laa edebiliriz. Ancak birinci şıktaki medeni ehliyet, vücub ve eda ehliyetini içerdiği düşünülürse o zaman medeni ehliyet kavramı daha kapsamlı kabul edilebilir. Türk Hukuk Lugatı, Heyet, Ankara, 1938, s. 81; Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998, s. 89.
Ebu Zehra, Muhammed, el-Milkiyyetü ve Nazariyyetü’l-Akd, Daru’l-Fikr el-Arabi, tsz. s. 272; Zerka, Mustafa Ahmet, el-Medhal el-Fıkhü’l-Amir, Dımeşk, 1963, II, 739-741, Atar, s. 143, Karaman, s. 178.
Ahzab, 33/72.
el - A’raf, 7/ 172; el –İsra, 17/ 13.
Buhari, Zekat, 66; Müslim, Hudud, 45-46.
Bardakoğlu, X, 534.
Aklın tanımı ve kısımları için bkz. Sadru’ş-Şeria, II, 716-21; Taftazanî, Mes’ûd b. Ömer, Kitabu’t-Telvih (Sadru’ş-Şerşa’nın yukarıdaki usul eserinin haşiyesidir.), II, 716-21.
Molla Hüsrev, s. 591, Ali Haydar, Usulü Fıkıh Dersleri, İstanbul, 1326, s. 497; Bardakoğlu, X, 534. Farfur, vücub ehliyetinin zimmet üzerine bina edildiğini söylemektedir. Zira zimmet, akıl ve kudreti içerisine aldığından daha kapsayıcı olmaktadır. bkz. Farfur, s. 439; bu duruma Şaki-ru’l-Hambeli de işaret etmiştir. Şakiru’l-Hambeli, s. 359.
Tirmizi, Hudud, 1; Darimî, Hudud, 1.
Beydavî, el-Kâdi, Mi’racu’l-Minhac Şerhu Minhaci’l-Vüsul ila İlmi’l-Usul, şrh. Yusuf el-Cezerî, Kahi-re, 1993, I, 127-34; Âmidî, Seyfüddin, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, thk. İ. el-Acuz, Beyrut, 1980, I, 129-34.
Güriz, Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara, 1996, s. 108-15.
Hak, Savigny’e göre bir kişiye ait irade kudretinden ibarettir. Dolayısıyla hak kelimesi ruhsal bir fenomeni ifade eder. Bkz. Güriz, s. 131. Hak kavramının hukuk kavramıyla olan ilişkisi ve yo-rumu için bkz. Hirş, Ernest, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Hazırlayan: Selçuk Veziroğlu, Ankara, 1996, s. 98-101.
Öztan, s. 35.
Son değişiklikte kanun; “Her insanın hak ehliyeti vardır. Buna göre bütün insanlar, hukuk düze-ninin içinde, haklara ve borçlara ehil olmada eşittirler” şeklindedir.
Zevkliler, s. 33. Tekinay da aynı kanaati paylaşmaktadır. Çünkü hak ehliyetinden maksat “hak-lardan istifade” değil, “haklara sahip olabilmek” ten ibarettir. bkz. Tekinay, s. 202.
Molla Hüsrev, s. 591; Sadruş-Şeria, II. 726. İbn Melek, Abdüllatif b. Ferişteh, Şerhu’l- Menar fi’l Usul, İstanbul, 1965, s. 333.
Bardakoğlu, X, 534; Nesefî, II, 460.
Karaman, I, 179.
Ali Haydar, s. 504- 509, Zerka, II. 738 vd, Karaman, I, 179.
Zerka, II, 750-751, Karaman, I, 183.
İbn Melek, s. 334, Ali Haydar, s. 507.
Serahsi, II, 233, Molla Hüsrev, s. 591.
Zerka, II, 744, Karaman, I, 179, Bardakoğlu, X, 534.
İbn Melek, s. 334, Ali Haydar, s. 508-509.
Aydın, M. Akif, DİA, “Çocuk”, VIII, 361.
Zerka, II, 759-760, Bardakoğlu, X, 535-536.
Bardakoğlu, X, 535.
Geniş bilgi için bkz., Ali Haydar, 524-530.
Bardakoğlu, X, 535.
Ebu Zehra, el-Mülkiyyet, s. 274-276; Bardakoğlu, X, 532.
Bardakoğlu, X, 535.
Geniş bilgi için bkz. İbn Aşur, s. 422.
Tekinay, s. 202-203. İlgili ceza kanunu için bkz. CK. 557.
Öztan, s. 48.
Zevkliler, s.43.
Öztan, s. 48, Zevkliler, s. 43. Son değişiklikte yukarıdaki değerlendirmeler dikkate alınmış olmalı ki, madde, “fiil ehliyetine sahip olan kimse,kendi fiiliyle hak edinebilir ve borç altına gire-bilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Geniş bilgi için bkz. Zevkliler, s. 43, Tekinay, s. 222.
Zevkliler, s. 44.
Öztan, s. 58.
Bardakoğlu, X, 536.
Molla Hüsrev, s. 591; Ali Haydar, s. 511; Şakiru’l-Hambeli, s. 362.
Hallaf, Abdulvehhav, İlmu Usûli’l-Fıkh, İstanbul, 1984, s. 157, Zeydan, s. 93.
Diğer bir tarif için bkz. Şaban, Zekiyyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları, trc. İ. K. Dönmez, Ankara, 1990, s. 250, Ebu Zehra, s. 281.
Molla Hüsrev, s . 594.
Bardakoğlu, X, 536.
Akıntürk, s. 106.
Öztan, s. 79.
Geniş bilgi için bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkıîn, thk. M. A. İbrahim, Beyrut, 1993, IV, 38–39; Zeydan, s. 128-134; Şaban, s. 254-255; Karaman, s. 192.
Aydın, VIII, 362.
Kudurî, Ebu’l-Hasan, Kitabu’l-Kuduri, İstanbul, tsz. s. 63.
Geniş bilgi için bkz. İbn Rüşd, el-Hafid, Bidayetü’l-Müçtehidin ve Nihayetü’l-Muktesidin, İstanbul, 1985, I, 225 vd. Zerka, II, 759-760; Karaman, I, 184; Aydın, VIII, 361.
Aydın, VIII, 361.
Aybay, Aydın, Borçlar Hukuku Dersleri, İstanbul, 1983, 55.
Reisoğlu, s. 50.
Öztan, s. 61.
Akıntürk, s. 61.
Öztan, s. 79; Tekinay, s. 223.
Kudurî, s. 63-65, İbn Rüşd, II. 235-237; Karaman, I, 189. Ehliyetin rüşt yaşı ise 22-70 yaş ara-sında kabul edilmiş, atehin yaşı için ise şahsa göre değişeceği düşünüldüğünden bir sınır ko-nulmamıştır. Sava Paşa, I, 165.
Mecelle, md. 986.
Mecelle, md. 946-947.
Sava Paşa, I, 165.
Öztan, s. 62-66.
en-Nisa, 4/6.
Hukuki Aile Kararnamesi (HAK), md. 4.
HAK. 6.
HAK. 7.
HAK. 8.
Bardakoğlu, 338.
Taftazani, II, 790; Molla Hüsrev, s. 661; Zeydan, s. 137.
Taftazani, II. 789; Molla Hüsrev, s. 660; Şaban, 256; Zeydan, s. 134 – 135. Mecellenin tarifi için bkz. md. 948.
Sadruş-Şeria, II, 789; Molla Hüsrev, s. 660-662.
Geniş bilgi için bkz. İbnü’l-Kayyım, IV, 38-39; Molla Hüsrev, s. 663; Zeydan, s. 144; Şaban, s. 256-257.
Bu durumda tam ehliyetten bahsedilemez. Öyleyse ikrahın nevilerini eda ehliyetinin diğer devreleriyle karşılaştırmalı olarak düşünmeliyiz. Çünkü ikrarın geçersiz olması tam ehliyetsizler dönemiyle örtüşmektedir.
Molla Hüsrev, s. 663 – 664; Şaban, s. 257. İkrah konusunun mukayeseli bir tarzda mutalâası için bkz. Karaman, II, 149-157.
Geniş bilgi için bkz. Merginanî, Bürhanüddin, el-Hidaye, Beyrut, 1990, III, 308-313; Mecelle, md. 1003-1007. Senhurî, Abdürrezzak, Mesâdiru’l-Hak, Beyrut, tsz. II, 183-210.
Karaman, II, 125-149.
Reisoğlu, s. 92.
Reisoğlu, s. 92.
Meşru bir sebepten dolayı yapılan ikrah geçersizdir. Çünkü şer’î ve meşru’ bir hakkın elde edilmesi için, hakimin borçluyu zorlaması o şahsın ikrah altında olduğunu ifade etmez. Geniş bilgi için bkz. Senhurî, II, 194-200.
Reisoğlu, s. 92-93; Karaman, II, 150-157.
İlgili madde için bkz. BK. 23, 29, 39.
Reisoğlu, s. 95.
Reisoğlu, s. 95-96.
Öztan, s. 89.
Geniş bilgi için bkz. Haskefî, Alaüddin, İfadatü’l-Envar ala Usuli’l-Menar, thk. M. S. Dımeşk, 1992, s. 315; Zeydan, s. 104-105; Mecelle, md. 978-989.
Geniş bilgi için bkz. Kuduri, s. 63 – 65; Haskefî, s. 336; Zeydan, s. 118-128; Mecelle md. 990-1002.
Bardakoğlu, X, 536.
Zevkliler, s. 109. Konuyla ilgili kanun maddeleri için bkz.md. 16, 335, 404, 405.
Öztan, s. 89.
Öztan, s. 93.
Bağışlamada ehliyet ve tasarruf gücü ile ilgili beşer hukukundaki görüşler için bkz. Tandoğan, Haluk, Borçlar Hukuku, Ankara, 1985, I, 348-351.
Geniş bilgi için bkz. Zerka, II. 760-776; Zeydan, s. 97-98; Şakiru’l-Hambeli, s. 364; Farfur, II, 440-41; Karaman, I, 185-186; Atar, s. 148-149; Bardakoğlu, X, 537; Aydın, VIII, 362.
Konuyla ilgili bilgi için bkz. Bardakoğlu, X, 537; Aydın, VII, 362.
Öztan, s. 194; Zevkliler, s. 92; Akıntürk, s. 101.
İlgili kanun maddesi için bkz. MK. 305, 306, 307.
Karaman, I, 339.
Öztan, s. 105-106; Akıntürk, s. 101-102.